16 Ağustos 2003
MEMLEKET özellikle bu sene konser açısından bir hayli zengin. Dolar biraz delikanlı olup yerinde durunca millet de veriyor bünyeye organizasyonu. Arada heyecan verici konserler olduğunda kaçırmamaya çalışıyoruz. Yani işte kalkıp t.A.T.u. konserine gitmiyoruz (Zaten Cimbom'un maçı vardı o akşam, nereye gidiyorsun hooop!) ama ne bileyim bir Skin konserine giderim herhalde.
Bu arada bomba çalışmadığımız yerden patladı. Alphaville geliyormuş.
22 Temmuz'da Burç Beach'te, Gümüşdere'de konser verecekmiş elemanlar. Tabelasında herhangi bir şekilde 'beach' yazan bir yere prensip olarak gitmiyorum.
Denize girmeye, güneşlenmeye karşı çıkacak kadar insanlık duygumu yitirmiş değilim fakat bu 'beach' hadisesi beni fersah fersah aşıyor.
Parmak arası terlik, pareo, plaj voleybolu, hiper cool şahsiyetler filan ı-ıh, rahat edemem öyle yerlerde. Yani 'beach'e gideceğime, Bebek'te çotonok diye donla denize atlayıp, çıkınca da ısınmak için asfalta yatan halkıma katılabilirim.
Fakat bu durumda Alphaville'i ıskalamış olacağız. Belki eskiden, ünlü sanatçılar Bebek Gazinosu'nda sahneye çıkarken babalarımızın, annelerimizin yaptıkları gibi sandalla açıktan takılınabilir.
Ama Gümüşdere'ye kadar kim kürek çekecek? Aslında bizim Topesto eski kürekçidir ama böyle bir teklifte bulunsam, kafama bi yumruk çakar herhalde ‘‘Höst!’’ diye.
Alphaville 1980'lerde TRT 3'te çalsa da dinlesek diye yanıp tutuştuğumuz ‘‘Sounds Like A Melody’’ demek ‘‘Forever Young’’ demek ve muhakkak ‘‘Big In Japan’’ demek.
Kaçmaz, kaçmamalı.
Durun bakalım çözeceğiz bu işi...
Kanat meselesi
GÖRDÜĞÜNÜZ üzere, dolaylı yoldan da olsa sayfanın tamamına el koymuş bulunuyorum. Yani koca gazetede, Beylikdüzü'ndeki 'kanat'çıların haberini koyacak yer olarak benim sayfam seçilmiş.
Önce art niyet mi var? Kafa mı buluyorlar benimle diye paranoyaya kapıldım.
Çaktırmadan biraz ağızlarını arayınca herhangi bir fena hisse sahip olmadıklarını anladım. İnsanın adının 'Kanat' olması zaten yeterince enteresan.
Hoş küçükken çok dalga geçerlerdi ama büyüyünce havalı oldu. Çok faydasını görmüşlüğüm de vardır yani, onu da söyleyeyim arsızca.
Neredeymiş bu Beylikdüzü'ndeki kanatçılar ben şimdi gidip onu okuyayım.
Ken Parker ve Norma Jean
BERARDI ve Milazzo'nun çizgi roman alemine hediye etmiş olduğu Ken Parker (Türkiye'de ilk yayınlandığında Alaska ismi seçilmişti, öyle de hatırlıyor olabilirsiniz) benim en sevdiğim kahramanlar arasındadır.
Robert Redford'dan esinlenerek yaratılan Ken Parker, Türkiye'de sık sık kesintiye uğrayarak yayınlandı. Bu durumun normalde okuyucuyu soğutması gerekir değil mi? Hayır efendim, Ken Parker'ın tadına varmış olanları hiçbir aksilik yıldırmadı.
Son olarak Rodeo Yayıncılık üstlendi Ken Parker'ı yayınlama işini. Bir incelik yaptılar ve Parantez'in bıraktığı yerden devam ettiler.
Derken sürpriz bir şekilde büyük boy basılmış bir Ken Parker albümü çıktı. Özel Seri dendiğine göre, bu büyük boy kitaplar devam edecek demektir. Daha önce de sadece bir tane büyük boy Ken Parker basılmıştı.
Haliyle küçüklere göre çok daha güzel oluyor.
Bahsettiğim Özel Seri'nin ilk kitabında ‘‘Norma'nın Prensi’’nde Ken Parker'a eşlik eden kadının adının Norma olmasının da bir nedeni var. Çünkü bu kadın Marilyn Monroe'nun (Norma Jean'dir ya gerçek adı) ta kendisi.
Yani tabii ki kendisi değil de, tip olarak Norma Jean'i seçmişler. Bu tarz numaralar yapmayı zaten sever bu ekip. Böylece derginin kapağında da Marilyn Monroe'yla Robert Redford bir araya gelmiş olur.
Bunun ne önemi var? Hiiç, bilginiz olsun. Favori Ken Parker maceram olmasa da, hikaye de gayet güzel...
Bu arada Tex'in 240 sayfalık büyük kitap serisinin 10'uncusu da çıkmış. Onu da bilin, bulunduğunuz ortamda mevzu açılırsa Fransız kalmayın.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2003
KAZIM Kartal ölmüş. Türk Sineması'nın sayılı kötü adamlarından biriydi. Cihangir'de oturduğum dönemde ara sıra görürdüm. Her gördüğümde de yanına gidip ‘‘Siz bence çok iyi bir oyuncusunuz’’ demek ve Kazım Kartal'ın da oynadığı ve çok sevdiğim filmler üzerine muhabbet etmek isterdim.
‘‘Yapsaydın ya, niye yapmadın ki?’’ diyeceksiniz. Onun nedenini biraz sonra açıklarım.
Filmlerinden bahsedecektim Kazım Kartal'ın. ‘‘Yırt Kazım’’ veya ‘‘İsmet Bu Ne Kısmet’’ gibi 1970'lerin ortalarında veya sonlarında yaptığı soft-porno filmlerden bahsetmiyorum.
Benim esas sevdiklerim ‘‘Zagor’’, ‘‘Zagor Kara Korsanın hazineleri’’, ‘‘Tarkan Güçlü Kahraman, Kolsuz Kahramana Karşı’’, ‘‘Kilink Ölüm Saçıyor’’, ‘‘Battal Gazi Geliyor’’ veya ne bileyim işte ‘‘Cilalı İbo Teksas Fatihi’’ gibi filmleri.
Cihangir sokaklarında gördüğümde, Kazım Kartal'ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu düşünürdüm hep. Çünkü bu kadar babacan tavırlı bir adamın filmlerdeki sert ve acımasız ifadeyi oturtabilmesi için hakikaten iyi olması gerekir.
‘‘Yeşilçam Emekçisi’’ kalıbının gerçek bir örneğiydi. Onur Üyesi olduğu Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği'nin internet sitesindeki biyografisinde sadece doğum yılı, boyu göz rengi ve kilosu yazıyor mesela.
250'nin üzerinde filmde rol almış, Türkiye'nin her köşesinde tanınan bir oyuncuyla ilgili bulup bulabileceğiniz tek bilgi boyu, posu ve doğum tarihi.
Burada ‘‘Amerika'da 250'yi bırak, 25 filmde oynasa nasıl yaşardı biliyor musun?’’ geyiğine girmeyeceğim. O başlı başına bir konu. Fakat 250 film çevirmiş biri hakkında bulup bulabileceğiniz bilgi bu kadar mı olmalı?
Yeşilçam'a gayet kabarık bir vefa borcumuz olduğunu ve bu borcu kapatmak için bir şeyler yapmak gerektiğini düşünüyorum.
Kazım Kartal'ın ölümünün ardından eski oyuncu dostlarından görüş almış Magazin Servisi'ndeki arkadaşlar.
Eşref Kolçak şöyle demiş: ‘‘Ben neye üzülüyorum, eksik olan sinema kanunumuz, hiçbirimiz göremedik. Gözlerimiz açık olarak gideceğiz’’
‘‘Sinema kanunu’’ nedir biliyor musunuz? Biliyorsanız güzel, ben bilmiyorum çünkü. Yani, yıllardır filmleriyle güldüğümüz, heyecanlandığımız, ağladığımız sanatçıların ne istediğinden bile haberimiz yok.
Neyse, ben size niçin Kazım Kartal'ın yanına gidip muhabbet etmediğimi anlatayım. Yıllar önce, Boğaz vapurundayım. Hava çok güzel, ben de dışarı oturmuşum.
Bulunduğum bölüme tanıdık yüzlü biri geliyor. Aaa! Cevat Kurtuluş. Beni hayatta en fazla güldüren 3-5 kişiden biri.
Fakat Cevat Kurtuluş yalnız değil. Etrafına 3-4 tane benim yaşlarımda genç takılmış, ‘‘Taklit yapsana, bizi biraz güldürsene’’ diye takılıyorlar Cevat Kurtuluş'a.
Aldığım Türk filmi eğitimine göre o anda Cüneyt arkın olmam ve ‘‘Dağılın, rahat bırakın adamı, yieeeyt!’’ diye fırlamam ve uçan kafayla dağıtmam gerekiyor çocukları.
Fakat ne ben Cüneyt Arkın'ım, ne de hayat bir Türk filmi. Dörde karşı bir, adamın asfalt ederler.
Çaresizce Cevat Kurtuluş kaçıyor, bunlar peşinden gidiyor. Sonunda çıldırdı ve bağırdı çocuklara tabii.
O günden sonra ünlü bir insan gördüğümde bırakın yanına gitmeyi, yönümü bile değiştiriyorum, ne olur ne olmaz rahatsız etmeyeyim diye.
Ama yine de en azından bir Zagor muhabbeti yapmak isterdim.
Nur içinde yatsın.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2003
OTOMOBİLLE uzun yola çıkılacağı vakit, sağlam bir otomobil kadar sağlam bir müzik desteği de gerekir. Eğer iyi müziğiniz yoksa, yerel radyo zulmüne uğrayıp bozlak, teke zortlatması, işte böyle şeyler dinleye dinleye helak olabilirsiniz. Datça-Bodrum-Marmaris arasında üç günü tek bir Cesaria Evora albümüyle geçirip, o güzeller güzeli insandan soğumuş biri olarak bu sözümü ciddiye almanızı isterim.
Yeterli müzikal destek alınmadan yola çıkılması durumunda, en sık başvurduğumuz yöntem benzinci kasetleri. Fakat bu yöntem de her zaman olumlu netice vermiyor.
Balıkesir-Manisa arasında çok kaset ısırıp camdan atmışlığım vardır.
Bütün bunları niye yazıyorum? Bu gece İzmir'de çok sevdiğimiz iki arkadaşımız evleniyor. İstanbul'dan eksikliği hissedilecek derecede kalabalık bir ekip olarak biz de İzmir'e gidiyoruz haliyle. Allah İzmir ve Çeşme'ye kolaylık versin o ayrı...
Şimdi İzmir'e gitmek durumu ortaya çıkınca, nasıl gideceğimizi konuşmaya başladık. Herkesin aynı gün gitmesi iş-güç durumundan mümkün olmuyor. Böylece konvoy çirkinliğinin de önüne geçilmiş oluyor.
Bana tek uyan çözümü Domat Efendi getirdi. Cuma sabahı (yani dün sabah oluyor) hareket edeceğiz. Susurluk'ta ayran, Manisa'da köfte derken cuma akşam saatlerinde Kalyon'da, Doy Doy'da veya Eko'da, artık ekip nereye çöktüyse oraya varmayı düşünüyoruz.
Her şey tamam fakat asıl mesele yolda ne dinleneceği? Domat Efendi otomobili kullanacağına göre (ben bisiklete binmeyi bile bilmiyorum ya) müziği de ben ayarlayayım dedim.
Ve böylece kendi çapımda ufak bir korsan kaset üretimine giriştim.
Bandırma'ya kadar feribotla gidilecek. Gümüşsuyu'ndan Yenikapı'ya kadar kaset hazırlanmaz. Bu sebepten ilk kaseti Bandırma'da takacağımızı düşündüm ve onun için Naim'in süper Türkçe Pop derlemesini seçtim.
Hem gideriz, hem dinleriz, hem söyleriz.
Sonra Mor ve Ötesi, Duman, MFÖ ve Göksel'den kendim karıştırdım bir kaset.
Türkçe ile boğmayalım yolu diye bir de 80'ler kaseti yaptım. O çok güzel oldu. Nena, Talk Talk, Bruce Springsteen, Kajagoogoo, Duran Duran, Cure... Ne varsa koydum işte.
Bir tane de 1970 ve 1980'lerden ‘‘gaz-rock’’ yaptım. Ne kadar gaza getirici rock şarkısı varsa topladım. Grand Funk Railroad'dan giriyorsunuz, Deep Purple'dan çıkıyorsunuz.
Bu dört albümle Türkiye turu bile atılır zaten. Fakat ben tam hazırlıkları tamamlamışken sürpriz bir gelişme oldu.
Tahtakale'de gezerken el arabasında kaset satan elemanlardan birine rastladım. Ne var ne yok, enteresan bir şey çıkmış mı, hard-core arabesk alemlerinde neler olup bitiyor diye tezgahı incelerken şöyle bir kaset gördüm:
DAMARDAN 7 - SİZİN İSTEDİKLERİNİZ
Şarkı listesi bile insanda jilet etkisi yaratıyor. İbrahim Tatlıses'ten ‘‘Gurbet Garipleri’’, Müslüm Baba'dan ‘‘Unutursun Diye’’, Ahmet Kaya'dan ‘‘Acılara Tutunmak’’ (Yalnız bu şarkıyı Açılara Tutunmak diye yazmışlar, komik olmuş. Yani üçgenin iç açılarına tutunuyorsun fakat 180'i tutturamayınca düşüyorsun gibi... Ne demek istedim ben? Hiiç, hiç bir şey olmamış gibi davranalım lütfen.)
20 şarkılık albümde Aydoğan Tayfur, Hakan Taşıyan, Cengiz Kurtoğlu, Sezen Aksu (Ne alaka ama koymuşlar Kaybolan Yıllar'ı), Hüseyin Altın. Yok, yok yani...
Dayanamadım ve aldım tabii ki. Eleman ‘‘Serinin diğerleri de var abi’’ dedi. ‘‘Yok, tahminimce, bu kasetin ilk 15 dakikası Domat Efendi'yi yaşamaktan bıktırmaya yeterli olacaktır’’ dedim. ‘‘Efendim abi?’’ dedi.
‘‘Yok bir şey, Müslüm'ün 'best of'u var mı?’’ dedim. ‘‘Bu var’’ diyerek, belli ki kendi hazırladığı korsan bir 'best of' uzattı.
Amanın! Böyle bir toplama yok. Onu da aldım haliyle. Şimdi bu yazı cumartesi çıkacağına göre Domat Efendi'nin başına geleceklerden haberi yok tabii ki. Kötü bir insan olduğumu ben de biliyorum ama elimde değil.
Evet arkadaşlar, ben şimdi İzmir yolu için son hazırlıkları yapmak üzere huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Allah İzmir ve Çeşme'ye kolaylık versin...
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2003
GEÇEN çarşamba günü canım nasıl işi kırmak istiyor anlatamam. Salı günü iyi çalışmışım, çarşamba işe gitmeme pek de gerek kalmamış zaten. Bu durumda hemen bir yancı ayarlayıp, iyi bir plan yapmak gerekiyor. Aklıma Latif geliyor. Reddedemeyeceği bir teklifle gidiyorum: ‘‘Tahtakale taraflarına, alternatif gurme turuna var mısın usta?’’
‘‘Alternatif gurme turu’’ demekten kastım, küçük ama lezzetli şeyler üreten yerlerde ufak ufak bir şeyler atıştırarak Tahtakale ve civarını gezmekten ibaret.
Fakat bu öyle kendini yola vurup, işi şansa bırakarak pek olmuyor. Daha önceden belirlenmiş yerlere nokta operasyonları yapmak gerekiyor.
Gümüşsuyu'ndan Kabataş'a, oradan da Karaköy yönüne doğru ilerlemeye başlıyoruz. Tramvay çalışması yüzünden bu parkur sevimsizleşmiş durumda. Toz, duman, bir de sıcak... Pek tavsiye etmem turun bu kısmını. Biz de pişman olduk zaten.
Neyse, sıcak yorgunları olarak ilk molamızı Köprüaltı'nda verdik. Hem Köprü'de yemek istemediğimizden, hem de Köprü'nün ucunda bizi nelerin beklediğini bildiğimizden bir şey yemedik.
Nabız, tansiyon, kalp atışı filan normale dönünce vurduk yine kendimizi yollara.
İlk hedefimiz Beceren Köftecisi. Beceren'i bilen bilir. Yeni Cami'nin dibindeki, Nimet Abla Gişesi'nin yanındaki ayakkabı boyacılarının tam karşısına düşer. Canım, Vefa Bozacısı'nın yanı işte.
Küçücük bir dükkan. İçerde 5-6 masa filan var. Bir de üst katı bulunuyor ama hiç çıkmadım. Köftesi mükemmeldir.
Bizim gazetede çıkan En İyi 10 Köfteci arasına girdi mi hatırlamıyorum. Ama o listede, Beyoğlu'ndaki Köfteci Hüseyin ve Tahtakale'de benim çok sevdiğim Köfteci Yaşar da yoktu. Bu sebepten pek ciddiye almamıştım.
Her neyse. Latif, ‘‘Birer porsiyon daha söylesek mi?’’ havasına girmişken, ‘‘Usta bi dur bi zahmet. Daha Çiğköfteci Ali'ye gidilecek’’ diyorum.
Bu sıcakta çiğköfte yemek, Mike Tyson'ın ensesine vurup ‘‘N'aber len dümbük?’’ demekle aynı manaya geliyor. Yani bir nevi kendi canına kastetmiş oluyorsun...
Fakat Çiğköfteci Ali deyince biraz durmak gerekiyor.
Önce nasıl keşfettiğimi anlatayım. Yine klasik Tahtakale ve civarı turu sırasında Doğu Bank'tan çıkmışım, İmparator'da kokoreç yemek niyetindeyim.
İmparator'dan alıyorum kokoreçimi, ayranımı, oturuyorum duvarın dibindeki küçük masalardan birine hem yiyorum, hem geleni geçeni seyrediyorum.
O sırada bir kuyruk dikkatimi çekiyor. 1970'lerde margarinden tüp gaza her şey için kuyruğa girmiş olduğumdan, çocukluğumda oluşan bu kuyruk merakını aşamıyorum.
Gidip en arkadaki vatandaşa soruyorum, ‘‘Patron ne kuyruğu bu?’’
Adam ‘‘Çiğköfte, çok güzel’’ diyor. Elinde kokoreç bulunan birinin üstüne çiğköfte yemesi hakkındaki yorumu Prof. Dr. Osman Müftüoğlu'na bırakarak, ‘‘retoks’’ sisteminin bir neferi şeklinde kuyruğa takılıyorum.
Çiğköfteci Ali, mühim bir şahsiyet. Çiğköfteyi, tiyatro oyuncusu gibi hazırlayıp sunuyor. Bu arada mesela uzay mekiğine kafayı takıyor, onu anlatıyor çiğköfte alanlara.
Çiğköftesi için olmasa bile muhabbeti için gidilir.
Neyse işte, bir hanın girişinde çiğköftesini üreten ve satan Ali'nin dükkanına varıyoruz Latif'le. Yine kuyruk var ama az. Yemekle yememek noktasında kararsız kalıyoruz. Sonra Latif paket yaptırmayı öneriyor. Ben ‘‘Şişer’’ diyorum.
‘‘Bir dahaki sefere köfte yemeden geliriz’’ deyip gidecekken Ali arkamızdan sesleniyor, ‘‘Doktor! Doktorcum bi bakar mısın?’’
‘‘Buyur’’ diyorum. Marulun içine birer tane çiğköfte koymuş, ‘‘Yemeden gitmece yok’’ diyor. Teşekkür edip yiyoruz. Hakikaten iyi geliyor.
Köfte üstü çiğköfte haliyle susatıyor. O zaman hedefimiz belli. Tahtakale'de oyuncakçılar yokuşunun başında duran limonatacı.
Bu limonatacı benim gözümde efsane bir insandır. Kışın çok güzel portakal suyu da oluyor. Ama limonata diye bir şey varsa -tabii ki sokak limonatasından bahsediyorum, evde ben de güzel yapıyorum- bunu bu arkadaş yapıyor.
Buz gibi limonataları da gövdeye indiriyoruz.
Turun ilk etabı böylece tamamlanıyor. Bir ara Latif'e kötü espri kontenjanımı kullanarak ‘‘Şu köşede bi döviz büfesi var. Çok güzel Euro yapıyor. Bir 5 Euro yiyelim mi?’’ diyorum, ‘‘İğrenç’’ diyor.
Sirkeci Gar Birahanesi'nde soluklandıktan sonra akşam yemeğini mahallemizdeki İtalyan lokantasında idrak etme ve ardından 1 hafta başka bir şey yememe konusunda karar alıp, alternatif gurme turumuzu noktalıyoruz.
Size de tavsiye ederim. Çok güzel oluyor.
Yaa, bu arada ud taşıyan bir Japon turist gördük, ama onu sonra anlatırım belki. Yerim doldu ve de taştı bile...
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2003
COCA-Cola sağolsun, gayet güzel bir festival hediye etti İstanbul'a. 6-7 Eylül'de Hezarfen Havaalanı'nda kurulacak olan ve Rock Kasabası olarak anılan alanda düzenlenecek Rock'n Coke'a daha önce seyretme şansı bulamadığımız gruplar gelecek. Konserlerde artık sıkılan fakat rock festivallerini seven biri olarak, sonuna kadar desteklerim bu festivali.
Pet Shop Boys, The Cardigans, Simple Minds, Suede, Echo & The Bunnymen, Sugababes, Guano Apes, Hooverphonic, The Delgados, Dreadzone ve Dirty Vegas festivalin yabancı grupları.
MFÖ, Athena, Mercan Dede, Duman, Nil Karaibrahimgil ve yaptıkları işleri uzun süredir heyecanla izlediğim Rashid (Son albümleri harika) yerli ayağını üstleniyor festivalin.
Bir de DJ çadırı ve onun meşhur konukları var.
Festivali organize eden kişilerin neredeyse tamamını tanıyorum. Ortaya çok iyi bir iş çıkaracaklarına eminim.
Fakaaaaat, şimdi benim bir eleştirim olacak.
Bakın, gelenlerin hepsi iyi, hepsi hoş. Fakat ya gelmeyenler. Şunu demek istiyorum, nerede bu festivalin ‘‘headliner’’ı, yani bomba grubu, yani lokomotifi.
Yok işte. Pet Shop Boys, bir rock festivali kadrosunda fazlasıyla sırıtan bir grup. Kötü grup demiyorum bakın, rock festivaline cuk diye oturan bir grup değil.
Pet Shop Boys'a itirazım yok. Fakat bir rock festivalinin ana grubu olmaz, olamaz.
The Cardigans, Hooverphonic, Dirty Vegas sevdiğim gruplar. Ama bakın büyük rock festivallerine, hepsinde alt gruplardır bunlar. Kötü olduklarından değil ama ‘‘headliner’’ olamazlar şu anki durumlarıyla.
Simple Minds'ı çok severdim. ‘‘Don't You Forget About Me’’ filan hálá sevdiğim şarkılar arasında. Ama Simple Minds, en son 10 sene önce filan büyüktü.
Suede derseniz, 1996 filan olması lazım en parlak dönemleri. Yani ‘‘Animal Nitrate’’ dönemleri.
Echo & The Bunnymen, canlı seyretmeyi en çok istediğim gruplardan biridir. 1980'lerde yaptıkları albümleri dön dolaş tekrar dinlerim. Tamamen kişisel bir durum ama bu festivalde en çok onların ismini gördüğüme sevindim.
Şimdi başa dönelim. Bu kadro bir festivalde olması gereken, iyi isimlerden oluşuyor ama bir Radiohead, bir Limp Bizkit, bir U2, bir Red Hot Chili Peppers, bir Coldplay, bir R.E.M. getirmezseniz büyük rock festivali olamazsınız.
Bu ilk sene. Gelecek seneler için muhakkak düşünülüyordur. Fakat ilk sene mühim değil mi?
Bu kadroya, iddia edildiği gibi yurtdışından seyirci gelme ihtimali bence düşük. Türkiye'de bulunan yabancılar için güzel bir sürpriz olmaktan öteye gitmez.
Bakın, burnumuzun dibinde, Yunanistan'da yıllardır güzel konserler oluyor. Türkiye'den sadece iki konser için tur düzenlendi. Biri U2, diğeri de Radiohead.
Bu verdiğim örnek durumu özetleyecektir sanırım.
Ben yine de 6-7 Eylül'de orada olup eğleneceğim tabii. Ama dost acı söylermiş, bu festivalin büyük topluluk eksiği var maalesef!
80'ler çalan radyo
SANLI Ergin keşfetti bu şahane radyoyu. Bir gün odasına girdiğimde Honeydrippers'ın ‘‘Rockin' At Midnight’’ adlı şarkısı çalıyordu. Şarkıyı duymayalı kafadan 10 yıl olmuştur. O bitti, Real Life'ın ‘‘Catch Me I'm Falling’’i başladı. ‘‘Hişş, birader bu dinlediğin nasıl bir albümdür senin?’’ dememe kalmadan Feargal Sharkey'in ‘‘A Good Heart’’ı başladı. Kafayı 1980'lere takmış biri ancak evde hazırlamış olabilir. ‘‘Ne bu usta?’’ dedim. ‘‘1980'ler çalan bir internet radyosu’’ dedi. Adres şöyle: www.80s.fm. Süper bir istasyon. Benim dinlediğim süre içinde DJ filan yoktu. Bir de oyunlar bölümünde Pac-Man, Space Invaders filan var. Ses kartı, speaker'ı filan bulunan bir bilgisayarınız varsa takılın, çok eğlenceli oluyor.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2003
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan'ın attan düşme sahnesini ilk gördüğümde verdiğim tepki, ‘‘Doh!’’ oldu. ‘‘Doh’’ ne demek? Hatırlayanlar veya bilenler çıkacaktır. Harika çizgi film The Simpsons'da baba Homer'ın aksilikler, kötü sürprizler, felaketler veya kişisel beceriksizlikler karşısında çıkardığı sestir.
Hálá gözümü kapayıp o sahneyi hatırlıyorum ve hálá ‘‘Doh!’’ diyorum.
Başbakan'ın nerde hata yaptığını jokeylere, seyislere, at sahiplerine sorduk, halen de soruyoruz.
Ben de boş durmadım tabii. Atlara meraklı, ata binen hatta at sahibi olan bir arkadaşımla oturduk ve Hıncal Uluç'la Erman Toroğlu gibi pozisyonu değerlendirdik.
- Hocam kafadan giriyorum hadiseye. Kim hatalı bu pozisyonda.
- Bak şimdi. Bu tür pozisyonlarda öyle hemen kim hatalı mı diye kafadan girilmez. Önce seni bir düzeltmek gerekiyor.
- Pardon hocam.
- Bi daha olmasın. En başa al, en başa al... Hızlı al yahu. Hah! Bak şimdi, burada hatalı arıyorsak diyeceğiz ki hata ambianstır.
- Nasıl yani?
- Şimdiiii. Ata binileceği zaman ortalıkta at, seyis ve binici dışında kimse olmamalı. Burada bütün dünya toplanmış atın arkasına. At arkasında durulduğunda huzursuz olan güzel bir hayvan. Oynat biraz...
- Tamam hocam.
- Dur! Dakka bir, gol bir! O koruma atı niye itekliyor. At zaten kalabalıktan sıkılmış, kımıldanıp duruyor. Boynunu okşayıp sakinleştireceğine, bir iki tur attırıp kendine gelmesini sağlayacaklarına zavallıyı bir de itiyorlar.
- Binerken bir hata var mı hocam?
- Var oğlu var! Bir kere nerede tok?
- Kim?..
- Tok, yani miğfer... Ata toksuz binilir mi? En deneyimli adam bile şapkasını takar. Oynat. Ooooh! Maşallah, ayağını üzengiye öyle galoş takar gibi geçirmeyeceksin. Ayağının ucuyla yapacaksın o işi. Devam et, oynat...
- Peki.
- Bak şimdi. Atı kim seçmişse iyi seçmiş. Çidagosu yüksek atın.
- Ney?
- Çidago, yani atın sırtının yerden olan yüksekliği. Recep Tayyip Bey, uzun boylu, uzun bacaklı, sportmen bir adam. Atın çidagosu da yüksek. Aslında çok uyumlu bir ikili.
- Ee niye düştü?
- Söyledik ya Cihan'ı ürkütmüş kalabalık. Cihan kendini kurtarmak istiyor kalabalıktan.
- Cihan atın ismi mi oluyor?
- Evet. Oynat şimdi. Dengeyi oturtamadan Cihan kurtulmaya çabalıyor. Yanda bir sakallı duruyor. Dizginleri tutan değil, koruma galiba. O da durumu kurtarayım diye asılıyor... Hooop!
- Doh!
- O ne demek be?
- Yok bir şey devam edelim.
- Burada doğru duran tek adam, atı önden tutmaya çalışan kişi. İki elle asılıyor ama at dediğin 500-550 kilo geliyor. Kırkpınar pehlivanı olsa tutamaz. Zaten at kopunca da hemen yana atıyor kendini.
- Doğru mu peki hareket?
- Burada o atı önden tutan arkadaşın yaptığı hareket hem nizami, hem de en doğru hareket.
- Başka koşullarda Cihan'la Başbakan uyumlu olurdu diyorsunuz di mi hocam?
- Evet. At iyi eğitilmiş bir kere. İyi eğitilmemiş olsa, vallahi ezer geçerdi. Ucuz kurtulmuş Başbakan. Kalabalıktan ürkmeyen at var ama çok az. Şimdi Ankara'da Altıntepe'de polisin bindiği atlar mesela. Rusya'dan geldi onlar yanılmıyorsam. Bunun dışında kalabalıktan ürkmeyen at olmaz. Yahu, Hipodrom'da at alkışlamak bile yasaktır. Burada atın dibinde düğün dernek yapıyorlar...
- Peki hocam son olarak, Başbakan yerine bir başkası olsa atın üstünde kalabilir miydi?
- Bak kardeşim, durdur şurada pozisyona bir bakalım. Yok! Pekos Bill olsa düşer bu ambiansta. Burada tek suçlu o ambiansta Başbakan'ı gaza getiren kişidir. Bulun ona kızın, ata filan değil...
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2003
NORMALDE öyle girişken, insanlarla çabucak kaynaşan, yeni insanlarla tanışmak için can atan biri değilimdir. Ben durayım böyle, hayat gelişsin, eşim belli dostum belli falan filan. Fakat şu Portland yolcuğu sırasında sosyalleşme böceği mi ısırdı beni diye düşünmeden edemiyorum. Bir sürekli olarak insanlarla tanışma ve muhabbet etme hali geldi ki üzerime, başkası olsa acımasızca dalga geçerdim.
E, bu durumda dalga geçilecek kişi ben oluyorum. O zaman hızarı çalıştıralım...
Her şey aktarma yapacağım Frankfurt Havaalanı’nda Portland uçağını beklerken başladı.
Havaalanı kafeteryasında kahve içip kitabımı okuyorum efendi efendi. Üzerimde çocukların futbol oynarken çekilmiş bir fotoğrafının yer aldığı bir UNICEF tişörtü var.
Kahveyi veren kız ‘‘Futbolcu musun?’’ diye soruyor. (Bu soruyla ilgili süper bir anım var, onu da anlatayım sonra.) İçimdeki kötü insan bütün uyuzluğuyla ‘‘Ne yani koyun resmi olsa kasap mı sanacaktı?’’ diyor, o sese uymuyorum ve ‘‘Hayır ama hastasıyız bir yerde futbolun’’ diyorum.
‘‘Ben futbol oynadım bir süre’’ diyor. Daha önce futbol oynamış bir kadınla tanışmışlığım yok. Maçlarını filan seyrettim ama. İlginç geliyor ve ‘‘Hangi mevkide oynuyordun?’’ diyorum.
Ben tabii ki onun yalancısıyım ama lisedeyken bayağı hızlı bir santrformuş. Defans oynayarak başlamış, sonra santrfor yapmışlar. ‘‘Niye bıraktın peki?’’ diye soruyorum, dizinde ciddi bir problem yaşayınca bırakmak zorunda kalmış.
*
Kimsin, necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun gibi konularda laflıyoruz. Bu arada kahve almaya gelen bir başka eleman da futbol konuştuğumuzu duyuyor ve bize katılıyor.
Muhabbete yancı giren eleman St. Pauli taraftarı çıkıyor. St. Pauli, ayrıca yazılması gereken şahane bir Hamburg takımıdır. İki sezon önce Bundesliga'dan düşmüştü.
St. Pauli Beatles'ın ilk sahneye çıktığı, azınlıkların, marjinallerin yaşadığı, batakhane diyarı bir Hamburg semtinin takımı.
Geçen sezon da tutunamadılar ve bir küme daha düştüler. Yine de kombineleri çıkar çıkmaz bitiyor. Rengi kahverengi-beyaz. Karizmatik bir durumları yok renk itibarıyla ama tavrını seviyoruz St. Pauli'nin ve tişörtünü ara sıra gururla giyiyoruz.
Bunları anlatınca Alman arkadaş çok seviniyor ve duygulanıyor. Kafeteryadaki kız Hertha Berlin'i tutuyormuş. Tuttuğu takımın uyuz olduğunu söylüyoruz, bozuluyor.
Sonra ben diyorum ki: ‘‘Uçağa yetişmem lazım, yolum da uzun, haydi bana müsaade.’’ Eski futbolcu kızla, Londra yolcusu olan St. Pauli taraftarı genç ‘‘İyi yolculuklar’’ diyorlar.
*
Bu biiir. İkinci sosyalleşme patlamasını dün bahsetmiş olduğum Portland'lı Gibson Abi'yle yaşıyoruz. Onu bir daha anlatmayayım ama dün yazmadığım bir hikayemizi anlatayım Gibson Abi'yle
ABD'den ayrılacağım gün, ‘‘Seni milyoner yapacağım gitmeden Gibson Abi’’ diyorum. Gibson Abi, ‘‘Lotaryada çıkacak numaraları mı bileceksin’’ diyor.
Cebimden 20 milyon liralık banknot çıkarıp veriyorum. Sıfırları sayarken aklı uçuyor Türk Lirası'nın ABD doları karşısındaki durumundan habersiz olan Gibson Abi'nin.
Fazla heyecan delikanlıyı bozar şiarından yola çıkarak ‘‘Gibson Abi, gönül isterdi ki sana 1 milyon dolar çıkarayım. Fakat bu elinde tuttuğun paranın değeri 15 dolar gibi bir şey’’ diyorum. Yine de milyoner olmak hoşuna gidiyor.
Bu ikiydi.
*
Üçüncü hadise İstanbul'a dönüş yolunda Frankfurt'ta gerçekleşiyor. Yine kafeteryadayım. Futbolcu kız yok. Ama benim üstümde yine futbol temalı bir tişört var: Galatasaray tişörtü.
Yanımda oturan eleman ‘‘Galatasaray, Aaakan Sukuuuur!’’ diyor. ‘‘Yes’’ diyorum. Manchester Havaalanı'nda güvenlik görevlisiymiş. ‘‘Yanlış havaalanındasın o zaman’’ diyorum, çok gülüyor.
ABD'ye, Manchester'ın hazırlık maçlarını seyretmeye gidiyormuş. ‘‘Vaaay! Ağır taraftarlık durumumuz var yani’’ diyorum. Tatilini böyle değerlendirecekmiş. Önce Manchester maçları, sonra Amerikalı arkadaşlarıyla ver elini Miami.
‘‘İyi program’’ diyorum. Galatasaray'ı soruyor. Anlatıyorum. ‘‘DeBoer geldi, Hakan Şükür döndü...’’ Manchester'da Galatasaray'ın 3-3 biten maçında tribünde olduğunu söylüyor.
‘‘Ben de İstanbul'daki rövanşta tribündeydim güzelim’’ diyorum. ‘‘Cehennem!’’ diyor. ‘‘Yıkıyoruz Cehennem'i. Bu sene rakiplerin Cennet şeklinde algılayacakları bir olimpiyat stadında oynayacağız’’ diyorum.
‘‘Ferençvaroş mu şampiyon oldu?’’ diyor. ‘‘O senin söylemeye çalıştığın takım Fenerbahçe olmalı. Hayır, Beşiktaş oldu’’ diyorum.
Beckham, Hagi, Nihat, Tugay, Veron, Ronaldinho... ABD dönüşü, bir İngilizle, Almanya'nın bir havaalanında mesela Brezilyalı bir futbolcu üzerine konuşuyoruz.
‘‘Futbol dünyayı nasıl da küçültüyor’’ diyorum, ‘‘Haklısın’ diyor. Futbolun şerefine kaldırıyoruz kahve fincanlarımızı...
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2003
DEPLASMANA gitmek, tribün camiasında nefere itibar verir. Kocaeli, Bursa, Ankara, İzmir filan da mühimdir ama en itibarlı deplasmanlar uzak olanlardır. Şu hayatta Galatasaray'ın peşinden gitmediğim yer kalmadı herhalde. Burada uzun uzun deplasman muhabbeti yapmayacağım. Ama deplasman hadisesine noktayı koymuş olduğum da bilinsin istiyorum.
Arkadaşlar, bu fakir, geçen hafta Galatasaray'ın yıldız takımıyla birlikte Portland deplasmanındaydı.
Bizim 14-16 yaş takımı Nike Premier Cup'ta önce Türkiye sonra da Avrupa Şampiyonu olmuştu ya, işte o takım ABD'nin Oregon eyaletinin Portland şehrine Dünya Kupası oynamaya gitti.
Ben de aynen peşlerinden tabii. 6 maç yapıp 4'ünü kazandılar. 16 golle turnuvanın en çok gol atan takımı oldular. Hatta Özgürcan 6 gol atıp gol kralı oldu ama talihsiz bir Porto maçı yüzünden finallere kalamadılar ve 9'uncu oldular.
Canları sağolsun. Hepsini çok sevdiğim için isim vererek diğerlerine haksızlık etmiş olmak istemem. Fakat şu kadarını söyleyeyim, bu takımdan 4-5 yıl içinde A takıma bana göre en az 2, belki de 3 tane futbolcu gelir.
Hele bir tanesi var ki sormayın, öyle böyle değil. Başta Ali Yavaş ve Halim Fıçıcı olmak üzere bu takımı yaratan herkese Galatasaray camiası teşekkür borçludur.
***
Her neyse, sanırım yıldız takımla Portland'a giderek ‘‘uzak deplasman’’ konusunun dalağını yarmış olduğumu siz de takdir etmişsinizdir.
Portland'da 1 hafta boyunca sadece futbol maçı seyretmedim tabii ki. Mesela her gün Borders'a gitmek suretiyle iki kitap bitirdim.
Malum, yurt dışındaki kitapçılarda istediğiniz kitabı satın almadan, kitapçıda takılarak okuyabiliyorsunuz. Kimse de gelip ‘‘Hey man! Ne yaptığını sanıyorsun?’’ demiyor.
Hatta Japonya'da kitapçıda ayaküstü kitap okumak anlamına gelen ‘‘Taçiyomi’’ diye bir kelime bile var. Nereden biliyorsun diyeceksiniz, biliyorum ben öyle saçma sapan bazı şeyler işte.
Bir dünya yol gitmişim, çocuklararası bir futbol turnuvası seyretmek ve kitapçıda beleş kitap okumak dışında başka faaliyetlerim de oldu.
Mesela Kelly's Olympian'a gittim. Nedir Kelly's Olympian? Hiiiç, kaldığım otelin hemen dibindeki bar işte.
Portland'daki ilk günümde, gazeteleri kaptığım gibi kahve içecek bir yer aramaya çıktım. Ortalık Starbucks kaynıyor. Fakat benim amacım, kahvenin bittikçe tazelendiği türden tipik bir Amerikan kıraathanesi.
Kelly's Olympian Bar da tam böyle bir yer. Tavana sabitlenmiş 7 tane motosiklet biraz tuhaf gözükse de sakin, loş, rahat koltukları bulunan ve çok iyi müzik çalınan bir yer.
İkinci, üçüncü gün derken önce mürettebatla, yani bar personeliyle sonra da müdavimlerle muhabbete başladım.
Geceleri barda artık evimin bir eşyası gözüyle bakmaya başladığım taburemde oturuyorum. Hemen yanımda da Gibson Abi'nin taburesi var.
Gibson Abi Portland'ın içinden bir afro-amerikan. 54 yaşındaki bu kıymetli ağbim biraz daha yaşlı gösteriyor. Sürekli 1 dolarlık Keno (4 dakikada bir yeniden çekilen bir lotarya) oynuyor. Sürekli kaybediyor Gibson Abi.
Bana uğurlu rakam soruyor bir de habire. Uğurlu rakamımın bulunmadığını söylediğimde kızıyor ve ‘‘Bul bir tane’’ diyor. Her seferinde başka bir uğurlu rakam buluyorum 1'le 80 arasında.
Aldırmıyor Gibson Abi benim uğurlu rakamımın sürekli değişmesine.
Sonra bir akşam, Gibson Abi 1 dolarlık kuponuyla hiçbir rakamı tutturamayıp 2 dolar kazandığı bir anda (Var böyle bir uygulama hakikaten. Hiç bilemeyene de ikramiye var) beynimde ben diyeyim 20, siz deyin 40 mumluk bir ampul yanıyor.
Gibson Abi'ye Chevy Chase testi yapmaya karar veriyorum.
‘‘Gibson Abi’’ diyorum. Hakikaten böyle diyorum. Gibson Abi'ye tanıştığımız gün, ‘‘İstanbul'da sevdiğimiz arkadaşlarımıza bizden küçük bile olsalar Abi diyoruz. Ben sana bundan sonra Gibson Abi diyeceğim. Var mı itirazın?’’ diye sormuştum. ‘‘Kötü bir şey demek değil di mi bu?’’ diye sormuş, manasını öğrenince de ‘‘Peki bakalım’’ diye kabullenmişti durumu.
Nerede kalmıştık? Hah, ‘‘Gibson Abi’’ diyorum ‘‘Buyur’’ diyor. ‘‘‘‘Hav iz çoluk çocuk?’’ diyorum.
Gibson Abi bana boş boş bakıyor ve ‘‘What?’’ diyor. Tekrarlıyorum ‘‘Hav is çoluk çocuk?’’ Gibson Abi, parmağını kafasına dayayıp ‘‘Deli misin sen?’’ manasına gelecek şekilde çeviriyor.
Gülüyorum ve ‘‘Sen pozitif milliyetçilik diye bir şey duymadın mı?’’ diyorum. ‘‘O ne be?’’ diyor.
Cola Turca diyorum. Gibson Abi barmaid ablaya, Mary Ann'e dönüyor ve ‘‘Şuna sert bir şey ver de aklı başına gelsin’’ diyor.
Sonra da dönüp ‘‘Vat is çoluk çocuk?’’ diyor. Gibson Abi testi geçiyor. Mary Ann'e ‘‘Benden Gibson Abi'ye bir viski’’, babaya da dönüp ‘‘Bendensin’’ diyorum.
Gibson Abi gülüyor ve elini yeniden kafasına götürüp malum hareketi yapıyor.
Yazının Devamını Oku