GEÇEN hafta, bir grup ballı gazeteci, Danimarka'da düzenlenen ve álemin en baba rock festivallerinden biri olarak bilinen Roskilde Festival'i bizzat yerinde görmeye gittik.
Gazeteci milleti öyle ‘‘Toplanıp Danimarka'ya gidip festival seyredelim’’ demez, dese de yalan konuşmuş olur. Bizi oraya Tuborg götürdü.
Yer darlığından dolayı kimin ‘‘Ben ihtiyarım kuyruğa filan giremem, gidip bana bira alın’’ dediğini, kimin koç gibi delikanlıyı ‘‘Abi kızın hastası oldum... Üstünü çıkardı aaaa!’’ diyerek bir müddet kestiğini filan yazmayacağım.
Yoksa istemez miyim bir grup medya leşkerinin ipliğini pazara çıkarmayı, isterim ve de bayılırım.
Süremiz kısıtlı olduğundan festivalin tamamında orada bulunamadık. Ama sizi çatlatmak için saymam gerekirse Coldplay, Metallica, Sigur Ros, Dave Gahan, Iron Maiden ve Beth Gibbons'ı çatır çatır canlı olarak seyrettik.
Kan, ter, gözyaşından mürekkep yolculuğumuzun finalinde, bütün gün sabana vurulmuş bir dana misali yorgun argın ve fakat huzurlu bir şekilde Roskilde kırlarına yayıldığım bir anda ‘‘En çok kimi beğendin?’’ diye sordu ekipten biri.
‘‘Bu álemin kralı Iron Maiden'dır. Eddie'den başka maskot, leylekten başka kuş tanımam’’ dedim.
Babalar hakikaten Metallica'yı filan yalan ettiler.
*
Dev bir alana yayılan ve festival süresince hesaplayamadığım sayıda sahnede gerçekleşen festival, daha önce katıldığım rock festivallerine nazaran çok ama çok temizdi.
Şimdi kafası aynalı top misali dönen 70 bin kişinin eğlendiği yer nasıl temiz olur di mi?
Tabii ki oturduğun yere dikkat edeceksin vesaire ama hakikaten bir rock festivaline göre temiz sayılırdı. Çünkü herkes bardak, çanak ne bulursa topluyordu yerden.
Ben dedim ki ‘‘İşte budur medeni insan olma hali. Damarlarında kan yerine bira aksa bile çöpünü toplayan insandır medeni insan.’’
Sonra uyandım işe. Toplanan bardağa, çanağa para veriliyormuş bir yerde. Az para da değil ha. 17 tane plastik bardak toplayınca, bir adet içi bira dolu bardak veriyorlar. Gayet iyi yani.
Ama çiş konusu yine çözülememiş. Açık alanın tamamını tuvalet olarak görüyor insanlar. Ve Tunç Çağı deyin, Bronz Çağı deyin, ne derseniz deyin o devirdeki insanlar gibi, çişlerini geldiği anda, geldiği yere yapıveriyorlar.
Tuvalet filan mebzul miktarda var. Herhalde doğaya dönüşü fazlaca özümsemiş olmaktan kaynaklanıyor bu durum. Sadece erkekler değil, kızlar da aynı vaziyette olunca, ayıp olmasın diye gökyüzüne bakarak dolaşmaya başlıyorsunuz, ayağınız takılıyor düşüyorsunuz falaaaan filan!
Bu arada yeni arkadaşlar da edindim. Fakat ne konuştunuz derseniz bilmiyorum. Yani ben kendimdeydim de elemanların çoğu uçmuş vaziyetteydi. Ne dedikleri anlaşılmıyordu.
Bir ara ful aksesuvar Iron Maiden yapmış bir arkadaş geldi yanıma ve ‘‘Tek biyik Galatasaray’’ dedi.
‘‘Oha!’’ dedim kendi kendime ve devam ettim ‘‘Kafayı Cimbom’un transferleriyle yedin ve ne dense Galatasaray anlıyorsun!’’
Çocuk ısrarlı fakat. ‘‘Hagi’’ filan da diyor beni göstererek. Sonra hatırladım ki üzerimde ‘‘Galatasaray Squad 10’’ yazan bir sweat-shirt var.
Bu arkadaş da Kopenhagspor'luymuş. Cimbom'un UEFA Kupası'nı aldığı günden beri bizimkilerin hastasıymış.
Tabii bunda mahallesindeki gazete bayiinin Türk olmasının ve buna ‘‘Üç Büyük Yok. Tek Büyük Galatasaray’’ şapkası hediye etmesinin de etkisi olmuş.
Iron Maiden sahneye çıkmadan çocuğa üçlü çekmeyi öğrettim ve sonra kafa sallaya sallaya konser alanına ilerledim.
''Eddie Buraya Yumruk Havaya!''
Sadi Konuralp için
GECEYARISI Sineması, üçüncü veya dördüncü sayısında keşfettiğim ve o gün bugündür her yeni sayısını sabırsızlıkla beklediğim bir dergi.
Kült filmler, korku filmleri, 'kötü' filmler üzerine harika yazılar yayınlayan bu derginin elektronik posta grubuna da üyeyim. Kendi isteğimle üye olduğum tek grup da budur zaten...
Salı günü posta kutumu kontrol ederken ‘‘Çok kötü bir haber’’ başlıklı bir mesaj dikkatimi çekti.
‘‘Sadi Konuralp kötü bir kaza geçirdi...’’ diye başlayan bu elektronik postanın ardından gelen her mesajda durum daha da kötüleşti.
Ve Sadi Konuralp'i kaybettik.
Sadi Konuralp'le hiç tanışmadım, yüzünü görsem tanımazdım. Ama yazdıklarını büyük keyifle okurdum. Kimsenin ilgilenmeyeceği konularla, mesela 1930'lu yılların korku filmlerinin müzikleriyle, mesela yönetmen William Castle'la ilgili yazılar yazardı.
Kimsenin hatırlamadığı eski bir Türk korku filmini ‘‘Ölüler Konuşmaz Ki’’yi bulup çıkarır ve müthiş bir analizini yapardı.
Sadi Konuralp'i Bahçeşehir Üniversitesi'ndeki bir konferansta ‘‘Türkiye'de Sessiz Film ve Sesliye Geçiş Dönemlerinde Film Müziği’’ başlıklı bir sunum yapmak üzere geldiği İstanbul'da pisi pisine kaybettik.
Sadi Konuralp, Beyoğlu'nda kendi kendine yıkılmaya bırakılmış bir binadan kopan bir taş yüzünden öldü.
Böyle bir değeri böyle saçma sapan kaybetmek.
Peki ben bu yazıyı niye yazdım. Sadi Konuralp'in gazete sayfalarında ‘‘Beyoğlu'nda başına beton parçası düşen genç adam öldü’’ diye geçmesi kanıma dokunduğundan.
Yakınlarına, sevenlerine sabır diliyorum.
İmzalı Karabasan
KARABASAN nedir biliyor musunuz? Bileniniz vardır ama bilmeyen daha çoktur. Karabasan, bir Türk çizerin Yıldıray Çınar'ın ve bir Türk yazarın yani Hakan Tacal'ın yarattıkları çizgi roman...
Arka Bahçe Yayınları'nın uzun süredir çıkarmaya çalıştığı Karabasan'ın ilk sayısı 1 Temmuz'da bayilere dağıtıldı.
Böyle konuşmak bence saçma ama haydi konuşayım. Dünya standartlarına bu kadar yakın bir çizgi roman çıktığını görmek o kadar güzel ki.
Yıldıray Çınar, bir süredir Batman, Wolverine gibi bazı ünlü çizgi romanların Türkiye baskılarının kapaklarını çiziyordu. Onlar da harikaydı.
Karabasan da çizgi roman meraklılarının uzun süredir beklediği bir projeydi. Kendi adıma beklediğime değdiğini söyleyebilirim.
Bu arada bir de haber vereyim. 9 Temmuz Çarşamba günü, Arka Bahçe'nin Teşvikiye Kalıpçı Sokak No 111'deki yerinde Yıldıray Çınar ve Hakan Tacal özel bir imza günü yapıyor.
Sadece o gün için çizilen, özel olarak basılan ve sertifikası vesaire de bulunan özel kapağı imzalayacaklar. Yanılmıyorsam, dergi fiyatına yani 3 milyon TL'ye satılacak bu kapak.