Kanat Atkaya

Sokak Mobilyaları’nın dönüşü

14 Haziran 2003
Aslında ‘‘Sokak Mobilyaları'nın dönüşü’’ demek yanlış, bir yere gittikleri filan yok ki, onlar hep sokaktaydı. Kafa karıştırmadan önce Sokak Mobilyası nedir onu açıklayalım. Oktay Güzeloğlu'nu tanıyorsanız, Sokak Mobilyası nedir zaten bilirsiniz.

Oktay Abi'yi 13-14 senedir tanırım. Tiyatrocudur, yazardır, film yapımcısıdır, yönetmendir, Nevizade'deki Mini Meyhane'nin sahibidir. Yaptığı işleri saymak uzun iş vesselam. Ama bütün bunların ötesinde gariban babasıdır ve tam bir hayat adamıdır.

1990'ların son virajında eşi benzeri görülmemiş bir dergi yapmıştı ‘‘Hiç’’ diye. Dergi demek zor aslında. Bukowski'nin bile şapka çıkaracağı gerçek insan hikayelerinin birinci ağızdan anlatıldığı bir platformdu Hiç.

Yazarları arasında tinerciler, travestiler, eşcinseller, genelev kadınları, hırsızlar, dolandırıcılar, pavyoncular... Bu listede uzar gider.

Belki de dünyada eşine benzerine rastlanmayacak güzellikte bir dergiydi. Oktay Güzeloğlu, dergisinin kahramanlarıyla yaptığı röportajları ‘‘Sokak Mobilyaları’’ adı altında kitaplaştırmıştı hatta.

Hiç, çok çok ucuza satılmasına rağmen (Aslında tamamen bu sebepten ama Oktay Abi, garibanların hayatından para kazanacağına dergiyi kapatırdı zaten) kapanmak zorunda kaldı.

Ne zaman Oktay Abi'ye rastlasam ‘‘Abi çıkarmıyor muyuz dergiyi?’’ diye takılırdım, o da ‘‘Çıkarıyorum yine, biraz bekle’’ derdi.

Birkaç ay önce aradı ve ‘‘Kanat dergiyi çıkarıyoruz. Yarın gece kokteylimiz var. Bütün ekip toplanıyor’’ dedi.

O gün de Galatasaray-Fenerbahçe maçı var. Maç biter bitmez soluğu kokteylin yapılacağı yerde, İngiliz Konsolosluğu'nun karşı köşesindeki Fehmi Baba Birahanesi'nde aldım.

Hakikaten tüm ekip oradaydı. Masanın bir fotoğrafını çekmek mümkün olsaydı, emin olun size bir Fellini filmi karesi diye yuttururdum.

Uzun süredir görmediklerimi gördüm, yeni insanlarla tanıştım, yıllardır İstiklal Caddesi'nde gördüğüm fakat iki satır konuşmadığım ne kadar tip varsa onlarla muhabbet ettim...

İlk çıktığında 13 sayı devam edebilmişti Hiç. Oktay Abi, bu kez daha da ucuza satacağını, ama 4 sayfa yapacağını söyledi kokteylde.

Hiç'in çıkması için biraz daha beklememiz gerekti. Nihayet geçen ay, ilk sayısı (14'üncü sayı olarak) çıktı. Ertesi hafta da 15...

Hiç, her yerde bulabileceğiniz bir dergi değil. Son sayıda Recep Bülbülses'in inanılmaz hayat öyküsü var.

Şarkıcı veya film artisti olmaya çalışırken başına gelmedik kalmamış Bülbülses'in. Bu röportaj dışında Travesti Okşan'ın köşe yazısı, Volkan Hacıoğlu ve Fatoş'un şiirleri var.

Bir de tabii ki Eflatun Nuri'nin karikatürü.

Sokak Mobilyaları, zaman içinde büyük değer kazanacak. Kitabın yeni baskısı yapılıyor mu bilemeyeceğim.

Bulabilirseniz, bir de ‘‘Beyoğlu'nda Garibanın Otopsisi Yapılmaz’’ı okuyun. Onu da Oktay Güzeloğlu yazmıştı.

Burada size, Sokak Mobilyaları röportajlarından birkaç örnek vermek isterdim ama, bölününce hiçbir anlamları kalmıyor. O sebepten bu işe kalkışmıyorum. Merak eden zaten ne yapar eder bulur...


32 sayfada 34 Gürtuna fotosu


Geçen hafta, mahalle kahvesinde oturuyorum. Yanımda kitap yok. Bir şeyler okuyacağım ama kahvedeki bütün gazeteleri, dergileri okumuş vaziyetteyim. Okumadığım ne var diye bakınırken İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bültenine rastladım. Karıştırmaya başladım. Şimdi ‘‘Belediyenin basın bülteninde başka ne olmasını bekliyordun ki?’’ diye sorabilirsiniz. Ama kardeşim, 32 sayfalık dergide 34 tane Ali Müfit Gürtuna fotoğrafı da kullanılmaz ki. Bir de eğer Gürtuna, fotoğraflardan anladığım yoğunlukta yaşıyorsa, makamına çok az uğrayabiliyor demektir. Haydi, fotoğrafları da geçiyorum, normaldir diyelim... Bulmaca sayfasındaki sorulardan biri neydi biliyor musunuz? ‘‘İstanbul Büyükşehir Belediye başkanımızın soyadı nedir?’’ Bu kadarına da harbiden pes yani!
Yazının Devamını Oku

Sigara bırakma toplantısı notları

13 Haziran 2003
BUNDAN iki sene kadar önce, Sigarayla Savaşanlar Vakfı bizim gazetede küçük bir uygulamayla 10-15 kişiye sigarayı bıraktırmıştı. Aralarında sıkı tiryakilerin de bulunduğu bu gruptan hiç kimse bir daha sigaraya el sürmeyince, uygulamanın tekrarlanması için ufaktan kulis çalışmaları başlatıldı.

Başlarda ‘‘Hadi kardeşim, adam sigarayı kendi bırakırsa bırakır işte. Bunun tedavisi mi olurmuş, yemeyin bizi peynir ekmek gibi’’ diyenler de öncü grubun sigarayı bırakması karşısında ikna oldu.

Bunun üzerine Sigarayla Savaşanlar Vakfı, ikinci kez gazetemizi ziyaret etme kararı aldı.

Çetin Emeç Konferans Salonu'nda bir toplantı yapılacağı, sigarayı bırakmak isteyenlerin bu toplantıya katılması gerektiği duyuruldu.

Ben de katılmaya karar verdim. Bu konuda başarısız girişimlerim olmuştu daha önce. Belki bu sefer bırakırım ümidiyle salonun önüne gittiğimde, az sonra toplantıya katılacak olan ekibin önemli bir bölümü dışarıda sigara içerek sohbet ediyordu.

Ben ayıp olmasın diye paketi odada bırakmıştım. Teknik Servis'ten pırlanta kalpli Sedat Sungur kardeşim, ‘‘Yakacak mısın Kanatçım?’’ diye sigara uzattığında, ‘‘Heceleyerek söyleyeyim abi, o ve de ha!’’ dedim.

Uzatmayalım, toplantıya girdik. Vakfın kurucusu Ubeyd Korbey, bizi sigaranın zararları konusunda bilgilendirecek, tedavi yöntemini anlatacak vesaire.

Kurulduk koltuklara, başladık dinlemeye. Ubeyd Bey, bildiğimiz şeyleri de anlatıyor, bilmediklerimizi de.

Bir noktada, sigaranın içinde neler olduğunu sıralamaya başladı. ‘‘Tüpgaz’’ diyor, ‘‘Böcek öldürücü’’ diyor, ‘‘Tuvalet temizleme malzemesi’’ diyor, ‘‘Asfalt’’ diyor, ‘‘Fare zehiri’’ diyor, ‘‘Gaz odalarında kullanılan zehir’’ diyor, yani fena şekilde ağır konuşuyor, biz de panik halde dinliyoruz.

Liste uzayıp giderken Ubeyd Bey ‘‘Füze yakıtı da var içtiğiniz bu merette sayın arkadaşlar!’’ deyince, arka sıralardan bir ‘‘Vay şerefsiz izmarit!’’ sesi yükseldi.

Döndüm baktım, eleman tanıdık. Gözünü öyle bir nefret bürümüş ki sigaraya karşı, kapıdan o dakika çıksa, binanın arkasındaki büfeyi basıp sigaraları paralayacak, ‘‘Utanmıyor musun bu zehri satmaya bre hain!’’ diyerek büfecinin marizine kayacak...

Ama bu kendini böyle gaza getirmiş vaziyetteyken, gömlek cebindeki sigara da pırıl pırıl duruyordu.

Neyse efendim. Ubeyd Bey, daha sonra sigaranın temel malzemesi olan tütünün ipliğini pazara çıkarmaya başladı.

Yalnız bunu yaparken kullandığı ifadeler, sigara tiryakilerini hafiften kıllandırdı. Kötü niyetle söylemiyor ve tabii ki hakikati konuşuyor ama tütün anlatmaya da ‘‘Efendim, bu tütünü ayılar, öküzler bile yemez tarladayken. Böcek bile konmaz bunun üstüne. O kadar rezil bir şeydir bu tütün saygıdeğer tiryakiler!’’ diye girilmez ki...

Dış Haberler Servisi'nden Hüseyin, ‘‘Usta, hakaret ediyor ama...’’ dedi kulağıma. ‘‘Doğruyu söylüyor adam, yalan mı?’’ dedim ben de.

Ubeyd Bey, hakiki manada etkileyici konuşmasını, birtakım görüntülerle güçlendiriyor bir yandan. Beklenen görüntünün perdeye yansıması gecikmedi: Sigara içen şahsın ciğeriyle, sigara içmeyen şahsın ciğeri.

Biri pırıl pırıl, bembeyaz... Diğeriyle sanki kış hazırlıkları kapsamında baca temizlemişsin...

Bu görüntüye toplantıya katılanların genel tepkisi -daha önce görmüş olsalar da- ‘‘Hiiiii!’’ şeklinde olurken, anladığım kadarıyla aklı hálá şampiyonluk kutlamalarında olan bir arkadaş, ‘‘Beşiktaş forması gibi be!’’ yorumunu yaptı. Gerçek taraftar budur işte, bir Galatasaraylı olarak ayrıca tebrik ettim kendisini...

Toplantının sonunda hepimiz, bir tek sigara göstermek suretiyle korkutulup, cüzdanını teslim edecek hale gelmiştik. Öyle doldurdu bizi Ubeyd Bey...

Fakat, toplantı sonrasında yemek, yemek sonrasında kahve faslına gelince bir sigara yaktık utana sıkıla.

Talep çok olduğundan, sırayla tedavi olacağız. Benim sıram henüz gelmedi. Üç seansta, vücuda ışın veriliyor. Bu ışınla endorfin salgısı artırılıyor ve sigara bırakmanın en zor günleri daha rahat atlatılıyor.

Ama 10 gün kadar, kahve, alkol gibi sigarayı hatırlatacak şeylerden uzak duruluyor.

Şimdi aranızda soranlar çıkacaktır. Ben nasıl ulaşabilirim bu hizmete diye. 400 milyon liranızı hazırlayıp (Ki bu birkaç aylık sigara parası olarak hesaplanıyor), 216 26 26 no'lu telefondan vakfa ulaşabilirsiniz.

Haydi hayırlısı bakalım...

Kullanmadığınız eşyayı bağışlayın

KADIN Emeğini Değerlendirme Vakfı'nın (KEDV), yoksul kadınların ekonomik girişimlerini görünür kılmak ve daha da güçlendirmek amacıyla düzenlediği Nahıl Pazar Yeri, 15 Haziran’da Okmeydanı'nda açılacak. KEDV İktisadi İşletme Sorumlusu Semra Sepet, Türkiye'nin her yerinden kadın emeği için bağışlanacak her şeyin Express Cargo aracılığıyla ücretsiz olarak kendilerine ulaştırılacağını belirtti. Sepet, büyük ev eşyaları için vakfın 0212 292 26 72 telefonuna ya da ‘‘kedv@turk.net’’ e-mail adresine başvurulmasını istedi.
Yazının Devamını Oku

20 bin kadınla yatan adamı tanıyınız

7 Haziran 2003
YİNE aynı şey oldu. Çarşamba günkü gazetede bir haber vardı. İtalya'nın faşist diktatörü Mussolini, 23 yıllık iktidar döneminde 5 bin kadınla yatmış. Yatmıştır, yatmamıştır beni zerre kadar ilgilendirmez. İşin beni ilgilendiren başka bir yönü var.

Şimdi bu tür bir rekortmen çıktığı zaman hemen habere eklenen bir kutu oluyor: Hızlı Erkek Top 10'u...

İşte o listenin en başında açık ara fark koymuş bir isim göze çarpıyor hemen: Wilt Chamberlain.

Chamberlain 20 bin kadınla yatmış. En yakın takipçileri olan aktör Errol Flynn ve yazar Georges Simenon ise 10'ar bin kadınla yatmışlar.

Durum anlaşıldıysa, ben asıl söylemek istediğime geleyim ufaktan.

Arkadaşlar, Chamberlain'in Türkiye'de 20 bin kadınla yatan adam olarak tanınması beni üzmeye başladı.

Yahu bu adam NBA tarihinin gelmiş geçmiş en büyük oyuncularındandır. Yani bir sıralama yapılsa Chamberlain'i birinci sıraya koyarlar herhalde ABD'de.

Bakınız böyle 'tornavida' olarak görülen Chamberlain (ki baba 1999'da 63 yaşında aramızdan ayrıldı) neler yapmış.

Liste çok uzun ama ben birkaç örnek vereceğim.

NBA tarihinde tek maçta en çok sayı atan oyuncu. Philadelphia 76'ers'da oynarken, 5 Nisan 1967'de Boston Celtics'e tek başına 100 sayı atmıştı. Rekora yaklaşabilen bile yok.

1962 yılında 50.2 sayı ortalamasıyla tamamladı. Bu şaşılacak bir durum değil Chamberlain'i tanıyanlar için. Çünkü 1045 NBA maçı oynayan Chamberlain, tam 118 maçta 50 ve üstünde skor yapmış.

Chamberlain, NBA'de oynadığı süre içinde 31 bin 419 sayı atmış, 23 bin 924 ribaund almış.

Eh, bu kadar skor takıntılı büyük bir oyuncunun 20 bin kadınla beraber olmasını da normal karşılayabiliyor insan.

Bu konuyla ilgili olarak son bir şey daha söylemek istiyorum. Bizde çıkan haberde ‘‘Listedeki tek Türk’’ olarak Mehmet Ali Erbil gösterilmiş ve 500 kadınla yattığı öne sürülmüş. Kadir İnanır'ın da 2 bin kadınla birlikte olduğu söyleniyordu. Kadirizm'in yumruğu şimşek gibi iner adamın kafasına sonra. Benden uyarması...


Tele-rehberlik hizmeti


PAZAR sabahı, gazeteler, pazar gazeteleri, bulmaca ekleri, insert ilanlardan mürekkep yığının ortasında debelendiğim sırada ilk telefon geldi.

‘‘Kanatçım n'aber?’’

‘‘Duruyorum. Senden n'aber?’’

‘‘İyi. Ya, bir şey soracağım sana. San Antonio Di Padova Kilisesi neredeydi?..’’

‘‘İstiklal Caddesi'nde.’’

‘‘Teşekkür ederim.’’

Telefonu kapattıktan sonra jeton düştü. Acaba niye sormuştu benim güzel arkadaşım pazar sabahı arayıp böyle bir soruyu. Herhalde misafiri filan var, onu gezdiriyordur diye düşünüp gazetelere döndüm. 10 dakika sonra yine telefon, yine o arkadaşım...

‘‘Kanatçım, Suriye Pasajı neredeydi?’’

‘‘Gönül Sokak'la Derviş Sokak'ı bağlar o pasaj...’’

‘‘Sağol’’ Ve de çat!

Sinirlerim hafiften kımıldamaya başladı tabii.

Bir daha ararsa, cevap vermeden önce soracağım ‘‘Niye soruyorsun bunları bana ey güzel arkadaşım?’’ diye.

Normal düzene geçmeme ramak kalmışken telefon tekrar çaldı.

‘‘Agatha Christie, Pera Palas'ta kaç numaralı odada kalmıştı?..’’

‘‘411. Ama niye soruyorsun?’’

Meğer, grup olarak bir yarışmaya katılmışlar. Verilen listedeki yerleri bulacaklarmış filan da falan.

Beni de muhite hakim olduğum için tele rehber seçmişler. Birkaç kez daha aradılar, elimden geldiğince yardımcı oldum.

Birkaç saat sonra tekrar aradı ve yarışı başka bir ekibin kazandığını söyledi. ‘‘Sağlık olsun’’ dedim.

Tam telefonu kapatırken sordu: ‘‘Ya, hepsini anladım da, Agatha Christie'nin oda numarasını nasıl böyle şak diye söyleyebildin sen?’’

Hafıza küpü filan değilim tabii ki. Tamamen bir tesadüf. Olaydan birkaç gün önce, Jak Deleon'un Beyoğlu Rehberi'nden bir şeye bakmam gerekmişti.

Kitabı açınca, sayfaları karıştırmaya ve takılmaya başlıyorsunuz. Agatha Christie'nin Pera Palas macerasını da bir kez daha takılıp okumuştum.

Oradan da aklımda kalmış 411 numaralı oda.

Çok havalı oldu tabii şak diye cevap vermek ama, dediğim gibi tesadüf işte...
Yazının Devamını Oku

Alternatif tıp önerisi: Retoks

6 Haziran 2003
PROFESÖR Dr. Osman Müftüoğlu'nun yazılarını ilgiyle ve beğenerek okuyan ancak dediklerini yapamayanlardanım. Müftüoğlu'nun sağlık konusuna yaklaşımına göre, benim mesela bir ocakbaşı áleminin ardından ölü olarak kabul edilmem gerekir.

Normal bir ocakbaşı áleminden bahsetmiyorum. Beyoğlu Ocakbaşı'nda kıymetli kardeşim Zübeyir'in kırmızı eti, neredeyse bir dana boyutunda sunduğu, rakı ve sigaranın konuşabilseler ‘‘Yuh!’’ diyebilecekleri boyutta tüketildiği ‘‘retoks’’ álemlerinden bahsediyorum.

Osman Müftüoğlu ve ‘‘retoks’’ muhabbeti, böyle bir álem sırasında, yaklaşık iki hafta önce açıldı.

Klasik perşembe toplantılarımızdan birini ocakbaşında idrak edeceğiz. Dört kişiyiz. Dar kadrolu geceler bazen daha iyi olabiliyor. Hem o geceki kadro, perşembe ruhunu çok iyi bilen kemik kadro.

Medya konusunda muhabbetin her türlüsünü yıllardır dinlediğimden, bu tür bir konuşma başladığında direkt ortamdan uzarım.

Arkadaşlarım da bu durumu gayet iyi bilir. Fakat o akşam, çöp şişlerin ‘‘Abilerim bakın biz geldik, indirin bizi gövdeye artık’’ dedikleri esnada bir eleman ‘‘Osman Müftüoğlu'yla muhabbetin var mı?’’ diye sordu.

‘‘Yok’’ dedim, ‘‘Sadece bir kere Hürriyet'in yaş günü kutlaması sırasında uzaktan gördüm. Sonra aynı gecenin devamında Sedat Ergin'le birlikte Babylon'a geldiler... Dikkat ettim; kırmızı şarap değil, viski içiyordu.’’

* * *

‘‘Çok temiz, çok anlaşılır yazıyor’’ dedi arkadaşım. Gazetedeki yazılarını çok beğenince kitabını da almış.

Bizimki böyle uzata uzata hayranlığını anlatırken, Osman Müftüoğlu içeri girse, bunun yediklerini içtiklerini görse, yazdığı kitabı kafasına vurmak suretiyle döver elemanı.

Sağlığına, yediğine, içtiğine dikkat eden normal bir insanın ancak bir yıl içinde bünyesine alacağı kolesterol miktarını, tek bir dürümle indiriyor gövdeye...

Haliyle müdahale ettik: ‘‘Okuduğundan hiç ders almıyor musun? Osman bey seni böyle görse kafanı kırmaz mı?.. Hani nerede koyu yeşil sebzeler, beyaz etler? Elindeki rakı kadehi ne öyle?.. Sigara da içiyorsun... Cık, cık, cık...’’

Kaburgaya aşkla bakarak cevap verdi: ‘‘Ben alternatif tıbba inanıyorum. Benim yaptığım bu uygulamanın adı retoks...’’

‘‘Retoks ne be?’’ dedik.

‘‘Detoks neyse, onun tam tersi’’ dedi.

‘‘Açıkla bakim, neymiş retoks?..’’

* * *

‘‘Baba, şimdi haftada bir buluşmuyor muyuz biz? Ben bütün haftayı Osman Müftüoğlu ilkelerine sıkı sıkı tutunarak geçiriyorum. Alkol yok, kahve yok, sigara günde üç tane, kırmızı et yok... Meyve ve sebze ağırlıklı besleniyorum, bol su içiyorum vesaire.

Sonra buluştuğumuz günlerde direkt retoks yapıyorum. Yani dayıyorum bünyeye kırmızı eti, rakıyı, sigarayı... Metabolizma hafiften afallıyor. Ertesi sabahtan itibaren yine sağlıklı yaşama dönüyorum...’’

Bütün bu konuşmalar yapılırken sürekli ‘‘botoks’’ diyen bir elemanı kafasına yumruk indirmek suretiyle uyardıktan sonra ‘‘retoks’’un mucidi olan sevgili arkadaşımızı, bu parlak yöntemi bize sunduğu için kutladık.

Gecenin sonunda ‘‘Müftüoğlu sen bizim her şeyimizsin’’ tezahüratıyla dağılmak üzereyken bundan böyle ‘‘retoks’’ şeklinde çağırma kararı aldığımız arkadaş, hızını alamayıp bir öneri daha getirdi.

‘‘Biz şimdi, bu kadar zararlı şeyi tükettikten sonra nasıl detoks oluruz biliyor musunuz?’’

‘‘Bilmiyoruz canım.’’

‘‘Belediyeden vidanjör isteriz, heh heh!’’

‘‘Tabii güzel kardeşim tabii... Sen git bi yüzünü yıka açılırsın. Vidanjörmüş... Yahu bu kadar kötü espri yapılır mı?.. Şerefsiz tosbağa!’’
Yazının Devamını Oku

Çetin Alp'le beraber kim sıfır çekmişti?

31 Mayıs 2003
ÇİZGİ roman, 1980'ler sınavlarından sonra bir daha ‘‘Çıkarın kağıtları kalemleri, sınav yapacağım’’ havası yaratmaya hiç niyetim yoktu fakat Eurovision patladı...

Geçmiş yılları hata yapmadan hatırlamak pek mümkün değil. Bu sebepten, internet üzerinde Eurovision konusunda hizmet veren ve ‘‘www.eurovisionsong.info’’ adresinden ulaşabileceğiniz web sayfasını kaynak olarak kullandım.

Bazı senelerin katılımcılarını okurken bile, yüreğimin üzerine buharlı ütü bastırıyorlarmış gibi hissettim. Nasıl bir his diye denemeyeceksiniz umarım, teşbih yapıyorum.

Her neyse, size cumartesi eğlencesi olsun bu küçük sınav. Bu kez cevapları da veriyorum, öyle bir hafta bekletmek hoş olmuyor çünkü. Bir de kendinizi kasmayın, bahsettiğim internet sitesi olmasa, bırakın cevapları bilmeyi, soruları bile hazırlayamazdım.

SORULAR

Yazının Devamını Oku

Eurovision'dan sonra hayat var mı?

30 Mayıs 2003
ÇOCUKLUĞU ve ilk gençlik yıllarında Eurovision Şarkı Yarışması zulmünü bizzat yaşamış talihsiz bir kuşağın üyesi olarak, geçen cumartesi gecesinden beri kafam karışmış durumda. Kariyeri boyunca gol atamamış bir futbolcunun jübile maçında hat-trick yapması gibi bir şey bu desem uygun olur mu acaba?

Başarısızlığı artık kök hücre düzeyinde benimsediğimiz ve ilgimizi her manada kaybettiğimiz bir yarışmada gelen birinciliğe hazırlıksız yakalandığımı itiraf edeyim öncelikle.

Yarışmanın yapılacağı gece, 'www.batug.com'un ikinci yaşını kutluyorduk kalabalık bir grupla.

Ekipteki herkes kafayı NBA ile kırmış olduğundan, kutlama yaptığımız mekandaki -ki Boxer Cafe oluyor burası- dev ekranda Murat Kosova ve Kaan Kural'ın programının seyredilmesi düşünüldü.

Fakat sonra ‘‘Basketbolun uzmanıyız; t.A.T.u.'nun hastasıyız’’ diyen bir grubun baskısıyla Eurovision'un seyredilmesine karar verildi. Ama o da sadece görüntü olarak, ses açılmadı.

Bütün bunlar yaşanırken olaya ilgisiz kaldığımı itiraf etmeliyim.

Bu ilgisizliği entel ukalalığı olarak görmeyin. Özellikle genç arkadaşlar, bizim yaşadığımız acıların yakınından bile geçmedi.

Gazetelerin yarışma günü verdiği puan cetveli elimizde, televizyon karşısına kurulup ‘‘sıfır’’ çektiğimiz, tuhaf bir milliyetçilik duygusuyla dolup taştığımız günleri, bu yolda dinlediğimiz birbirinden fena şarkıları bilmiyorlar.

‘‘Fena şarkılar’’dan kastım, sadece Türkiye'nin şarkıları değil. Mesela Portekiz adına yarışan Gemini adlı grubun ‘‘Dai-Li-Dou’’ adlı şarkısını dinleyip de hayatının kalan kısmında rasyonel hiçbir karar alamamış insanlar tanıdım ben; yaa!

Finn Kalvik adlı şahsın ‘‘Aldri i Livet’’ini kaçınız hatırlar sonra, sorarım size...

***

Uzun lafın kısası, zamanında bize çok acı yaşattığı için bu hadiseye ilgi göstermiyorduk.

Partiye katılan ekibin bir bölümü, puanlandırma aşamasını bir alt kata inerek ‘‘sesli’’ takip etmeye karar verdi.

Bu arada Eurovision kurbanları olarak, yıllarca beraber toplu terapi yaptığımız ekipten tuhaf mesajlar gelmeye başladı: ‘‘Oğlum, bilmem kim bize 12 puan verdi!’’ Eh, çok iyi bari...

‘‘Bilmem kim de 10 puan çaktı, üçüncüyüz.’’ Bravo size aslan parçaları.

Fakat yarışma tamamlanıp da birinci olduğumuzu öğrendiğimde, nasıl tepki vereceğimi şaşırdım.

Makus talihi sonunda bir köşede kıstırıp ağzını burnunu dağıtmış gibi mi hissetmeliydim, yoksa yıllardır bu mevzu her açıldığında yaptığım gibi ‘‘Kime ne abi Eurovision'dan?..’’ mı demeliydim.

Bugüne kadar sessizliğimi korudum.

Yazılanları çizilenleri, yapılan yorumları takip ettim. Sertab Erener'i karşılamaya gidecek kadar olmasa da, içten içe sevindiğim anlar daha çok oldu.

***

Şimdi bir Ajda Pekkan şarkısı eşliğinde ‘‘Sardı korkular, gelecek yıllar’’ pozisyonunda, bir soru işareti gibi kıvrım kıvrım kıvrılmış vaziyette başımıza gelecekleri bekliyorum.

Seneye yarışma hangi ilimizde yapılacak? Bana izlenim yazdıracaklar mı? Türkiye'yi kim temsil edecek? Başka ülkelerden kimler gelecek? Sunucu kim olacak? Esra Ceyhan ve Uygur Biraderler sunabilir mi mesela? Bana izlenim yazdıracaklar mı?

Kaçıncı olacağız? Allah muhafaza, sonuncu olursak rezalet çıkacak mı? Nil Demirkazık orada olacak mı? Tabii ki olacak da, mesela yarışmada Türkiye'yi temsil etmek için çaba gösterecek mi? Ve bana izlenim yazdıracaklar mı?

Türkiye'nin tanıtımını yapacağız derken, milleti kendimizden iyice soğutacak mıyız? Gelen yarışmacılara kapıda vize uygulayacak mıyız?

Ve, hepsinden ama hepsinden önemlisi, kabusumla yüzleşecek miyim: Yani bana izlenim yazdıracaklar mı?..
Yazının Devamını Oku

Rock bar müdavimi medya ünlüleri

24 Mayıs 2003
KEMANCI'nın sahibi Zeki arkadaşımdır. Çok eskiden beri tanırım. Geçenlerde gazeteye kocaman bir zarf geldi Kemancı'dan. Nedir diye açtım baktım, kendini nar zanneden büyük zarf, küçücük başka zarflar doğurdu (Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane hesabı... Kötü espri. Kendimden tiksindim desem yeridir...)

Neyse işte, Kemancı giriş kartlarını dağıtayım diye toplu halde bana yollamışlar.

Taş atıp da kolum mu yorulacak, tabii ki dağıtırım. Zarfların üstündeki isimlere bakarak, servislere göre ayırıyorum.

Gayet normal gidiyor: Ayşe Arman, Neyyire Özkan, Latif Demirci... Hani onlar da belki gitmez ama gitmeleri de dünyanın en enteresan hadisesi olmaz.

Fakat birkaç isim dikkatimi çekti. Hazırsanız örnek vereyim: Ertuğrul Özkök, Doğan Hızlan, Sevgi Gönül...

Liste böyle uzayıp gidiyor.

Sevgi Hanım'la tanışma şansım olmadı. Fakat yazılarından anladığım kadarıyla, hobileri arasında bira içip rock müzik dinlemek yoktur.

Aynı şey tabii ki Doğan Bey için de geçerli. Doğan Bey, tanıdığım en iyi klasik müzik meraklısıdır. Ve kendisiyle zaman içinde yaptığımız konuşmalardan anladığım kadarıyla rock ve türevlerini 'primitif' olarak değerlendirmektedir.

Ertuğrul Özkök, halkla son temas kurduğu tarihi kendisi bile hatırlamaz. Eğer bir gün onu Kemancı'da görürsem müsaadenizle şak diye bayılırım.

Ben yine de Kemancı'nın yeni kart sahiplerini tanıtarak toplumsal bir vazife yerine getirdiğimi düşünüyorum.

Takdir yüce halkımızın.

Cimbom maçı olmasa Fener Stadı'ndaydım


YARIN Fenerbahçe, saat 17.00'de Diyarbakırspor'la Kadıköy Şükrü Saracoğlu Stadı'nda oynuyor.

Normal şartlarda Kadıköy tarafına senede bir gün geçiyorum. O da Galatasaray'ın Fenerbahçe maçı için oluyor.

Fakat pazar akşamı Galatasaray-Beşiktaş maçı olmasaydı, kesinlikle Fener maçında olurdum.

‘‘Sana ne oluyor? Hasta mısın?’’ diyeceksiniz. Hemen açıklayayım. Fenerbahçe, yarınki maç hasılatını Bingöl Depremi'nde zarar görenlere verecek.

Hakikaten şık bir hareket. Bildiğim kadarıyla, kombinesi bulunanlar da hazırlanacak kutulara yardımda bulunacak.

Bu kararı alanları ve o gün Fenerbahçe maçına gidecekleri şimdiden kutluyorum.

Damarda kan sarı-kırmızı akarken kaderde Fener'i kutlamak da varmış. Ama doğru hareket olduğu zaman seve seve kutluyor insan işte; ezeli rakibi bile olsa gönülden kutluyor...

Kupa fotoğrafı


Geçen hafta, Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı alışının yıldönümü olduğu için küçük bir yazı yazmıştım.

Normal olarak UEFA Kupası'nın fotoğrafı kullanılmalıydı. Fakat gazeteyi bir aldım cumartesi günü; aaaa bu Süper Kupa...

Tabii kupa çok olunca karışıyor da. Sayfayı yapan arkadaşa sordum: ‘‘Birader sen hangi takımı tutuyorsun?’’ diye. Söyledi.

E, haklı çocuk, bilemez ki UEFA Kupası nasıl bir şeydir, Süper Kupa nasıldır?.. Hata yapmış. Kıyamadım kerataya. Yine de düzeltir, özür dileriz ekip olarak.
Yazının Devamını Oku

ABD'nin gizli silahı: Wesley Wills şarkıları

23 Mayıs 2003
AMERİKAN askerleri, Iraklı esirleri sorgularken dirençlerini kırmak için Metallica albümleri ve Susam Sokağı şarkıları dinletiyormuş. Metallica'ya diyeceğim yok ama bir insana Susam Sokağı şarkısı dinleten kişi gözümde savaş suçlusudur, ona göre.

Yapılır mı bir insana bu ya?..

Buyrun size ‘‘Kordele’’ adlı çocuk şarkısının sözleri:

Örelim al kurdeleler

Örelim sevimli köşeler

Al ve beyaz kurdelemiz var

Ne istersen şarkımızda var

Tralla lalla, lalla, lalla

Çözelim al kurdeleler

Çözelim sevimli köşeler

Al ve beyaz kurdelemiz var

Ne istersen şarkımızda var

Tralla lalla, lalla, lalla

***

Bir Iraklı esir için Metallica da dağıtıcı olabilir, kabul ediyorum.Ama çocuk şarkısı olmaz, olmamalı.

Bu haberle ilgili olarak gazeteden arayıp görüş istediklerinde ‘‘Metallica dinleterek ağzımdan bir kelime alamazlar’’ demiştim. Tabii bazı okurlar ‘‘Ne dinletirsek çözülürsün?’’ diye mesajlar yolladı.

Hepsini tek tek aydınlatmak yerine, buradan toplu cevap vermeyi uygun gördüm. Susam Sokağı'nınkiler de dahil olmak üzere herhangi bir çocuk şarkısını dinleterek benden istediğinizi öğrenebilirsiniz.

Ama liste bununla sınırlı kalmaz tabii ki.

Etnik müziğin pek çok örneği de aynı işi görür. Mesela bir Mali Halk Türküleri albümü, Bolivya Yaylaları'ndan Ninniler, Aborjin Uzunhavaları filan aynı etkiyi gösterir.

Metallica'yı Britney Spears durumunda bırakacak kadar sert müzik yapan heavy metal topluluklarını dinletirseniz konuşurum.

1980'lerde esir düşseydim, herhangi bir CC Catch, Bad Boys Blue veya Modern Talking albümü de aynı etkiyi gösterirdi.

Alman soft porno filmlerinin müziklerini toplayan birini tanımıştım. Hakiki manada tedavi görmesi gereken bir insandı. Bu filmlerin müziklerini 'sample' olarak kullanıp kendince şarkılar üretiyordu.

O bana T. Valentine diye bilinen (adı batasıca) şahsın ‘‘Hello Lucille Are You A Lesbian?’’ adlı şarkısını dinletmişti.

Yine aynı şahıs sayesinde, dünya üzerinde net bir şekilde kanımı dondurabilecek belki de tek kişiyi, (adını yazarken bile ürperiyorum) Wesley Wills'i tanımıştım.

Arkadaşlar, Wesley Wills pek bilinmeyen ve hatta bilinmemesinde müthiş faydalar bulunan bir şarkıcı.

Yaptığı müziği tanımlamak gerçekten zor. Karışık teknik çalışıyor. Bir zamanlar bir Dr. Hüso vardı. Arada sırada çıkardığı albümleri yollardı. Dr. Hüso albümü dinlerken kontrolü tamamen kaybedip kafasını duvara vurana bile rastladım.

Her neyse; bu Wesley Wills adlı eleman, müthiş kötü bir müzik yapıyor, fakat gerek çarpıcı şarkı sözleri, gerekse sözlerden daha çarpıcı şarkı isimleriyle bir şekilde kendini dinletmeyi başarıyor size.

‘‘Nereden bulurum?’’ diye sormayın bana yalnız. Amazon'dan filan bakın çok kaşınıyorsanız.

Ben size sadece bazı şarkılarından örnekler vermekle yetineceğim.

İlk dinlediğim şarkısının adı -sıkı durun lütfen- ‘‘The Vultures Ate My Dead Ass Up’’ idi. Uygun bir şekilde Türkçe'ye çevirmeyi denersek: ‘‘Akbabalar Ölü Kıçımı Yedi Bitirdi...’’

Niye böyle bir şarkı yazmış, o sırada nasıl bir ruh halindeydi bilemiyoruz tabii ki.

Sevimli Hayalet Casper'la da bir meselesi varmış ki Wesley Abi'nin ‘‘Casper The Homosexual Friendly Ghost’’ diye bir başka şarkı yazmış. Bunu çözmek çok zor değil, o yüzden çevirmeyeyim.

Çizgi roman áleminden kendine kurban olarak Batman'i seçip, onun için ‘‘I Whooped Batman's Ass’’ diye bir şarkı yazmışlığı da var.

Wesley Abi, Saddam için de bir şarkı yazmış. Onun adı da ‘‘Rock Saddam Hussein's Ass...’’

Gördüğünüz gibi, ‘‘kıç’’, Wesley Abi'nin müziğinin ana temalarından biri.

200 kiloluk afro-Amerikan Wesley Abi'mizin ‘‘I'm Sorry That I Got Fat (I Will Slim Down’’ adlı çalışmasının sözlerinden bir bölüm aktarmak istiyorum müsaadenizle:

‘‘Ben şişman olmadan önce inceciktim.

Sonra McDonald's yemeye başlayınca böyle oldum

5 yıl boyunca McDonald's yedim sadece...

1987'den 1991'e...’’

Nasıl, çok yaratıcı değil mi?

Iraklı esirler yatıp kalkıp dua etsinler, ABD birlikleri yanlarında Wesley Wills albümü götürmemiş...
Yazının Devamını Oku