Kanat Atkaya

Büyük Britanya'ya mektup var

12 Temmuz 2003
Okurlar soruyor, ‘‘Riko'yla Topesto'ya ne oldu, niye bahsetmiyorsun?’’ diye. Riko'nun yurtdışındaki görevinin süresi uzatıldı. Eleman daha 1 sene Büyük Britanya'yı çürütecek. Topesto'yla ise normal normal devam ediyoruz hayata işte. Her zaman ne yapıyorsak, onları yapıyoruz.

En son, geçen hafta cuma günkü sıcakla mücadele kapsamında iki film yaptık.

Sıcaktan kaçmak için karanlık ve serin sinema salonlarının yerini hiçbir şey tutmuyor. Özellikle Emek'te ‘‘Charlie's Angels: Full Throttle’’ı seyretmek süperdi.

Ondan çıkıp hemen Kurt Russell'ın oynadığı ‘‘Hesaplaşma’’ya gittik. Kurt Russell'ı severiz zaten de, filme gitmemizin asıl nedeni, büyük yazar, dünyanın en delikanlı ‘‘crime’’ yazarı James Ellroy'du. Filmin senaryosu babaya ait.

‘‘La Confidential’’ kadar sıkı değilse de ben beğendim filmi. Topesto'ya sordum ‘‘Ben hálá Cameron Diaz'daydım abi’’ dedi.

Düşündüm, haklı aslında biraz...

Neyse işte Riko olmadığı zaman olmuyor o hikayelerin güzelliği. Eskilerden anlatsam, o da sıkıcı mı olur, bilemiyorum.

Bir de bazı hikayeler var ki; anlatsam Riko ilk uçakla gelir, kafamı kırar ve yine bulduğu ilk uçakla Büyük Britanya'ya döner.

Mesela Kemancı çıkışı hikayesi var bunun bir tane süper... Ama yok abi, canım kıymetli benim, hayatta anlattıramazsınız.

Geçen cumartesi Latif Demirci'yle beraber Oğuz Aral'a gittik. Oğuz Abi'yle laflarken, ‘‘Senin o kömürlük penceresi gibi bir arkadaşın vardı, hani bana getirmiştin bir kere. Nerede o?’’ diye Riko'yu sordu.

‘‘Kömürlük penceresi’’ demesinin nedeni, Riko'yu Oğuz Abi'ye götürdüğüm sıralarda gözlüklü bir ilkçağ kabile liderini andırmasıydı. Saç, sakal ne varsa uzatmıştı.

Eh bir de gözlük olunca, yüzünde sadece burnunu ve gözlerini görebiliyordunuz.

Bizimki hafif sağır olduğu için Oğuz Abi'nin karşısında hiç konuşmadan sadece sırıtarak oturmuştu.

‘‘Oğuz Abi nasıl olsa komik bir şey, iyi bir şey söylüyordur ayıp olmasın hep gülümseyeyim’’ diye düşünüyor ama o sırada Oğuz Abi ‘‘Niye pişmiş kelle gibi sırıtıyorsun oğlum. Kanat, bu herif şapşal mı?’’ filan diyor.

Riko ise sırıtmayı sürdürüyor ve periyodik olarak ‘‘Hı-hı!’’ gibi sesler çıkarıyordu. Bir ara Oğuz Abi bunun kafaya bi tane indirecek diye korktum.

Ama Oğuz Abi sevmişti Riko'yu. Hatta geçen hafta ‘‘Türkiye'ye geldiğinde getir bana yine keratayı’’ dedi.

Riko kardeşim, durum böyledir. Sen mahalle pub'ında Guinness içerken, biz de Latif ve Oğuz Abi'yle halis muhlis Türk rakısı parçalıyorduk.

Baki selam kardeşim.

Not: Oğuz Abi'den bahsettiğim yazıların ardından hayranları bana mail atıp, telefon açıp ‘‘Nasıl Oğuz Bey, sağlığı iyi mi?’’ diye soruyor. Şimdiden cevap vereyim: Aslan gibi.

Altılı tutturan okurlara saygı


Bundan iki hafta önce enteresan bir internet sitesinden bahsetmiştim. İnternet üzerindeki en kapsamlı sinema sitesinin (imdb.com) veri tabanını kullanarak bir program yazan Virginia Üniversitesi'nden bir ekip, birbiriyle alakasız iki ismi ilişkilendirmenizi sağlıyordu.

Ben en fazla 4 etapta ilişkilendirilebilecek isimler bulmuş ve size demiştim ki, fazlasını bulan olursa haber versin bana.

Anladığım kadarıyla bazılarınız bu işle kafayı kırmış. Benim en absürd ilişki zincirim, dört hamlede Akira Kurosawa ile Bruce Springsteen arasındaydı.

Günseli adlı bir okur, 6'lıyı tutturan ilk isim oldu. Nasıl bir ruh haliyle bu iki ismi seçti bilemiyorum ama Emre Altuğ ile Akira Kurosawa'yı altı hamlede ilişkilendirmiş.

Bakınız nasıl olmuş:

Akira Kurosawa, Şebnem Dönmez'le ‘‘Kolay Para Kazanma Kılavuzu’’nda oynadı.

Şebnem Dönmez, ‘‘Mumya Firarda’’ filminde Teoman'la birlikteydi.

Teoman da, Sinan Çetin'in çektiği (Fakat inat edip göstermediği) ‘‘Banka’’ filminde Daryl Hannah ile oynamıştı.

Daryl Hannah, Jun Kunimura adlı, kim olduğunu kesinlikle bilemeyeceğim biriyle ‘‘Kill Bill’’ diye bir filmde beraber olmuş.

Jun Kunimura abimiz ‘‘Hi Wa Mata Noburu’’ adında bir filmde Tatsuya Nakadai ile rol kesmiş. Bu arada farkındaysanız, Akira Kurosawa'ya yaklaştıkça olay kontrolden çıkıyor.

Neyse, nihayetinde bu Tatsuya Nakadai adlı abimiz de (Yoksa ablamız mı? Tatsuya erkek adı mıydı?) Akira Kurosawa ile ‘‘A.K.’’de beraber çalışmış.

Günseli'ciğim kalpten tebrik ederim.

Bu arada 6'lıyı yakalayan bir diğer isim de Zeynep Erol oldu. O da Bruce Springsteen'le Albert Einstein'i altı aşamada buluşturmuş.

Takdir ediyorum, saygıyla önünüzde eğiliyorum...
Yazının Devamını Oku

Medya dedikodu sitelerine bir güzellik

11 Temmuz 2003
MEDYA dedikodularına yer veren bir internet sitesi kurma fikri, eğer müthiş bir yanılgı içinde değilsem Ufuk Güldemir abime aitti.<br> Güldemir'in kurduğu Haber Türk'ün büyük başarısının ardından kimi başarılı, kimi zayıf kalan başka siteler de kuruldu.

Medya dedikodularının sadece medya mensuplarını ilgilendirdiğini düşünenler de vardı muhakkak ama bu sitelerin ziyaretçi sayısının çokluğunu, sadece medya çalışanlarıyla açıklamak mümkün değildi.

Şimdi ben son bir hafta içinde şahit olduğum birtakım hikayeler anlatacağım. Medya dedikodusu yazan sitelerin atladığı hadiseler bunlar. Onlar da istedikleri gibi kullanabilirler...

Geçen hafta cuma günü. Sabah saat 10:00'da Sütlüce'deyim. Ne işim var burada peki?..

Açıklayayım efendim, tipik bir meraka kurban gitme durumu. Bir gün önce Ertuğrul Özkök telefonda konuşuyor ben de tesadüfen yanındayım. ‘‘Tamam Nuri'cim. Onbuçukta oradayım. Doğan Bey de geliyor’’ diyor.

‘‘Nereye gidiyorsunuz?’’ diye soruyorum. Sanki sormasam olmaz.

‘‘MiniaTürk'ü denetleyeceğiz, sen de gel’’ diyor. ‘‘Yemeğim var benim yarın, gelemem’’ yalanını sıkayım diyorum, ‘‘Kahvaltıya mı gideceksin o saatte’’ diye püskürtülüyorum.

Emir-komuta zincri çalışıyor ve MiniaTürk'e gidiliyor. Bu çorabı başıma asıl ören kişinin Nuri Çolakoğlu olduğunu da orada anlıyorum. Nuri Çolakoğlu, Doğan Hızlan, Ertuğrul Özkök ve ben cuma gününü tesis denetleyerek açıyoruz. Güne bakar mısınız?..

MiniaTürk çok güzel olmuş, ama sabahın köründe ve sıcak adamı ağlatacak seviyedeyken gitmiş olmak istemezdim.

Tesis tetkik edilirken Atatürk Havaalanı'nın yanına geliyoruz. Bize tesisi gezdiren kişi, çok güzel bilgiler veriyor. O sırada Özkök ‘‘Bu havaalanı hatalı olmuş’’ diyor. Sorumlu kişi şaşkın vaziyette ‘‘Nereden anladınız?’’ diyor. Özkök cevaplıyor:

‘‘Bu uçaklar 747, Türk Hava Yolları'nın 747'si yok!’’

Sorumlu, ‘‘Vallahi helal olsun. Bunu bugüne kadar sadece iki tane eski Hava Kuvvetleri Komutanı fark etmişti’’ diyor.

Ben de dumura uğruyorum haliyle.

***

Salı akşamı bizim gazeteden Tufan Türenç, Doğan Satmış, Doğaner Gönen ve Nejat Seçen, Beyoğlu'na gidecekler. Bu kemik kadroya arada bazı isimler yancı olarak yazılır.

Bu sefer piyango bana vuruyor. Tufan Abi'nin Nevizade'deki forsu bana 10 basıyor. Masaya oturur oturmaz lotaryacı geliyor. 40 numaralık bir lotarya hazırlıyor. 5 milyon liraya bir numara alıyorsunuz. Çekiliş sonunda sizin numaranız çıkarsa dört şişe içki kazanıyorsunuz

Hepimiz numara alıyoruz. Sonra aynı işi yapan biri daha geliyor. Ondan da numara alınıyor.

Sonra sohbet muhabbet derken ‘‘Saki'den 5 numara Kanat Bey!’’ diye bir ses duyuyorum. ‘‘Bu ne demek şimdi?’’ diye düşünürken adam dört şişe içkiyi önüme koyuyor, ben kazanmışım.

Bu durum hoşumuza gidiyor, gülüyoruz filan. 5 dakika sonra ‘‘Saki'den Doğan Bey’’ diye öteki satıcı geliyor. Yani matematiğim zayıftır ama aynı masadan iki kişinin aynı gece iki çekilişi tutturması bayağı zor olsa gerek.

Tufan Abi, ‘‘Torbaya koyup masanın altına koyun şişelerinizi. Millet şike yaptılar diyecek’’ diyor.

Ben de hakikaten Kartel Medyası Şebekesi var da, benim mi haberim yok diyorum. Halk bunu da bilsin, vallahi şike yapmadık.

***

Ve çarşamba gecesi Ayşe Sözeri Cemal ve Hasan Cemal'in evindeki partideyiz. Hiç abartmadan söylüyorum, ortamda metrekareye dört tane Genel Yayın Yönetmeni düşüyor.

Bu kadar Genel Yayın Yönetmeni'ni bir arada görmek hakikaten sarsıcı bir deneyimdi. Ama ben akıllı bir insan olarak, İsmet Berkan'ın çok yerinde teşhisine kulak kabarttım ve gecenin tek gazete patronuyla, Okay Gönensin'le takılmaya çalıştım.

Malum, kendisi gazete sahibidir. Okay Abi, ‘‘Gitsene lan yanımdan’’ diyene kadar da peşinde gezdim.

Gecenin esprisi ise Hasan Cemal'den geldi. Biliyorsunuz, Meral Tamer son dönemde kendini havaifişekle mücadeleye adadı.

Parti son sürat devam ederken uzaklarda bir yerde havaifişek atıldı. Hasan Abi o dakika Meral Tamer'e döndü ve ‘‘Meral biz atmadık’’ dedi. Zamanlama ve sürat açısından 10 numarayı çaktık tabii Hasan Abi'ye.

Dansöz kısmına geldik ama benim yerim bitti. Dansözden hangi televizyon yıldızı kaçtı, hangi tarihçi yazar 20 milyon lira yapıştırdı, dansözü masadan indiren Genel Yayın Yönetmeni kimdi, ‘‘Birgül (dansöz) buraya yumruk havaya, Birgül sen bizim her şeyimizsin’’ diye kimler bağırdı, onları bulmak da medya dedikodu sitelerine kalsın...

ÇÖLAŞAN'DAN DÜZELTME

Malumunuz, geçen hafta şuursuzluk ırmaklarında sürüklenen bir insan misali, oturup ‘‘Kollayın kendinizi Oktay Bey’’ diye bir yazı yazdı bu fakir.

Yazıda ‘‘Emin Çölaşan'ın adamı harcaması için yazı yazmasına gerek yok, bir paragrafta götürür’’ şeklinde talihsiz bir değerlendirme yapmıştım.

Emin Abi yazının çıktığı gün aradı ve şöyle dedi: ‘‘Kanatçım, iyi yazmışsın, güzel olmuş da bir hata var. Benim adam harcamam için paragrafa bile gerek yok, bir cümlede bitiririm alimallah!’’ dedi.

Emin Abi'nin sadece bir harf ve bir noktayla bile adamı doğduğuna pişman ettiğini bilen biri olarak bu hatayı nasıl yaptım bilemiyorum. Ama şimdi bu durum düzeltiyorum...
Yazının Devamını Oku

WCStock Festival

5 Temmuz 2003
GEÇEN hafta, bir grup ballı gazeteci, Danimarka'da düzenlenen ve álemin en baba rock festivallerinden biri olarak bilinen Roskilde Festival'i bizzat yerinde görmeye gittik. Gazeteci milleti öyle ‘‘Toplanıp Danimarka'ya gidip festival seyredelim’’ demez, dese de yalan konuşmuş olur. Bizi oraya Tuborg götürdü.

Yer darlığından dolayı kimin ‘‘Ben ihtiyarım kuyruğa filan giremem, gidip bana bira alın’’ dediğini, kimin koç gibi delikanlıyı ‘‘Abi kızın hastası oldum... Üstünü çıkardı aaaa!’’ diyerek bir müddet kestiğini filan yazmayacağım.

Yoksa istemez miyim bir grup medya leşkerinin ipliğini pazara çıkarmayı, isterim ve de bayılırım.

Süremiz kısıtlı olduğundan festivalin tamamında orada bulunamadık. Ama sizi çatlatmak için saymam gerekirse Coldplay, Metallica, Sigur Ros, Dave Gahan, Iron Maiden ve Beth Gibbons'ı çatır çatır canlı olarak seyrettik.

Kan, ter, gözyaşından mürekkep yolculuğumuzun finalinde, bütün gün sabana vurulmuş bir dana misali yorgun argın ve fakat huzurlu bir şekilde Roskilde kırlarına yayıldığım bir anda ‘‘En çok kimi beğendin?’’ diye sordu ekipten biri.

‘‘Bu álemin kralı Iron Maiden'dır. Eddie'den başka maskot, leylekten başka kuş tanımam’’ dedim.

Babalar hakikaten Metallica'yı filan yalan ettiler.

*

Dev bir alana yayılan ve festival süresince hesaplayamadığım sayıda sahnede gerçekleşen festival, daha önce katıldığım rock festivallerine nazaran çok ama çok temizdi.

Şimdi kafası aynalı top misali dönen 70 bin kişinin eğlendiği yer nasıl temiz olur di mi?

Tabii ki oturduğun yere dikkat edeceksin vesaire ama hakikaten bir rock festivaline göre temiz sayılırdı. Çünkü herkes bardak, çanak ne bulursa topluyordu yerden.

Ben dedim ki ‘‘İşte budur medeni insan olma hali. Damarlarında kan yerine bira aksa bile çöpünü toplayan insandır medeni insan.’’

Sonra uyandım işe. Toplanan bardağa, çanağa para veriliyormuş bir yerde. Az para da değil ha. 17 tane plastik bardak toplayınca, bir adet içi bira dolu bardak veriyorlar. Gayet iyi yani.

Ama çiş konusu yine çözülememiş. Açık alanın tamamını tuvalet olarak görüyor insanlar. Ve Tunç Çağı deyin, Bronz Çağı deyin, ne derseniz deyin o devirdeki insanlar gibi, çişlerini geldiği anda, geldiği yere yapıveriyorlar.

Tuvalet filan mebzul miktarda var. Herhalde doğaya dönüşü fazlaca özümsemiş olmaktan kaynaklanıyor bu durum. Sadece erkekler değil, kızlar da aynı vaziyette olunca, ayıp olmasın diye gökyüzüne bakarak dolaşmaya başlıyorsunuz, ayağınız takılıyor düşüyorsunuz falaaaan filan!

Bu arada yeni arkadaşlar da edindim. Fakat ne konuştunuz derseniz bilmiyorum. Yani ben kendimdeydim de elemanların çoğu uçmuş vaziyetteydi. Ne dedikleri anlaşılmıyordu.

Bir ara ful aksesuvar Iron Maiden yapmış bir arkadaş geldi yanıma ve ‘‘Tek biyik Galatasaray’’ dedi.

‘‘Oha!’’ dedim kendi kendime ve devam ettim ‘‘Kafayı Cimbom’un transferleriyle yedin ve ne dense Galatasaray anlıyorsun!’’

Çocuk ısrarlı fakat. ‘‘Hagi’’ filan da diyor beni göstererek. Sonra hatırladım ki üzerimde ‘‘Galatasaray Squad 10’’ yazan bir sweat-shirt var.

Bu arkadaş da Kopenhagspor'luymuş. Cimbom'un UEFA Kupası'nı aldığı günden beri bizimkilerin hastasıymış.

Tabii bunda mahallesindeki gazete bayiinin Türk olmasının ve buna ‘‘Üç Büyük Yok. Tek Büyük Galatasaray’’ şapkası hediye etmesinin de etkisi olmuş.

Iron Maiden sahneye çıkmadan çocuğa üçlü çekmeyi öğrettim ve sonra kafa sallaya sallaya konser alanına ilerledim.

''Eddie Buraya Yumruk Havaya!''


Sadi Konuralp için

GECEYARISI Sineması, üçüncü veya dördüncü sayısında keşfettiğim ve o gün bugündür her yeni sayısını sabırsızlıkla beklediğim bir dergi.

Kült filmler, korku filmleri, 'kötü' filmler üzerine harika yazılar yayınlayan bu derginin elektronik posta grubuna da üyeyim. Kendi isteğimle üye olduğum tek grup da budur zaten...

Salı günü posta kutumu kontrol ederken ‘‘Çok kötü bir haber’’ başlıklı bir mesaj dikkatimi çekti.

‘‘Sadi Konuralp kötü bir kaza geçirdi...’’ diye başlayan bu elektronik postanın ardından gelen her mesajda durum daha da kötüleşti.

Ve Sadi Konuralp'i kaybettik.

Sadi Konuralp'le hiç tanışmadım, yüzünü görsem tanımazdım. Ama yazdıklarını büyük keyifle okurdum. Kimsenin ilgilenmeyeceği konularla, mesela 1930'lu yılların korku filmlerinin müzikleriyle, mesela yönetmen William Castle'la ilgili yazılar yazardı.

Kimsenin hatırlamadığı eski bir Türk korku filmini ‘‘Ölüler Konuşmaz Ki’’yi bulup çıkarır ve müthiş bir analizini yapardı.

Sadi Konuralp'i Bahçeşehir Üniversitesi'ndeki bir konferansta ‘‘Türkiye'de Sessiz Film ve Sesliye Geçiş Dönemlerinde Film Müziği’’ başlıklı bir sunum yapmak üzere geldiği İstanbul'da pisi pisine kaybettik.

Sadi Konuralp, Beyoğlu'nda kendi kendine yıkılmaya bırakılmış bir binadan kopan bir taş yüzünden öldü.

Böyle bir değeri böyle saçma sapan kaybetmek.

Peki ben bu yazıyı niye yazdım. Sadi Konuralp'in gazete sayfalarında ‘‘Beyoğlu'nda başına beton parçası düşen genç adam öldü’’ diye geçmesi kanıma dokunduğundan.

Yakınlarına, sevenlerine sabır diliyorum.


İmzalı Karabasan

KARABASAN nedir biliyor musunuz? Bileniniz vardır ama bilmeyen daha çoktur. Karabasan, bir Türk çizerin Yıldıray Çınar'ın ve bir Türk yazarın yani Hakan Tacal'ın yarattıkları çizgi roman...

Arka Bahçe Yayınları'nın uzun süredir çıkarmaya çalıştığı Karabasan'ın ilk sayısı 1 Temmuz'da bayilere dağıtıldı.

Böyle konuşmak bence saçma ama haydi konuşayım. Dünya standartlarına bu kadar yakın bir çizgi roman çıktığını görmek o kadar güzel ki.

Yıldıray Çınar, bir süredir Batman, Wolverine gibi bazı ünlü çizgi romanların Türkiye baskılarının kapaklarını çiziyordu. Onlar da harikaydı.

Karabasan da çizgi roman meraklılarının uzun süredir beklediği bir projeydi. Kendi adıma beklediğime değdiğini söyleyebilirim.

Bu arada bir de haber vereyim. 9 Temmuz Çarşamba günü, Arka Bahçe'nin Teşvikiye Kalıpçı Sokak No 111'deki yerinde Yıldıray Çınar ve Hakan Tacal özel bir imza günü yapıyor.

Sadece o gün için çizilen, özel olarak basılan ve sertifikası vesaire de bulunan özel kapağı imzalayacaklar. Yanılmıyorsam, dergi fiyatına yani 3 milyon TL'ye satılacak bu kapak.

Çizgi roman meraklısıysanız kaçırmayın.
Yazının Devamını Oku

Kollayın kendinizi Oktay Bey

4 Temmuz 2003
PEK kıymetli Hürriyet okurları, bu satırları size kariyerinin son noktasına gelmiş bir fakir yazmakta. ‘‘Yahu daha gençsin niye kariyerinin sonuna geldiğini söylüyorsun ki?’’ diye düşünebilirsiniz. Düşünün tabii, fakat böyle düşünmeniz hakikati değiştirmeyecek.

Niye kariyerimin sonuna geldiğimi, bunu nasıl öğrendiğimi açıklayayım size önce. Sonra durumu tekrar gözden geçirin isterseniz.

Efendim, geçen sene sonbaharda, Sabancı Üniversitesi'nde Hürriyet Gazetesi'nin geleceği ile ilgili bir arama toplantısı yapıldı.

Ben de katıldım bu toplantıya. Toplantıdan sonra, çalışma grupları oluşturuldu. Onda da yer aldım.

Bütün bu çalışmaların sonuçları, çarşamba günü Çetin Emeç Konferans Salonu'nda gazete çalışanlarıyla paylaşıldı.

Hakikaten faydalı bir çalışma olduğu bir kez daha görüldü.

Bu arada çalışmalar neticesinde ortaya çıkan fikirler bir taslak kitapçık haline getirilmiş. Dünyanın bütün gazetelerinin olduğu gibi, artık Hürriyet'in de bir 'style book' porototipi var artık. Hazırlayanların eline sağlık.

* * *

Buraya kadar her şey iyi, hoş... Kitapta yer alan ‘‘Kariyer Haritası’’nı inceleyene kadar ben de böyle düşünüyordum. Meğer ben bitmişim, kariyerim son bulmuş da haberim yokmuş...

Bakınız, olayın beni ilgilendiren kısmı nasıl gelişiyor.

Kariyer haritasında benim başlangıç noktam ‘‘Genç Muhabir’’lik. Evet, bunu yaptım. Sonra deneyim kazanınca unvanınızdan bir kelime eksiltiyor ve ‘‘Muhabir’’ oluyorsunuz. Tamam bunu da yaptım.

Sonra yol üçe ayrılıyor. Ya ‘‘Yazar/Yorumcu’’ ya ‘‘Uzman Muhabir’’ ya da ‘‘Editör/Redaktör’’ oluyorsunuz.

‘‘Uzman Muhabir’’lik yaptığımı söyleyemem. Ama ‘‘Editör/Redaktör’’ olarak uzun süre çalıştım. Ve bir süredir de sadece yazı yazıyorum.

Buraya kadar da iyi geldik. Fakat benim haritadaki şu anki konumumdan yani ‘‘Yazar/Yorumcu’’ konumumdan sonrası yok...

Yani var da yok. Çünkü şu anki pozisyonumdan çıkan ok ‘‘Başyazar’’ı gösteriyor ki; bunun aynı zamanda Oktay Ekşi'yi gösterdiğini düşünürsek, benim için yol bitmiş demek oluyor.

Ben bitmişim diyorum size arkadaş!

‘‘Tek rakibim Oktay Ekşi’’ diyemezsiniz. Çünkü Oktay Bey'in daha önce verdiği röportajlardan birinde ‘‘Ben yumurtayı 25 metreden vururum’’ demişliği var mesela.

Rakip tehlikeli, tırsarım ben.

Haydi tut ki, gözünü kararttın hedefini başyazarlık olarak belirledin.

İş Oktay Ekşi'yle bitmiyor ki. Arada o kadar adam var. Şöyle diğer yazarları bir gözden geçirdim. Cüsse olarak en irileri Fatih Altaylı.

Hani bir yerde abimdir, Cimbombom filan diye bir noktaya kadar idare eder ama başyazarlık için kapışırsak bi kafa ekleştirir, yarısı boşa alimallah!

Emin Çölaşan'ın adını anmak konusunda bile tedirginim. Emin Abi'nin hakkımda yazı yazmasına bile gerek yok, bir paragrafta işimi bitirebilir.

Bu sebepten onun yarışa girmesi durumunda, ‘‘Abi benim gözüm ne zamandır garajdaki oto yıkama işindeydi, izin verirsen gerekli malzemeyi toplayayım ben’’ der ve uzarım ortamdan.

İzninizle Ertuğrul Özkök'ü bu işin dışında tutacağım. Çünkü benim tanıdığım Özkök, geri çekilip olayları izlemeyi ve vereceği gazla ortalığı kızıştırmayı tercih edecektir.

Doğan Hızlan da sanatsız ortamda soluk alamayacağı için zaten bu işe yanaşmaz diye düşünüyorum.

Ayşe Arman'a bizzat demin sordum. ‘‘Ayşecim sen başyazar olmak istiyor musun?’’ dedim. O da hemencecik ‘‘Cık!’’ dedi.

Pakize Suda kolay. Çünkü o seviyor, kıyamaz bana. Der ki yanaklarımdan öpüp ‘‘Kanatçım sen ol başyazar, ben seninle iftihar ederim.’’

Cüneyt Ülsever'i ‘‘Kıymetli büyüğüm liberalsen zaten unut sen bu işi, yedirmezler sana’’, Bekir Coşkun'u ise ‘‘Pako'nun önünü kapatmış olacaksın bu işe girersen bak ben söylemiş olayım abi’’ diye kandırırım diye düşünüyorum.

Tufan Türenç, Sedat Ergin, Enis Berberoğlu, Ferai Tınç, Gila Benmayor, Ege Cansen, Erdal Sağlam, Ercan Kumcu için de anahtar cümlelerim var, merak etmeyin.

Osman Müftüoğlu'nu ‘‘Çok stresli iştir, buna uygun detoks programı yazılmadı daha’’ diye kandırırım nasıl olsa.

Bir tek Mehmet Nuri Yılmaz'a ne diyeceğimi bulabilmiş değilim. Ona da ‘‘Hocam siz misyon sahibi bir insansınız, bu mevzu zihninizi dağıtır’’ filan diyebilirim herhalde.

Plan fena olmadı değil mi. O zaman hedefim belli, kollayın kendinizi Oktay Bey!
Yazının Devamını Oku

Bruce Springsteen'le Akira Kurosawa nasıl buluşabilir

28 Haziran 2003
Şimdi cumartesi, cumartesi size şöyle lüzumsuz bir soru sorsam ne cevap verirdiniz: ‘‘Bruce Springsteen ile Akira Kurosawa'yı kaç hamlede ilişkilendirirsiniz?’’ Manasız değil mi? Yani biri sinema tarihinin en mühim yönetmenlerinden biri, diğeri ise ‘‘Patron’’ lakaplı rock ilahı.

Ben size cevabı söyleyeyim. Bu iki farklı ismi dört hamlede ilişkilendirmek mümkün. Nasıl mı, onu da söyleyeyim. Akira Kurosawa 1972'de yapılan ‘‘75 Years of Cinema Museum’’da Linsay Anderson'la beraberdi. Lindsay Anderson 1992'de ‘‘Blame It on the Bellboy’’da John Grillo'yla çalışmıştı.

John Grillo 2002 tarihli ‘‘Max’’te John Cusak'la birlikte görev almıştı.

John Cusack'ın 200 yılında çevirdiği ‘‘High Fidality’’de Bruce Springsteen'in küçük bir rolü vardı.

Peki, size futbol efsanesi Pele'yle aktör Al Pacino'yu sadece iki hamlede ilişkilendirmenin mümkün olduğunu söylesem?

Buyurun, kendiniz bakın: Pele, 1987'de Hot Shot adlı filmde Karen Shallo'yla çalışmış. Shallo da 1995 yapımı ‘‘Two Bits’’te Al Pacino ile oynamış.

Meşhur yazar Charles Bukowski ile Britney Spears'i nasıl bağlayabiliriz.

Onu da söyleyeceğim, merak etmeyin.

Britney Spears, ‘‘Austin Powers Goldmember’’da Fred Savage ile çalışıyor. Fred Savage aynı yıl içinde, yani 2002'de Faye Dunaway ile ‘‘Rules of Attraction’’da takılmış.

Faye Dunaway'in adı da, 1987'de Charles Bukowski ile Barfly'da birlikte anılmıştı.

Şimdi diyeceksiniz ki, ‘‘Sen iyice vidaları gevşettin...’’

Vidaları gevşeten ben değilim, Virginia Üniversitesi'nde bir grup insan...

Bu arkadaşlar, internet üzerindeki en başarılı sinema sitesi olarak gördüğüm www.imdb.com'un verilerini kullanarak bir program yazmışlar.

(www.cs.virginia.edu/oracle/star-links.html) adresine giriyorsunuz. Burada karşınıza iki kutucuk çıkıyor. Bu kutucuklara ilişkilendirmek istediğiniz isimleri yazıyorsunuz ve enter'a basıyorsunuz.

Ve program birbirinden dünyalar kadar ayrı gibi gözüken bu iki ismi bir şekilde ilişkilendiriyor. Tabii bu isimlerin imdb.com'da bulunması gerekiyor. Ama o da o kadar geniş bir veritabarına sahip ki.

İnternet bağlantınız varsa deneyin. Çok eğlenceli oluyor. Ben en fazla dört etapta ilişkilendirilebilecek kadar saçma iki isim bulabildim. Fazlasını bulan olursa haber versin bana da...

Festival tüyosu


BAKIN size bir şey söyleyeyim. Yurt dışında festivale gitmek elbette dünyanın en ucuz hadisesi değil. Ama imkansız olduğunu düşünmenizi de istemem.

Ucuz uçak bileti bulmanız durumunda hadiseyi gayet acısız atlatabilmek mümkün.

Size güzel bir festival tüyosu da vereyim. 16-17 Ağustos tarihlerinde Büyük Britanya'da V-Festival var. İki gün süren bu süper festivalin biletleri 75 sterlin. Ama şimdi alırsanız...

Bir uyku tulumuyla olayı çözüyorsunuz, çünkü festival alanında kalıyorsunuz. Bu da otel parası ödemeyeceğiniz anlamına geliyor.

İki gün içinde şu isimleri ve daha fazlasını canlı olarak izliyorsunuz: Red Hot Chili Peppers, Coldplay, Foo Fighters, Echo & The Bunnymen, The Cardigans, PJ Harvey, Underworld, Morcheeba, David Gray, Inspiral Carpets...

Vizenizi ve uçak biletinizi hazırlayın, iki gün için de herhalde 70-80 sterlin, bilemediniz 100 sterlin yemek-içmek için yeterli olur.

Festivalin detaylarını öğrenmek için www.vfestival.com adresi yeterli olacaktır. İmkanınız varsa, gözünüz korkmasın, hayatınızın macerasını yaşayacaksanız.

Ayrıca, şimdiden para biriktirmeye başlayıp, seneye daha iyi imkanlarla da gidebilirsiniz. Her yıl bu kapsamda en az dört-beş tane festival oluyor çünkü...

KABAKULAK'ta sadece yabancı müzik albümlerini yazdığım için, Türkçe müziğe karşı olduğumu düşünüyorlar. Yok böyle bir şey.

Eski ve yeni sanatçılar arasında dinlemeye bayıldığım, albümlerini el altında bulundurduğum isimler var.

Uzun süredir müzik markete gidip, Türkçe bir albüm almışlığım yok. Çok uzun bir aradan sonra Duman'ın albümünü alacaktım ama plak şirketi yollamış. Mor ve Ötesi'nin son albümünü alacaktım, onda da aynı şey oldu.

Şu sıralar Naim Dilmener'in yazdığı ve İletişim Yayınları'nın çıkardığı ‘‘Hafif Türk Pop Tarihi-Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’’ adlı kitabı okuyorum.

Kitabın da etkisiyle normalden fazla Türkçe müzik dinlemeye başladım. Evdekiler kesmeyince, Beyoğlu'ndaki müzik marketlerden birine daldım.

Mor ve Ötesi'nden Harun, 1-2 ay önce karşılaştığımızda bir Ajda Pekkan, bir de Bulutsuzluk Özlemi şarkısı söyleyip, yanına da çok sevdiğim ‘‘Bazen’’ adlı kendi şarkılarını ekleyip single yapacaklarını söylemişti.

O çıkmış onu aldım. 3,5 milyon lira. Almayana hakikaten yuh derim. Ajda Pekkan acaba ne düşünmüştür. ‘Yaz Yaz Yaz’ı ben çok beğendim. Bulutsuzluk Özlemi'nin en sevdiğim şarkılarından biri olan ‘‘Güneye İnerken’’i de süper söylemişler.

Bu single'ı beğenmemde teşekkür listesinde adımı görmemin etkisi olup olmayacağını soracak olanlara şimdiden ‘‘Hayır’’ diyeyim. Ama çok havalı bir şey, bir rock grubunun teşekkür listesinde olmak.

Bir de Göksel'in hastasıyız. Onun yeni albümünü aldım. Adı ‘‘Söz Ver.’’ Esengül'ün ‘‘Ayrılık Günü’’ güzel olmuş ama benim en beğendiğim şarkı ‘‘Firar’’ oldu.

Siz de dinleyin bence, Athena'nın dediği gibi ‘‘Sen de yap, güzel oluyor...’’
Yazının Devamını Oku

Modern Sanatlar Müzesi'nde bir gün

27 Haziran 2003
<B>TÜRKİYE-</B>Brezilya maçını seyretmek için Turkcell'le birlikte Lyon'a gidilmiş. Lyon'da otele kapak atılmış. Hava o kadar sıcak ki; mümkün olsa otelden dışarı adım atılmayacak.<br> Hayatımda ilk kez bir klimaya ilgi duymaya başladığımı söyleyeyim, siz anlayın. Klimaya sarılarak yatma isteği nasıl bir sapıklıktır, bunun takdirini size bırakıyorum.

Lyon'la daha önce bir tanışıklığım yok. ‘‘Merhaba Lyon, ben Türk'üm’’ deyip, iki gün sonra da otelden çıkıp ‘‘Elveda Lyon, ben memlekete dönüyorum’’ demeyi kendime yakıştıramıyorum.

Resepsiyondaki elemana soruyorum: ‘‘Mösyö; bak ben sıksam sıksam atacak 40, hadi bilemedin 50 adımım var. Bu yakınlıkta, manalı bir yer bulunur mu Fransa'nın Lyon şehrinde?’’

‘‘Vi’’ diyor resepsiyon görevlisi: ‘‘Modern Sanatlar Galerisi verelim biz size...’’

Meğer otelle aynı yerde, hatta duvarları yapışık şekilde durmaktaymış Modern Sanatlar Müzesi.

Yalnız başıma gezmeyi severim ama sıcaktan düşüp bayılırsak filan, yanımızda biri bulunsun diye yancı aramaya başlıyorum. Kurbanım NTV'den Serkan Korkmaz oluyor.

* * *

Serkan'ı ‘‘Gel bak sana Galatasaray'ın sürpriz transferini söyleyeceğim’’ diyerek ikna ediyorum.

Otelden çıkıp, hakikaten 40 adım ötedeki müzeye ulaşana kadar tahminimce ikişer kiloyu su olarak vücuttan azat ediyoruz.

Serkan ‘‘Kimi alıyormuşuz usta?’’ diyor.

Ben sıcaktan dolayı şuurumu kısmen yitirdiğimden ‘‘Wim Delvoye’’ diyorum.

Serkan haklı olarak ‘‘O kim be?’’ diyor.

‘‘Hollandalı, ahşap çimento aletleri filan yapıyor’’ diyorum.

‘‘Abi iyi misin? İstersen suratına biraz su çarp, kendine gel’’ diyor.

Neyse, uzatmayalım, Serkan'a, aslında onu kandırdığımı, bütün amacımın Wim Delvoye denen arızalı insanın sergisini gezmek olduğunu söyleyip ekliyorum: ‘‘Beckham'ı alacaktık ama Real kaptı!’’

* * *

Gezmeye başlıyoruz Wim Abi'nin sergisini. Sergi salonunda bizi fantastik filmlerde frenleri boşaltmış profesörlerin laboratuvarlarında bulunan türden bir düzenek karşılıyor.

Belli ki bir işlem yürütülüyor. Makinenin önünden, sonuna doğru yürüyoruz. Ne işe yarıyor diye inceliyoruz. O dakika Serkan ‘‘Niha! Abi bu ne?’’ diyor.

Gidip bakıyorum ve bir ‘‘Niha!’’ da ben patlatıyorum.

Kıymetli okurlar, affınıza sığınarak söylüyorum, makine dışkı üretiyormuş. Meğer bütün o aletler, insan vücudundaki sindirim aşamalarını gerçekleştiriyormuş. Etkilendik tabii.

Hemen Serkan'la yan tarafa geçiyoruz. Aha! İşte meşhur ahşap çimento karma makineleri. Birebir ölçüde, ahşaptan yapılmış, üstünde klasik tarz mobilyalardaki gibi oymalar bulunan kitsch-ötesi makineler.

İnşaatlarda kullanılan küçüklerin yanı sıra, Wim Abi, kafayı kırıp, bir de kocaman çimento kamyonu oymuş ağaçtan. O da birebir ölçüde. Akıl alır gibi değil fakat, her şeyi yerli yerinde. Nasıl yapmış çözemedim vallahi.

Tam bu sırada Serkan yüzünde ‘‘Bıktım artık ben bu Wim Abi'den’’ ifadesiyle yanıma geldi ve takınabileceği en ciddi tavırla ‘‘Usta, bu adam sapık! Bu mekánı terk etmeyi öneriyorum’’ dedi.

* * *

‘‘Yahu adamın kafası biraz farklı çalışıyor işte, abartacak ne var?’’ dedim. ‘‘Gel abi, o zaman adam ne yapmış gör’’ dedi.

Salonun bir köşesinde küçük çerçeveler içinde kırmızı desenler dikkatimi çekmişti uzaktan. Ama gidip bakmamıştım. Gittim baktım, yine bir anlam veremedim.

Çerçevelerin içinde değişik otellere ait antetli káğıtlar, káğıtların üstünde de kırmızı boyalar var. Anlamadım. ‘‘Ne ki bu?’’ dedim.

‘‘Dikkatli bak’’ dedi. Yine anlamadım. ‘‘Abi adam poposuyla ilgili bir takım detaylar basmış káğıtlara ya, görmüyor musun?’’ dedi.

Dikkatli bakınca ‘‘Amanın!’’ dedim. Adam ya rujla ya da boyayla çok affedersiniz poposunu boyamış, sonra da kaldığı otellerin antetli káğıtlarına artık oturmuş mu, ne yapmış çözemedim ama bir şekilde kıçının resmini basmış. Kaba tabirle ‘‘kıçına kaş göz yapmış’’ yani.

Bu kadarı bana da yetti.

Manası nedir, niye bu modern sanat olmakta gibi soruları o salonda bırakıp çıktık. Ama ahşap çimento makineleri hakikaten çok güzeldi!
Yazının Devamını Oku

Güllü'nün başına neler geldi neler

21 Haziran 2003
BİR Beşiktaş taraftarı olan Latif Demirci'nin benim bildiğim bütün kahramanları Muhlis Bey olsun, Mirsat olsun hep Fenerbahçe taraftarıydı. Latif'in Beşiktaşlı ilk kahramanı Güllü oldu. Bir Galatasaraylı olarak özellikle bu sezon şampiyonlukla ilgili çizdiklerini gördükçe hem eğlendim hem de kıskançlıktan çatladım tabii ki.

Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim. Yaratıcılık konusunda hakikaten tribün alemlerinde hakkı her zaman iade edilen Beşiktaş tribünleri Güllü'yü bugüne kadar değerlendirebilmiş değil.

Bir sopalı pankart olsun yapmadılar. Neyse, kendi bilecekleri mesele ama bence güzel olur bir Güllü pankartı...

Beşiktaş şampiyon olunca, Latif en yakınındaki Galatasaraylı olarak bana bulaştı haliyle. Eh normaldir, kızdıracak tabii.

Ben de fırsat kolluyorum tabii karşı atak için bu arada.

Aradığım fırsat, hiç çalışmadığım yerden geldi. Malumunuz, çok güzel bir sokak sergisi yapılıyor İstanbul'da şu sıralar. Her yerde haberi yapıldığı için biliyorsunuzdur.

Sergi kapsamında meşhur karikatür sanatçılarının, meşhur kahramanlarının seramik heykelleri yapıldı ve sokaklara taşındı.

Güllü'nün de yerleri silerken bir pozunu (Pozu doğru laf değil galiba ya, her neyse) kullandılar. Serginin başlayacağı gün Tahtakale'ye gitmiştim. Dönüşte klasik olarak Karaköy'e geçtim, oradan tünele bindim ve Tünel Meydanı'na çıktım.

İlk heykelleri burada gördüm ama baktım Lato'nunki yok. Güllü, biraz daha ileride Odakule'nin önünü siliyordu. Çok başarılı buldum. Avni'den makas almaya kalktım hatta ama güvenlik görevlisi haliyle izin vermedi.

Öyle şuursuz şuursuz Taksim'e doğru yürürken aaaaa bir baktım yine Güllü. Hem de bu kez Galatasaray Lisesi'nin önünü siliyor.

Yani arkadaşlar, benim bu topu sektirmememe sizce imkan olabilir mi? Hemen aradım Lato'yu tabii ki:

- Usta geçmiş olsun ya.

- Ne geçmiş? Ne diyorsun?

- Güllü için şey etmiştim, aramıştım. Üzüldüm bak samimi olarak.

- N'oldu ki Güllü'ye?

- Usta senin Güllü'yü Galatasaray Lisesi'nin önünü silerken gördüm. Abi, yer mi kalmamıştı senin gibi has Beşiktaşlı adamın, has Beşiktaşlı kahramanını koyacak.

- Ne?

Hayır, ben muhitteki çocukları uyardım, ‘‘Başına bir şey gelmesin. Misafirimiz sayılır Güllü Hanım. Yardımcı olursunuz bir şey isterse’’ diye.

Lato ‘‘Ne? Ne?..’’ derken de kapattım tabii. Cimbom'la fazla uğraşmayacaksın abi tamam mı. Heh-he!

Bu arada yine bu sergiyle ilgili olarak perşembe günü yaşadığım trajikomik hadiseyi de anlatayım size.

Yapı Kredi Yayınları'ndan bir şey almam gerekiyordu. Malum, Galatasaray Lisesi'nin yanıbaşında YKY.

Lisenin önünde bazen çevik kuvvet duruyor. Yine gelmişler. 6-7 tane midibüsü park etmeleri gerekiyor lisenin önüne. Ama sergi var, nasıl olacak.

Emniyet güçleri o dakikada küratörlük görevini üstlendi ve sergi -umarım- geçici olarak polis araçlarının arkasına taşındı. Güllü iki parça olduğundan ortadan böldüler. Piyale Madra'nınki biraz ağır olduğundan zorlandılar. Abdülcanbaz ise biraz daha kenarda durduğundan ona dokunmadılar.

Yaa, işte böyle!


Mor ve Ötesi bir de Göksel


KABAKULAK'ta sadece yabancı müzik albümlerini yazdığım için, Türkçe müziğe karşı olduğumu düşünüyorlar. Yok böyle bir şey.

Eski ve yeni sanatçılar arasında dinlemeye bayıldığım, albümlerini el altında bulundurduğum isimler var.

Uzun süredir müzik markete gidip, Türkçe bir albüm almışlığım yok. Çok uzun bir aradan sonra Duman'ın albümünü alacaktım ama plak şirketi yollamış. Mor ve Ötesi'nin son albümünü alacaktım, onda da aynı şey oldu.

Şu sıralar Naim Dilmener'in yazdığı ve İletişim Yayınları'nın çıkardığı ‘‘Hafif Türk Pop Tarihi-Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’’ adlı kitabı okuyorum.

Kitabın da etkisiyle normalden fazla Türkçe müzik dinlemeye başladım. Evdekiler kesmeyince, Beyoğlu'ndaki müzik marketlerden birine daldım.

Mor ve Ötesi'nden Harun, 1-2 ay önce karşılaştığımızda bir Ajda Pekkan, bir de Bulutsuzluk Özlemi şarkısı söyleyip, yanına da çok sevdiğim ‘‘Bazen’’ adlı kendi şarkılarını ekleyip single yapacaklarını söylemişti.

O çıkmış onu aldım. 3,5 milyon lira. Almayana hakikaten yuh derim. Ajda Pekkan acaba ne düşünmüştür. ‘Yaz Yaz Yaz’ı ben çok beğendim. Bulutsuzluk Özlemi'nin en sevdiğim şarkılarından biri olan ‘‘Güneye İnerken’’i de süper söylemişler.

Bu single'ı beğenmemde teşekkür listesinde adımı görmemin etkisi olup olmayacağını soracak olanlara şimdiden ‘‘Hayır’’ diyeyim. Ama çok havalı bir şey, bir rock grubunun teşekkür listesinde olmak.

Bir de Göksel'in hastasıyız. Onun yeni albümünü aldım. Adı ‘‘Söz Ver.’’ Esengül'ün ‘‘Ayrılık Günü’’ güzel olmuş ama benim en beğendiğim şarkı ‘‘Firar’’ oldu.

Siz de dinleyin bence, Athena'nın dediği gibi ‘‘Sen de yap, güzel oluyor...’’
Yazının Devamını Oku

Türkiye'ye uyum paketi

20 Haziran 2003
AB uyum yasaları paket paket geçiyor kayıtlara. Uygulama nasıl olur onu bilemem, ama böyle yasaların var olduğunu bilmek bile iyi geliyor insana değil mi?.. Siz de takdir edersiniz ki; günlük hayatın kuralları yasalardan çok daha bağımsız çalışıyor ve insanın hayatını daha direkt etkiliyor.

Bizim AB'ye uyum sağlamamız için yasa çıkarmamız başka bir şey, üye olmamız durumunda bir nevi vatandaş olacağımız AB üyesi ülkelerin vatandaşlarının bize uyum sağlaması bambaşka bir şey.

Ben bu son paket vesilesiyle hali hazırda AB vatandaşı olan arkadaşlar için bir Türkiye'ye uyum paketi taslağı hazırlamaya karar verdim.

Sonra dedim ki kendi kendime, ‘‘Bu zorlu, değeri yıllar geçtikçe anlaşılacak işe kalkışmadan önce aldığın notları, en azından ilk gün AB'ye katılmamız dolayısıyla düzenlenecek törende yapacağın konuşmayı paylaş okurlarla ey Kanat!’’ Evet aynen böyle dedim...

Hazırsanız başlayalım...

‘‘Pek kıymetli AB vatandaşı. Artık biz de senin vatandaşınız. Seni standartlarüstü bir memleketin evlatları olarak selamlıyoruz bu kıymetli günde.

Az önce niye bayıldığını arkadaşlarım açıkladı bana. Gözünün önünde yatırıp dana kesmemizin nedenini açıklayayım önce. Biz onu vahşi olduğumuzdan kesmedik. Adetimizdir, kutlama yapacağımız zaman bazen bir, bazen onlarca hayvan kesip kanını da alnımıza süreriz.

Ay, yine bayıldı eleman. Arkadaşlar tamam kesmeyin artık o deveyi, vatandaş rahatsız oluyor burada ya!

Biri soğan kesip getirsin bakayım.

Haydaa, ayıldı, soğanı gördü yine bayıldı...

Hah, iyi misin biraz daha. Oturtun arkadaşım vatandaşı.

Demin gösteri yapan ekip, ordumuzun piyade sınıfını temsil etmiyordu. Biz onlara Kılıç Kalkan ekibi diyoruz ve yine yanılmışsın, kavga değil dans ediyorlardı.

Bu mutlu günü kutlamak üzere Türkiye'ye gelen ve elim bir kaza neticesi kaybettiğimiz arkadaşların için ne kadar üzüldüğümüzü tahmin edemezsin.

Ama bizde yaya geçidinde yayaya yol verilmediğini size daha önce anlatmıştık. Ne yapacaktık yaya geçidine gelince, şimdi hep beraber tekrarlayalım. Önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakıyoruz ve 300 metreden yakında bir araç görmüyorsak Süreyya Ayhan gibi koşuyoruz.

Trafiğin tersten aktığı Büyük Britanya'ya giden vatandaşlarımızı ayrıca uyardık, sen o konuda endişelenme.

Demin ‘Türkiye'de eşcinselliğin bu kadar serbest yaşanabildiğini bilmiyordum. Bu konuda kaydettiğiniz ilerleme sevindirici' şeklinde yanlış bir yorumun olmuş.

Onu hemen açıklamak gerekiyor, yoksa bir araba sopa yersin vallahi. Senin gördüğün o adamlar eşcinsel değil, sadece arkadaştı.

Bizde samimi arkadaşlar sokakta, parkta, bahçede, kırda, bayırda el ele, hatta serçe parmaklarını birleştirerek yürüyebilir.

Çok afedersin onlara öyle 'teleferik' gözüyle bakarsan yanlış yapmış olursun.

Kokoreçi ortak belirlediğimiz kurallar doğrultusunda satacağız artık. Bu iyi bir gelişme. Ancak dün Balıkpazarı'nda gezen bir grup arkadaşının kelle karşısında verdikleri tepki, ne yalan söyleyelim hoşumuza gitmedi.

O kellenin bir söğüşünü yedireyim ben sana Dolapdere'de, bak bakim yemiş misin öyle bir şey!..

Kellenin görüntüsünü sevmemiş olabilirler ama dükkanın önüne kendilerini zincirlemeleri üzerine esnaf kendini tutamayıp girişmiş işte.

Dün dövülen o arkadaşların kaldığı hastaneye çiçek yolladınız di mi bu arada arkadaşım. Şöyle birer akasya ağacı filan dikseydiniz odalarına...

Sevgili vatandaşım, kıymetli Henri! Töreni daha fazla uzatmayacağız. Şimdi hep birlikte yemeğe Kumkapı'ya gidiyoruz. Sana söz dün geceki gibi vahim bir olay yaşanmayacak.

Dün coşup masa örtüsünü yakayım derken seni tutuşturan arkadaş da teslim oldu. Affetme büyüklüğünü gösterirsen ayrıca seviniriz ama o mevzuyu yemekte konuşuruz detaylıca...

Haydi hayırlara vesile olsun!..
Yazının Devamını Oku