Kanat Atkaya

Dana Ferhat'a veda mektubu

9 Ocak 2004
ÖNCELİKLE aranızda Dana Ferhat'ı tanımayanlar olabilir diye tanıtım amaçlı küçük bir giriş yapmak gerekiyor. Dana Ferhat, bundan birkaç yıl önce meşhur olmuş bir ‘‘danacık’’ (buzağı da diyebilir dileyenler) idi.

Sivas'ta sahibi Mehmet Toker'e ait Murat 124 marka bir otomobilin arka koltuğunda yolculuk ederken çekilen bir fotoğrafının gazetelerde yayınlanmasıyla önce memleketimizde, daha sonra da The Guardian aracılığıyla Büyük Britanya'da ve yerküremizin çeşitli noktalarında şöhrete kavuşmuştu.

Ferhat sevimli bir danaydı. Anadolu Ajansı muhabiri Muammer Başkan'ın fotoğrafıyla hem üne, hem de ölümsüzlüge (Aslında son durumu itibariyle bu tartışılabilir) ulaşan Dana Ferhat'ın tatlı ifadesini asla unutmayacağım.

* * *

Dana Ferhat'ı tanımamış olanlar, yazının buraya kadarki kısmını okuyup ‘‘Bu çocuk kafayı yemiş herhalde, ne diyor?’’ şeklinde düşünecekler.

Haklı olabilirler. Ama ben bu yazıyı, kalbinde Dana Ferhat sevgisini yaşatanlar için devam ettireceğim...

Parasız kalan sahibinin sucuk yapılmak üzere bir fabrikaya sattığı ve şu anda kangal formatında memleketin çeşitli bakkal ve marketlerinde gezmekte olan Dana Ferhat'a veda mektubuma buyurunuz...

* * *

‘‘Sevgili Ferhat;

Şu anda beni duyabilecek bir yerlerde misin bilemiyorum. Mezbahada kesilmiş bir danaya hitap etmek saçma gelebilir pek çok insana. Fakat Ferhat'çığım senin beni duyduğuna, duyabileceğine inanmak istiyorum.

Duydum ki sonun fena olmuş.

Aslında bir dana olarak bu sona hazır olman gerekiyordu. Hindistan dışında, türünün son durağı genellikle mezbaha oluyor zaten.

Fakat o fotoğraf şansını döndürebilirdi. Açıkçası, fotoğrafını ilk gördüğüm ve kendi kendime ‘Ne sevimli bir danacık!' dediğim gün, ‘Artık kesin yırttı bu hayvan' demiş, sonra da sana hayvan dediğim için kendimi ‘Asıl hayvan sensin!' diye azarlamıştım.

Ne bileyim Ferhatçığım. Bu fotoğraf Büyük Britanya'da veya ABD'de çekilseydi, en azından bölgenin Belediye Başkanı filan sahip çıkardı sana.

‘Simge Dana' seçilip refah içinde yaşardın, hediyelik eşyaların yapılırdı, bölgenin tanıtımı için bile kullanılırdın vallahi.

Olmadı Danacım! kısmet değilmiş.

Sahibin demiş ki ‘Eşi Şirin ve çocuğu Şirine'ye bakmayı sürdüreceğim...' Bir de anladığım kadarıyla iki ay önce yeni bir yavrun daha olmuş ama ona isim vermemişler. Ben sahibinin yerinde olsam, cinsiyetine bakmadan Ferhat adını verirdim...

Sahibin böyle duygusal bir insanmış bak. Herhalde o da üzülmüştür seni keseceklerini bile bile mezbahaya satarken.

Bari o sucuk-salam fabrikasının sahibi sana sahip çıksaydı diyeceğim ama o da boş. ‘Dana Ferhat'ı kestik, salam-sucuk formatında sofralarınıza şavulladık desem de reklam olacak nasılsa' diye düşünmüş oldu.

Başarılı da oldu aslında. kızdığım için seni sucuk yapan firmanın adını geçirmiyorum yazıda dikkat ettiysen Dana Ferhat'ım...

* * *

Seni üne kavuşturan fotoğrafı taa ilk çekildiği vakit kocaman kullanmış olan Doğaner Gönen abin de dün senin için Hürriyet'te güzel bir veda sayfası hazırlamıştı.

Başlık olarak seçilen ‘Sucuk Yaptılar'ı biraz fazla gerçekçi ve sert buldum ama o da öyle bir mesaj vermek istedi herhalde. Bir de haberdeki sucuk fotoğraflarına bakamadım, kötü oldum...

Sana olan saygımdan dolayı, 1 veya iki 2 ay sucuk-salam ve türevlerine el sürmeyeceğim Ferhat'çım.

Rahat ol gittiğin yerde e mi?

Öpüyorum güzel kulaklarından!’’

Not: Konuyla ilgili detaylı okuma yapmak isteyenler, Serdar Devrim'in www.hurriyetim.com.tr'deki tartışma platformuna uğrasınlar bir zahmet...
Yazının Devamını Oku

Grupların isimleri nereden geliyor

3 Ocak 2004
İsminin ne manaya geldiğini öğrendiğim ilk topluluk Iron Maiden olmuştu. Şişli'de, Kent Sineması'nın çapraz karşısında kalan ve çoook eskiden Beşiktaş dolmuşlarının kalktığı sokakta bir plak evi vardı. Bütün plak kapaklarının güzel olduğunu düşündüğüm (CD çıktı mertlik bozuldu. nerde o güzel plak kapakları artık di mi ama?) yıllardı.

Fausto Papetti plaklarının kapaklarındaki güzel memeli kadınlar, Yes'in çizgi roman karelerini andıran kapakları, Rolling Stones'un üzerinde hakikaten fermuar bulunan ‘‘Sticky Fingers’’ albümü...

Bütün bunların arasında en çok dikkatimi çeken, Iron Maiden'ın ‘‘Killers’’ albümüydü. Topluluğun maskotu Eddie ile ilk olarak bu albümün kapağı sayesinde tanışmıştım zaten.

Neyse, ‘‘Acaba Iron Maiden ne demek?’’ sorusunun cevabını sözlükte aradım ve ‘‘Demir Bakire’’ cevabına ulaştım. Ama ‘‘Demir Bakire’’ ne demekti o zaman?

Onun cevabını bulmam biraz vaktimi almıştı. Doğru cevaba ulaştığımda mutlu fakat kafası karışık bir çocuktum artık.

Iron Maiden, adını ‘‘Nuremberg'in Demir Bakiresi’’ olarak anılan bir işkence aletinden almıştı. İşkence yapılacak kişi insan vücudu şeklinde tasarlanan bu aletin içine sokuluyordu ve sıkıştırılıyordu. Bırrr!

*

Bu bilgiyi arkadaşlarımla paylaştığımda herkesin (Özellikle kızların tabii ki) etkilendiğini fark ettim. Öyleyse cephaneyi bol tutmalıydım.

O gün itibariyle dinlediğim bütün grupların isimlerinin nereden geldiğini bulmaya çalıştım.

Başarılı olduğum zamanlar da oldu, rivayetler arasında boğulduğum da.

Mesela WASP. Bazı kaynaklar bunun White Anglo-Saxon Protestant, yani Beyaz Anglosakson Protestan (ki kafatasçının önde gideni oluyor bu model) manasına geldiğini söylüyordu.

Bazı kaynaklar ise açılımın ‘‘We Are Sexual Perverts’’, yani ‘Bizler Seks Sapığıyız'' şeklinde yapılması gerektiğinde ısrar ediyordu.

Bence hálá birincisi doğrudur ya, her neyse...

*

Şimdi sizinle Simon Warner'ın ‘‘Rockspeak’’ kitabı eşliğinde derinlere dalacağız ve bazı grupların adlarını nereden aldıklarına dair bilgileri paylaşacağız. Sağda solda anlatırsınız havanız olur... 2004'ün ilk güzelliğini ben yapmış olayım, sevildiğinizi bilin.

ABBA: Ne diyeyim bilemiyorum. Süper yaratıcı insanlarmış yani. Agnetha Faltskog, Benny Andersson, Björn Ulvaeus ve Anni-Frid Lyngstad; isimlerinin başharflerini birleştirmişler ve ABBA'ya ulaşmışlar. ‘‘Yani isimlerini yazsalar daha mı kolay olacaktı sence bre şuursuz insan?’’ diyecek olursanız, işi uzatmam ve ‘‘Haklısınız’’ derim.

AC/DC: Klasiktir ama bilmeyenler olabilir. Alternatif Akım/Direkt Akım hikayesidir. Fakat bunun biseksüelliğe gönderme olduğuna inananların sayısı da bir hayli fazladır.

THE ART OF NOISE: Enteresan gruptu vesselam. İsimleri de enteresan. İtalyan Luigi Russolo'nun orijinali ‘‘L'Arte dei Rumori’’ adlı fütürist manifestosundan almışlar bu ismi. Manifestoyu okudum mu peki? Hayır tabii ki!

THE BEATLES: ‘‘Beat‘‘ müzik dünyasında vuruş, ritim manasında kullanılıyor. Beatles da buradan türemiş derler. Fakat başka bir şey söyleyen de var. Efsane ekibin çıktığı şehir olan Liverpool'un bir bölgesinin adı Bootle. Ekip, bu ismi deforme ederek The Beatles'ı seçti der bazıları...

BLACK SABBATH: Ozzy Abi'nin, Tonny Iommi Abi'nin, Geezer Butler Abi'nin, Bill Ward Abi'nin okültik hadiselere olan merakı, topluluğu tanıyanların malumudur. Bu ismi de Dennis Wheatley'in romanından almışlar zaten. Karanlık hadiseler ha, vaay!

BLOOD, SWEAT & TEARS: 1970'lerin sayılı caz-rock gruplarından biri olan Blood, Sweat & Tears (Kan, Ter ve Gözyaşı) adını Winston Churchill'in İkinci Dünya Savaşı sırasında Büyük Britanya halkına hitaben yaptığı tarihi konuşmadaki: ‘‘Size kan, gözyaşı ve terden başka önerecek hiçbir şeyim yok’’ sözünden almıştı. Churchill'in de bu lafı 17. yüzyıl şairlerinden John Donne'den aldığı söylenir.

CRAZY HORSE: Neil Young'la yaptıkları çalışmalar daha çok bilinir. Crazy Horse, yani ‘‘Çılgın At’’ Siular'ın Ogala kabilesinin şefinin adıymış. Kendisi, 1876 senesinde General Custer'ı tepeleyen şef olarak da biliniyor.

DEEP PURPLE: Dönemi de düşünürseniz, gayet ‘‘psychedelic‘‘ bir manaya sahip olması gerektiğini düşünüyorsunuz. Ama gitarist Ritchie Blackmore, 1963 senesinde Nino Tempo ve April Stevens'in söyledikleri gayet pop bir şarkıda duymuş ‘‘Derin mor’’ lafını ve sevip grubun ismi yapmış. Bu kadar basit.

DEPECHE MODE: Bu da bilinir ama yine bilmeyenler olabilir. Depeche Mode, Fransa'da yayınlanan bir moda dergisinin adı ve ‘‘Hızlı Moda’’ manasına geliyor.

THE DOORS: Jim Morrison, Aldoux Huxley'in 1954'te yazdığı ‘‘Algının Kapıları’’ kitabından esinlenerek bu adı seçmiş. Huxley bu kitapta, bir tür uyuşturucu olan meskalin sayesinde yaşadığı deneyimleri anlatır. Zaten o da 1790 senesinde İngiliz şair William Blake'in yazdığı bir şiirden almış bu lafı...

EVERYTHING BUT THE GIRL: ‘‘Herşeye Eyvallah Ama Kız Olmaz’’ şeklinde çirkinleştirilmiş bir çeviri yapabiliriz herhalde. Elemanlar bu ismi okumakta oldukları Hull şehrinde tahliye amaçlı satış yapan bir mağazanın vitrininde okudukları nottan almışlar. Hakikaten, vitrindeki manken hariç her şey satılıkmış.

FINE YOUNG CANNIBALS: Sıkı çocuklardı bunlar da. İsimleri tuhaftı, ‘‘Hoş Genç Yamyamlar.’’ Bu da bir film adı aslında; 1960 senesinde cazcı Chet Baker'ın hayatından esinlenerek çekilen ve başrollerinde Natalie Wood ve Robert Wagner'in oynadıkları film...

HUSKER DU: Minneapolis'in bağrından kopan bu grup bir zamanlar favorimizdi. Bob Mould'u hatırlarsınız zaten, onun grubuydu. İsimlerini bir İsveç oyunundan almışlar. Manası da ‘‘Hatırlıyor musun?’’ imiş. Ben öğrenene kadar çatlamıştım bunu...

JOY DIVISION: Manchester'dan gelen bu güzel ekip, adını Nazi kamplarında fahişelerin tutuldukları bölümden almış: ‘‘Zevk Bölümü’’...

LYNYRD SKYNYRD: Bırakın manasını bir tarafa ‘‘Nasıl okunuyor bu ya?’’ diye balataları sıyırmıştık bir vakit. Meğer okullarındaki Leonard Skinner adlı bir hocanın adını alıp tanınmaz hale getirerek bu ismi bulmuşlar. Pes!

MOBY: Vallahi bunu öğrendiğimde de şaşırmıştım. Moby'deki esas elemanın adı Richard Melville Hall. Meğer kendisi Henry Melville'in soyundan geliyormuş. Melville kim mi? ‘‘Moby Dick’’in yazarı...

PINK FLOYD: Bu da meşhurdur ama yazalım. Erken dönem blues devleri Pink Anderson ve Floyd Council'in isimleri birleştirilerek bu isim elde edilmiş. Bir de ukalalık yapalım. Siz grubun ilk kurulduğunda adının Pink Floyd Sound olduğunu biliyor muydunuz?

THE POGUES: Pogue Mahone ismini düşünmüşler önce. Kelt lisanında ‘‘Kıçımı öp!’’demeye geliyor. Fakat sonra kitlelere sempatik gelmeyebilir diye The Pogues'u seçmişler. Ne fark ettiyse. Ama severiz onları ha, o ayrı.

THE ROLLING STONES: 1960'larda blues şarkıcılarından esinlenmek bayağı modaymış. Onlar da isimlerini Muddy Waters'ın 1950 tarihli bir şarkısından almışlar: Yuvarlanan Taşlar. Ne güzel, yosun da tutmuyor işte...

SEPULTURA: Heavy Metal'in dalağını yarmış olan bu delikanlı arkadaşlar Brezilyalı. İsimleri de Portekizce ‘‘Mezar’’ manasına geliyor.

THE POLICE: Ben bilmiyordum bunu mesela. The Police'in davulcusu Stewart Copeland'ın babası Miles Copeland grubun menajerliğini üstlenmeden önce CIA'da çalışırmış. Normal o zaman, bir şey demiyorum ben...

STYX: Yunan mitolojisindeki meşhur yeraltı ırmağından geliyor bu isim de.

TOTO: Siz ‘‘Oz Büyücüsü’’nü seyretmiş miydiniz? 1939'da yapılan o filmdeki köpeğin adı neydi bakalım? Evet, bildiniz: Toto!...
Yazının Devamını Oku

Onları Böyle Görmediniz'in perde arkasını anlatayım

2 Ocak 2004
HÜRRİYET'in dün verdiği yılbaşı özel ilavesini gördünüz mü? Gördünüzse zaten ‘‘Ben bunu saklayayım’’ demiş ve 2000'den beri verdiğimiz ilavelerin yanına özenle yerleştirmişsinizdir. Eğer görmedinizse geçmiş olsun. Harika bir ilaveyi kaçırmış oldunuz.

Dünkü ilaveyi görmeyenler Gülriz Sururi'yi makyajsız görme şansını, Abdullah Gül'ün oğluyla güreşmesini, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın sırtında ‘‘Tayyip’’ yazan 56 numaralı (Siirt tabii ki) Türkiye formasıyla top sektirişini ıskalamış oldu.

27 ünlü kişiyle yapılmış şahane röportajlar ve insanı hayrete düşüren, gülümseten, heyecanlandıran ‘‘Fotomontaj olabilir mi?’’ dedirtecek enteresanlıkta fotoğraflar... Hangi birini sayacağımı şaşırıyorum.

Salı akşamı, ilave taze taze elimize ulaştığında, ‘‘Yahu burada normal bir haftalık derginin 27 haftalık kapak prodüksiyonu var’’ dedim.

İşin en inanılmaz yanı, bu projenin tamamlandığı süre. 1 haftada, hatta 5 günde tamamlandı bu koca ilave.

Ekibin lideri Neyyire Özkan'ın dediği gibi ‘‘Bu projenin formülü iki T’’ idi. Yani Tasarım ve Takım.

Takım çalışması diye bir şey varsa budur hakikaten.

Yurdun dört bir yanında ‘‘takım olmak üzerine’’ seminerler, eğitim toplantıları, ne bileyim işte paintball savaşları filan yapılıyor ya; hepsinin gelip bu çalışmayı görmesini isterdim.

Üç bin vatlık ışıkları taşıma işinde ‘‘10 numara fotoğrafçı kardeşim’’ Sebati Karakurt'a (Eline sağlık Sebo'cum) asistanlık yapan ofisboy İbrahim Yurtbay'dan, İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Vuslat Doğan Sabancı'ya; Ankara Temsilcisi Sedat Ergin'den sayfa tasarımcısı arkadaşlarım Sanlı Ergin, Tülay Özçelik, Ozan Sile ve Deniz Özkök'e, ekin editörü Emel Armutçu'dan görsel yönetmen Reha Erdoğan'a herkes emek harcadı.

Emel Armutçu'yu Salı günü itibariyle ‘‘İlave basılmadan önceki Emel’’ ve ‘‘İlave basıldıktan sonraki Emel’’ olarak ikiye ayırıp öyle ele almaya karar verdim.

Deli pösteki sayar gibi sayfa çıkışlarıyla uğraşan, ilavedeki röportajların yüzde 90'ını tek başına yapan Emel'in ilave elimize ulaştığı anda yaptığımız tezahürat sırasındaki yüz ifadesini görmenizi isterdim.

* * *

Heyecanımızın biraz durulduğu sırada Emel'e ‘‘Peki bu röportajların hikayeleri ayrı bir haber olmaz mı?’’ dedim. ‘‘Ohoooooo!’’ dedi.

‘‘Bana ver ben yazayım’’ dedim. Ve o pestili çıkmış Emel oturup bana Unakıtan'ın çekiminin hikayesini yazdı.

Emel'in kalemiyle canlı bağlantı kuruyoruz bu noktadan sonra:

‘‘Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'dan randevu almak çok zor oldu. Artık en son denebilecek günlerden birinde basın müşaviri Salih Bey'i kaç yüz kez aradım hatırlamıyorum. Aramak değil de açıkça taciz gibi bir şeydi.

Müşavire ‘‘Bakanı makam otomobilinin lastiğini değiştirirken çekmek istiyoruz’’ diyoruz.

Ama hesaba katmadığımız şey, sanırım Bakan'a bunu söylemeye kimse cesaret edemiyor.

Sonunda tacizlerime dayanamayan müşavir ‘‘Akşam 20.30'da bakanlığa gelebilir misiniz?’’ diye aradı. Ben umudumu kesmiş 22.45 uçağına doğru gidiyorum. Hemen direksiyonu kırdık (Uçağı ilk kaçırışım oluyor bu aynı zamanda).

21.00'de bakanlığın önündeydik (Fotoğrafı 23.00 gibi çektik bu arada).

Neyse, bir süre sonra makama aldılar bizi. İçeride ağır adamlar var (THY Genel Müdürü, İstanbul Defterdarı gibi). Ben önden yürüdüm bakan ayağa kalktı, elini uzattı, ben de uzattım ve ‘‘Ben Hürriyet'ten Emel Armutçu’’ dedim.

Sonra elini Sebati'ye uzattı bakan.

Ama Sebati şöyle dedi: ‘‘Merhaba ben Microsoft'tan Sebati Karakurt.’’

Sebati bakanın şaşırmasına bile imkan vermeden devam etti: ‘‘Yeni bir sistem bulduk, her türlü sorunu hallediyor.’’

Bakan uyandı biraz, bu çatlak diye, ‘‘Hangi sorunları mesela?’’ dedi. Ben atıldım bu sefer: ‘‘Mesela Uzanlar'dan parayı hemen alabiliyorsunuz.’’ Ortam hemen yumuşadı tabii.

Biz kimi nasıl çektiğimizi, onu nasıl çekeceğimizi anlatmaya koyulduk. Bu arada bütün o ağır adamların önünde Başbakan'ı top sektirirken çekeceğimizi anlatmak için ayağımla top sektirir gibi yapıyorum bu arada filan.

Ne düşünmüş olabileceklerini düşünmek bile istemiyorum.

Ama o an Sebati ve benim hissettiğimiz tek şey heyecandı. Çünkü o fotoğraf kafamızda çekilmişti ve çok güzeldi.

Bakan durumumuzu görünce gülmekten mahvoldu ve ‘‘Peki’’ dedi ‘‘Kurun ışıkları çekiyoruz.’’

Yani Kanatçım, ikna etmek bu işin en zor tarafıydı. İlave harika oldu ama bizde ne karizma kaldı ne bir şey...’’
Yazının Devamını Oku

Viktor Levi açıldı Pano, ocak ortasında

27 Aralık 2003
LEVENT'te HSBC'ye ve Galatasaray'daki İngiliz Konsolosluğu binasına düzenlenen saldırılardan sonra ‘‘Sokağı boş bırakmamak’’ gerektiğini yazmıştık. Bırakmadık da. İngiliz Konsolosluğu'nun karşısındaki Viktor Levi ve Pano şarap evleri, İstanbul'da yaşayan yabancıların ve hesaplı olması itibarıyla öğrencilerin sevdikleri iki mekandı. Saldırı sonrasında ben patlama noktasına daha yakın olan Viktor Levi'nin uzun süre toparlanamayacağını düşünmüştüm. Perşembe akşamı o noktadan geçerken gördüm ki içeride hummalı bir çalışma var. Çocuklar da tanıyorlar. ‘‘Nedir durum?’’ diye sordum.

‘‘Viktor Levi'yi cuma günü açıyoruz’’ dediler. Yani dün açılmış oluyor bu durumda. ‘‘Ben Pano'nun daha iyi durumda olacağını düşünmüştüm, burası nasıl daha önce yetişiyor’’ diye sordum bu kez. ‘‘Patlamanın basıncı arka tarafı vurdu ve Pano'yu daha çok etkiledi. O herhalde ocak ortasını bulacak’’ dediler. Haberiniz olsun yani, kapılarını açıyor bu çok sevilen ve yaraları henüz çok taze olan iki mekan. Beyoğlu insanları sahip çıksınlar mekanlarına. İnadına demek istiyorum...

Türkiye Truva’yı kullanabilecek mi?

2004'ün bomba filmlerinden birinin ‘‘Troy’’, yani bizim bildiğimiz adıyla ‘‘Truva’’ olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Dev bir prodüksiyon, süper kadro (Brad Pitt, Orlando Bloom, Eric Bana, Peter O'Toole) ve muhteşem bir hikaye.

Film ABD'de mayıs ayında gösterime girecek. Avrupa'ya ve memleket sınırlarına da o sıralarda giriş yapar diye ümit ediyoruz.

Benim asıl merak ettiğim Türkiye'nin, topraklarında yaşanmış (yazılmış, anlatılmış, uydurulmuş, nasıl beğenirseniz...) bu hikayeden faydalanmayı becerip beceremeyeceği.

Hayır aslında merak etmiyorum. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye'nin tanıtımıyla uğraşması gerekenler, yani bürokratlar bu arada atamaları veya atıyorum; Ankara'da hangi kebapçının daha iyi kuyu kebabı yaptığını tartışıyor olurlar.

Mısır, turizminin kalbinin attığı bölgede yaşanan katliamın ardından, topraklarında geçen ve açık konuşmak gerekirse edebi açıdan hiçbir mana ifade etmeyen bazı romanlarla durumu toparlamıştı.

Hatta yanılmıyorsam, Hıncal Uluç bu konuyla ilgili dört dörtlük yazılar yazmış ve öneriler getirmişti. Ama dinleyen kim?

Bu kez fırsat ayağımızın dibine kadar gelmiş, hatta paçamızdan çekiştiriyor ‘‘Kullan beni! Kullan beni!’’ diye.

Dünyada milyonlarca kişinin seyredeceği öngörülen bir filmin hikayesinin bu topraklarda yaşanmış olduğu üzerine yürütülecek bir kampanya ile ne kadar turist çekeriz, onun hesabını ben bilemem.

Ama attığımız taş kolumuzu yormaz gibi geliyor bana.

Tabii, turisti getirip, ‘‘Tahta at şuradaydı... Aşil'in topuğu şuradaydı’’ diye iki taş parçası göstermenin faydası olmaz. Kısa vadede turisti, uzun vadede kendimizi kandırmış olabiliriz.

Hayal etmenin ucu bucağı olmadığı gibi, bir zararı da yok bildiğim kadarıyla. O zaman şöyle bir şey hayal edebiliriz.

Hemen çalışmalara başlansa, Truva temalı bir eğlence parkı yapılsa. Dünyada isim sahibi olan iyi yazarlarımıza bu konuda Türkiye'yi ön plana çıkaran (Mısır örneğine bakınız lütfen) roman siparişleri verilse, satın alınabilir ve kullanılabilir hediyelik eşyalar üretilse.

Bu kullanılabilir kısmı mühim aslında. İki günde yakası Şam'a, eteği Fizan'a bakan tişörtler yerine kaliteli ve severek giyilebilecek tişörtler, sweat-shirt'ler yapılsa. Tekstil deviyiz diye atıp tutmakla olmuyor bu iş.

Haydi yeri gelmişken söyleyeyim. Biz Kaşıkçı Elması'nı, Sultanahmet'i, Ayasofya'yı bile kullanamamış bir milletiz. Millet oryantalizm diye ölüp biterken, Tarihi Yarımada'yı bile Akmerkez'e çevirmişiz.

Bana yukarıda saydığım yerlerle ilgili bir tane güzel hediyelik eşya söyleyebilir misiniz?

Bugüne kadar sadece Diyarbakır Müzesi'nden çok güzel bir tişört aldım. Hálá da severek giyiyorum. Onun dışında İstanbul'a gelen yabancı dostlarıma severek kullanabilecekleri bir çöp bile alamadım.

Neyse, dağılmayalım.

‘‘Troy’’ Türkiye için büyük bir nimet.

Keşke Hıncal Uluç bu yazıyı okusa, bir de o yazsa.

O yazdığında başka oluyor çünkü.

Fırsat büyük, ıskalarsak da yazıklar olsun.

İçimden bir ses ‘‘Iskalamayacağımıza dair en ufak bir inancın var mı?’’ diyor. Umarım içimdeki ses yanılır.

En seksi 10 striptiz

LİSTE hastası olduğum bilinmekte. Sadece müzik listeleri, filmlerin hasılat listeleri, en çok satan kitap listelerine değil bu ilgi. ‘‘En Uzun Süre Geviş Getiren 10 İnek Türü’’ listesi bile ilgimi çekebilir icabında.

Sinema dergisi Premiere'in ekim sayısı önceki gün elime geçti. Anormal bir posta gecikmesinden dolayı değil. Bakmamışım, Ayşen Gür'ün yanındaki dergi birikintisinde rastlayınca alıp karıştırmaya başladım.

‘‘Sinema Tarihinin En Seksi 10 Striptiz Sahnesi’’ başlığını görünce, suratına ışık tutulmuş tavşan gibi kaldım tabii.

Paylaşayım sizinle. Liste şöyle:

1- Natalie Wood (Gypsy, 1962)

2- Sean Connery (Goldfinger, 1964)

3- Katharine Ross (Butch Cassidy and the Sundance Kid, 1969)

4- Maria Schneider (Paris'te Son tango, 1973)

5- Jessica Lange (Postacı Kapıyı İki Defa Çalar, 1981)

6- Jaye Davidson (The Crying Game, 1992)

7- Holly Hunter (Piyano, 1993)

8- Mia Kirshner (Exotica, 1994)

9- Malum elemanlar (The Full Monty, 1997)

10- George Clooney ve Jennifer Lopez (Out of Sight, 1998)

Anladığım kadarıyla striptizi soyunma sahnesi olarak ele almışlar. Yoksa, mesela Crying Game'de seyreden herkesi dumura uğratan soyunma sahnesi, genelde kullandığımız manada bir striptiz değildi. Keza şimdi hatırlamıyorum ama Sean Connery de, bir Bond filminde striptiz yapmamıştı.

Bu arada Demi Moore'un oynadığı ve adı ‘‘Strip Tease’’ olan, berbat filmden söz bile edilmiyor.

Aslında Carl Hiaasen'in (bütün kitapları güzeldir ama Türkçe'ye çevrilmedi bildiğim kadarıyla. Serdar Turgut tanıştırmıştı beni, kulakları çınlasın) harika kitabından o kadar kötü bir film çekmeyi nasıl başardılar o da ayrı hikayedir.

Neyse, liste dedik nerelere geldik...
Yazının Devamını Oku

2004'ten beklentilerim

26 Aralık 2003
2003'ü pek sevimli bir yıl olarak hatırlamayacağım kesin. ‘‘Öyle bir memlekette yaşıyoruz ki zaten...’’ diye başlayan bir cümle kurup işin içinden çıkmak da var ama o da saçma. İnsan normal şartlarda sahip olduklarına sevineceğine sahip olamadıklarına üzülen bir canlı türü.

‘‘Nasıl geçti 2003’’ diye sorsalar, çoğumuz ‘‘Borçlarım bitmedi, arttı... Terör korkusu hayattan bezdirdi... Monica Belluci'yle tanışamadım... Cimbom şampiyon olamadı...’’ diye sayıyoruz olumsuzlukları.

Bugüne kadar ‘‘Neyse abi, bu sene de kafayı gözü patlatmadık... Sokağa düşmedik evimizde oturuyoruz paşa paşa... Hapse girmedik...’’ diyenine rastlamış değilim.

Benim de böyle bir Polyanna durumum yok ama, bu sene denemeli iyi şeyleri saymayı...

***

Yazıya oturmadan önce, geçen sene bu zamanlar yazdığım 2003'ten istekler yazısını okudum. Karavana!

Cimbom şampiyon olamadı. Daha az televizyon izlemeyi başaramadım. Hatta çok daha fazla seyretmeye başladım. Slavoj Zizek'in ‘‘Kırılgan Temas’’ı hálá 40 küsuruncu sayfası bükük vaziyette durmakta. Bir sabah gitar virtüözü olarak uyanamadım. Londra'da bırakın 1-2 ay takılmayı, Büyük Britanya'ya adımımı bile atamadım. Herhangi bir süper modelle veya film yıldızıyla çıkamadım. Aldığım üç çeyrek bilete amorti bile vurmadı. Hayat zor tabii.

2004'le ilgili beklentilerimi biraz daha düşük tutmaya çalışacağım bu yüzden. İnsan arsız bir canlı çünkü; istedikçe istiyor...

2004 beklentilerim şöyle oluştu sonunda:

Eve langırt masası alma projemi gerekleştireyim. Hoş biraz kazık marka; elden düşmeleri 400 milyon TL civarında. O paraya Playstation alınır. Hem langırt hem Playstation alırsam, hiç evden çıkmam. Bu iyi mi kötü mü karar veremedim. Lakin langırt masasını hálá çok istiyorum.

Cimbom şampiyon olsun diyerek kendimi komik duruma düşürmek istemem. Zaten bu takım şampiyon olamaz. Olsun, yine de seviyoruz takımımızı. Ama Şampiyonlar Ligi'ne gidersek süper olur. Yani ikinci olalım yeter. O da zor gözüküyor ama aksi ispat edilene kadar ‘‘Şampiyon Cimbom’’ diye bayrak elde gezsen bile millet en fazla ‘‘Cıvataları gevşetmiş’’ der. Desinler bana ne?

Bu yıl daha çok hayır diyebileyim. Basit tabii kendi kendine hayır demek. Ama kırıcı olacağım korkusuyla birçok söz veriyorsun, tutamıyorsun, daha kötü oluyor. Hayır demek daha iyi di mi?

2003'te Çeşme'deki iki günlük hikayeyi saymaz isek doğru düzgün tatil yapamadım. 2004'te yapayım. Hatta sıkılırım diye yıllardır kaçtığım Mavi Yolculuk hadisesine bir cesaret gireyim...

Artık bisiklete binmeyi öğrenmeliyim. Şöyle bir hesap yaptım da; ben düşeceğim korkusuyla reddetmiştim bisiklete binmeyi öğrenmeyi. O tarihten bu yana bisikletten bağımsız şekilde defalarca düştüm. Ama bir yandan da öğreneceğim de ne olacak?..

***

Şimdi bu listeye baktım da, bu kadar az istekle hayat geçmez. Ben yine abartayım. İsteyenin bir yüzü kara demişler...

Cimbom şampiyon olsun (Ya, mesela diyoruz işte), NBA finalleri sırasında ABD'de olayım (Şampiyonlar Ligi finali de güzel olur), Charlie'nin Melekleri'yle ahbaplık kurayım, Tom Waits İstanbul'a gelsin; onun da konserine gidip jübilemi yapayım, eve orijinal bir Roy Lichtenstein (Mesela ‘‘Forget It! Forget Me!’’ olabilir) asayım, baba bir pikap indireyim, eksik Sam Peckinpah filmlerini tamamlayayım... Aman bitmez bu istekler yine. Yarın da görüşeceğiz Hürriyet Cumartesi'de fakat şimdiden hepinize şahane bir yıl diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Etiler'e yeni şarkıcı çıkar

22 Aralık 2003
POPSTAR'la geç tanışanlardanım. Lafı dağdan tepeden aşırmanın manası yok, ukalalık yüzünden seyretmiyordum. Sonra baktım herkes Popstar'dan bahsediyor bulunduğum ambianslarda, muhabbet esnasında kavruk kalmamak için seyredeyim dedim.

Bu cuma yarışmayı evde, final gecesini ise Maltepe Üniversitesi'nin -‘‘Nerede?’’ deseniz tarif edemeyeceğim fakat etkileyici güzellikteki- Marmara Eğitim Köyü'nde, yani bizzat olay mahalinde seyrettim.

Bir kere ortada büyük bir televizyonculuk başarısı var. Ama bana kalırsa bu yarışmadan Popstar çıkmaz. Hiçbirinde öyle bir potansiyel görmedim açıkçası. Yarışma sonunda Levent-Etiler barlarına yeni şarkıcılar çıkar ancak.

Sesi, fiziği iyi olanlar var, ama yıldız kumaşı diye bir şey var ya, işte onu hiçbirinde göremedim. Bayhan kısa süre gülünecek bir şakaya, Barış ise Suat Suna gibi iyi niyetli ama gölgede kalacak birine benziyor.

Kaba bir tahminle son haftaya Barış ve Firdevs'in kalacağını ve Barış'ın kazanacağını düşünüyorum. Çünkü stüdyoda da gözlemlediğim kadarıyla bu yarışma daha çok çocukların ve kadınların ilgisini çekiyor.

Ama şöyle bir olay da var. Cumartesi sabahı annemle telefonda konuşurken, gece Popstar'a gideceğimi söylediğimde ‘‘Firdevs'e oy vermessen hakkımı helal etmem’’ dedi. Bir süre seçim sandığına gitmediğimi, oy kullanmayacağımı söyledim ve bu sırada anladım ki annem her gün düzenli olarak Firdevs için oy kullanmakta. Firdevs, benim de favorim ama kazanabileceğine pek ihtimal vermiyorum ne yazık ki.

Yarışmayı televizyondan seyretmek daha etkileyici. Ben televizyonda gördüğüm coşkuyu stüdyoda göremedim mesela. Stüdyoda, yarışmanın asıl yıldızlarının jüri üyeleri olduğunu görüyorsunuz. Yılların Ahmet San'ı bile sürpriz bir şekilde gelen bu büyük şöhret karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu.

Armağan'la Ercan'ın durumunu biraz Şansal Büyüka'yla Erman Toroğlu'na benzetiyorum. Bu televizyon ikilisinden bence daha çok iş çıkar. Yer kısıtlı, dediğim gibi. Belki cuma günü daha detaylı bir Popstar analizine girişiriz.
Yazının Devamını Oku

Hayatı kolaylaştırma rehberi

20 Aralık 2003
TOPESTO biraderimle muhabbeti bir rengeyiği kıvamına getirmişiz, hatta rengeyiğini de boynuzlarından çekmek suretiyle muhabbete dahil etmişiz. Kış günleri evde oturmak dışarıda sürtmekten daha iyi geldiği için, kış geyikleri de daha verimli oluyor. Tam Saddam'ın yakalandığı, KKTC seçimlerinin yapıldığı günün ertesi günü...

Topesto'ya ‘‘KKTC seçimleri ne oldu biliyor musun?’’ diye sordum.

‘‘Bilmiyorum ama çözümsüzlük çıkmıştır kesin abi’’ dedi.

‘‘Bilen birini arayalım’’ dedim. Hakikaten bu konuyu bilen bir arkadaşımızı aradık. Bir Mehmet Ali Birand kadar olamaz tabii ama bu konuyu yakından izliyor arkadaşımız.

‘‘Ne oldu?’’ dedik. ‘‘Niye soruyorsunuz?’’ dedi. ‘‘Merak etmiş olamaz mıyız?’’ dedik. ‘‘Bildiğim kadarıyla olamazsınız, olmamalısınız’’ dedi.

‘‘Söylemeyecek misin?’’ dedik.

‘‘Dalga geçmeyeceksiniz ama?’’ dedi.

‘‘Yok!’’ dedik.

‘‘Belirsiz’’ dedi.

‘‘Tamam’’ dedik.

Topesto dönüp ‘‘Haksız mıymışım abi, ben yıllar önce 'İlgilenmeyelim, nasıl olsa bir şey değişmiyor' diye konuştuğumda’’ dedi.

‘‘Haklıymışsın’’ dedim.

*

Sonra Topesto'yla hayatı kolaylaştırmak için neler yapılabilir diye oturduk ve mini bir rehber hazırladık. Bu tabii ki ‘‘Bir çocuğun gözlerindeki sevgi ışıltısı yüreğinizi ısıtıyorsa... Arkadaşınızın omzunda ağlayın... Çimlerde yürüyün... Dağa bayıra vurun kendinizi...’’ türü 'internet gezeri sempati yumucuğu' türünden bir liste olmadı.

Gerekmedikçe çözümsüzlük temalı (Mesela KKTC, mesela BDDK, mesela vergi barışı) haberleri okumayın, dinlemeyin.

Hatta gerekmedikçe ana haber bülteni seyretmeyin.

Tuttuğunuz takım o hafta kaybettiyse (eğer psikopat değilseniz) Telegol ve benzeri programları seyretmeyin.

Gülmeyen Kadın bölümü hariç, Şahane Pazar'la aranızda bir mesafe bulundurmaya çalışın.

Belli yayınevleri ve belli çevirmenlerin imzası bulunmayan kitaplardan uzak durun.

Kısa mesafeli taksi yolculuğu yapacaksanız, taksiyi yoldan çevirin. Yol kenarında duran taksilerin şoförlerinin kısa mesafe duyunca yaptıkları mimikleri ve oflamaları dinleyeceğinize yürüyün hatta.

Mümkün mertebe evden çıkmadan yaşamaya çalışın. Çıktığınızda elinizden geldiğince sosyalleşmeyin. ‘‘Her ekstra insan, ekstra problem’’ dedi Topesto. ‘‘Bu kötü bir cümle ama’’ dedim. ‘‘Israr ediyorum tutanaklara geçmesi için’’ dedi. ‘‘Peki bari’’ dedim.

Paranız varsa, şehirlerarası otobüs yolculuklarında iki kişilik yer kapatın. ‘‘Çok zenginseniz otobüsü kapatın’’ diyor vizyon yoksunu Topesto. Ben ‘‘O kadar zenginse zaten otobüsle seyahat etmesi gerekmez a dingil!’’ dedim; kısaca ‘‘Haklısın abi’’ dedi.

Kadıköy'deki Baylan'da Kup Griye yiyin. Ocakbaşına gidip etin dibine vurun. Deniz kenarında üstünüze sularını akıta akıta şeftali yiyin. Sonra duş almak yerine iskelden denize devrilmek suretiyle temizlenin. Bu denenmiş ve çok sevilmiş bir yöntemdir.

Hayatınızda mızmızlanmadan masaj yapan biri bulunsun.

İyi bir kanepe, yuvada huzur demektir. (Topesto bu noktada söz istiyor, veriyorum: ‘‘Benim deminki cümleme kötü diyenin kurduğu cümlenin takdirini siz değerli Hürriyet Cumartesi okurlarına bırakıyorum..)

Yakın arkadaşınızın terbiyeli bir insan olmasına dikkat edin. Bir de ispiyoncu olmasın. (Yok abi, sana bir daha söz hakkı yok, demin kullandın...)

En yakın arkadaşınız bir de sizi ‘‘Ver kalemi, indiricem kafana yumruğu’’ türü cümleler kurmasın... (Vurmasana oğlum, köşe benim köşem...)

Pardon kıymetli okurlar, arıza çıkardı bu şimdi...

Arkadaşlarınız bu sayfada göreceğiniz Liv Tyler gibi güzel kişilikli insanlar olsun... Bak ben de çakacam şimdi bir tane!..

Kim 50 kez şampiyon oldu

BİR kere, geçen hafta yaptığım hatayı düzelteyim. Yol yorgunluğuyla oturup yazı yazmak, kafa dağınıklığı, ‘‘Yahu öyle miydi, böyle miydi?’’ diye sorulan arkadaşın dalgınlığı filan bahane olamaz. Ama böyle şeyler de oldu.

Hata şöyle: Penaltıyla ilgili yazıda ve penaltı noktasının gol çizgisine uzaklığının 9 metre 15 santim olduğunu belirtmişim. Yuh! Değil tabii; 11 metredir. Özür dilerim gözyaşları içinde.

Hazır futbol konusu açılmışken, Avrupa liglerinde en fazla şampiyon olan takımı da açıklayayım.

Bizde Galatasaray 15, Fenerbahçe 14, Beşiktaş 10 (Yıldız meselesini karıştırmayın. Spor Servisi'nden gidip Futbol Federasyonu'nu aradık; 'Tescilli 10' diyorlar başka bir şey demiyorlar), Trabzonspor 6 kez şampiyon oldu.

Fransa'da eski günlerini arayan St. Etienne'in 10 şampiyonluğu var. Onu 8'er şampiyonlukla Marsilya ve Nantes izliyor.

Britanya'da Liverpool 18 kez, Manchester United 15 kez olmuş. İtalya'da Juventus'un 27 şampiyonluğu var (Onlar 10 yılda bir yıldız takıyor). En yakın takipçisi 16 şampiyonluğu bulunan AC Milan.

Bayern Munich Almanya'nın efendisi: 17 kez şampiyon olmuş. İkinci sırada 1970-1977 arasında 5 kez şampiyon olan Borussia Mönchengladbach var.

İspanya'da Real Madrid'in 29 (Barça'nın 16 tane), Hollanda'da Ajax'ın 28 (PSV'nin 17), Yunanistan'da Olympiakos'un 32 (Panathinaikos'un 18) şampiyonlukları bulunuyor.

Ama en fazla şampiyon olan takımı merak ederseniz İskoçya Ligi'ne bakacaksınız. Glasgow Rangers'ın tam 50 şampiyonluğu var. Ezeli rakibi Celtic'in ise 38...

Büyük takımların ligi domine etmeleri bizde büyük dert olarak anlatılır spor programlarında; buyurun bu liglere bakın derim ben de o zaman.

(Not: Bilgiler Champions Magazine'den alınmıştır.)
Yazının Devamını Oku

İstanbul'a kış geldi yazısı

19 Aralık 2003
<B>TÜRK </B>medyasının yazılı olmayan fakat çeşitli vesilelerle dile getirilen klişelerinden biri de şöyledir: <B>‘‘İstanbul'a kar yağmadan, memlekete kış gelmez.’’</B> Doğru bir tespittir. Cennet vatanın dört bir yanına kar, neredeyse çığ boyutunda yağar, normal gözükür; fakat İstanbul'a dört santim kar yağar, Buzul Çağı'na girilmiş gibi haberler yapılır.

Önceki gün, gazeteye muhakkak gelmemi gerektiren bir durum yoktu. Baktım hava da niyeti bayağı bozmuş, benden gayrı çalışan kitlelerin sinirini bozabilecek bir lüks kullandım ve ‘‘Gitmeyeyim bari ben bugün gazeteye’’ dedim.

Tam ‘‘Bugün beni bekleme karakış, ben evde sakin sakin oturmayı düşünüyorum’’ kıvamına gelmiştim ki; aklıma önce Nur Çintay, sonra da İstanbul Life geldi.

Malumunuz, İstanbul Life'ın yayın yönetmeni Nur Çintay (aynı zamanda Radikal'de köşe yazarıdır kendileri). Ben de İstanbul Life'a yazı yazıyorum.

* * *

Çintay, ocak sayısına kullanacağı yazıyı 16'sında teslim etmem gerektiğini bana mümkün olan en kibar şekilde bildirmiş. Fakat takvimler ayın 17'sini göstermekte.

Bu durumda ne yapılacak, Çintay'ın yazısı yazılacak. Ve fakat nasıl yazılacak. Evde bir bilgisayar var fakat sanal alemle irtibatımız yok.

Eh, kalem kağıtla yazıp posta güverciniyle yollayacak halimiz de yok. Bu durumda, ya gazeteye gidilecek (ki bunun en makul fikir olduğu günün ilerleyen saatlerinde ortaya çıktı. Allahın sopası yok derler ya, işte tam bu sözün karşılığıdır yaşadıklarım) ya da not çıkarılıp, internet donanımlı bir kahveye gidilip yazı yazılacak.

İki ihtimal karşısında en sakatını seçmek gibi bir üne sahibimdir. Ben de ikinci yolu seçtim.

* * *

Havanın soğukluğunu göz önüne alarak siz deyin astronot, ben diyeyim kozmonot, ne bileyim Çinliler desin taykonot gibi giyindim ve vurdum kendimi rüzgara.

Aslında The Marmara'nın oralarda, tam Kazancı Yokuşu'nun girişinde yürüyeceği istikameti belirleme iradesini şemsiyesine bırakmış insanları gördüğümde vazgeçmeliydim.

Fakat ben devam ettim. Sert rüzgar ve tanımlanamayan yağış şekli yüzünden şuurunu yitirmiş vaziyette, birbirine çarpa çarpa ilerleyen insan kalabalığına daldım.

Kendimi Galatasaray civarlarında bir kahveye attığımda, kahve tepsisiyle yaptığı akrobatik hareketler nedeniyle ‘‘jonglör’’ olarak çağrılan eleman ‘‘Tebdirliymişiz abi’’ dedi.

Ağzımı açıp bir şeyler söylemeye çalıştım ama ben de dahil olmak üzere kimse ne dediğimi anlamadı. Çünkü beynimle dilim arasındaki bağlantı büyük ihtimalle geçici bir kopukluk yaşıyordu.

Yazının notlarını çıkarma işlemini bitirdiğim sırada bir arkadaşıma rastladım. ‘‘Ne yapıyorsun?’’ dedi. Durumu özetledim.

‘‘Ya ne uğraşacaksın internet kavhesiyle, gel bizim yeni ofiste yaz’’ dedi.

Arkadaşım bir reklam ajansında, daha doğrusu Hürriyet'in de çalıştığı Klan'da çalışıyor. Bu arkadaşlar Odakule'ye taşındı. Odakule'ye taşındıklarını biliyorum da kaçıncı kat onu bilmiyorum.

16'ncı katmış. Arkadaşlar, çarşamba günkü rüzgarda, İstanbul'a tamamen hakim fakat dört bir yanı cam olan ve yerden 16 kat yüksekte olan bir yerde yazı yazmanın ne demek olduğunu anladım.

Siz anlamasanız da olur. Resmen sallana sallana, ve tırsa tırsa yazıyı bitirdim.

Rüzgar ve soğukla mücadele ederek Cimbom'un kupa maçını yakalayacak şekilde eve ulaştığımda, kendime göre çok mühim bir ders çıkarmıştım: ‘‘İnsan her gün işe gitmeli...’’

Gördüğünüz gibi kış İstanbul'a geldi. Herkese kolay gelsin.
Yazının Devamını Oku