LEVENT'te HSBC'ye ve Galatasaray'daki İngiliz Konsolosluğu binasına düzenlenen saldırılardan sonra ‘‘Sokağı boş bırakmamak’’ gerektiğini yazmıştık.
Bırakmadık da. İngiliz Konsolosluğu'nun karşısındaki Viktor Levi ve Pano şarap evleri, İstanbul'da yaşayan yabancıların ve hesaplı olması itibarıyla öğrencilerin sevdikleri iki mekandı. Saldırı sonrasında ben patlama noktasına daha yakın olan Viktor Levi'nin uzun süre toparlanamayacağını düşünmüştüm. Perşembe akşamı o noktadan geçerken gördüm ki içeride hummalı bir çalışma var. Çocuklar da tanıyorlar. ‘‘Nedir durum?’’ diye sordum.
‘‘Viktor Levi'yi cuma günü açıyoruz’’ dediler. Yani dün açılmış oluyor bu durumda. ‘‘Ben Pano'nun daha iyi durumda olacağını düşünmüştüm, burası nasıl daha önce yetişiyor’’ diye sordum bu kez. ‘‘Patlamanın basıncı arka tarafı vurdu ve Pano'yu daha çok etkiledi. O herhalde ocak ortasını bulacak’’ dediler. Haberiniz olsun yani, kapılarını açıyor bu çok sevilen ve yaraları henüz çok taze olan iki mekan. Beyoğlu insanları sahip çıksınlar mekanlarına. İnadına demek istiyorum... Türkiye Truva’yı kullanabilecek mi?
2004'ün bomba filmlerinden birinin ‘‘Troy’’, yani bizim bildiğimiz adıyla ‘‘Truva’’ olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Dev bir prodüksiyon, süper kadro (Brad Pitt, Orlando Bloom, Eric Bana, Peter O'Toole) ve muhteşem bir hikaye.
Film ABD'de mayıs ayında gösterime girecek. Avrupa'ya ve memleket sınırlarına da o sıralarda giriş yapar diye ümit ediyoruz.
Benim asıl merak ettiğim Türkiye'nin, topraklarında yaşanmış (yazılmış, anlatılmış, uydurulmuş, nasıl beğenirseniz...) bu hikayeden faydalanmayı becerip beceremeyeceği.
Hayır aslında merak etmiyorum. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye'nin tanıtımıyla uğraşması gerekenler, yani bürokratlar bu arada atamaları veya atıyorum; Ankara'da hangi kebapçının daha iyi kuyu kebabı yaptığını tartışıyor olurlar.
Mısır, turizminin kalbinin attığı bölgede yaşanan katliamın ardından, topraklarında geçen ve açık konuşmak gerekirse edebi açıdan hiçbir mana ifade etmeyen bazı romanlarla durumu toparlamıştı.
Hatta yanılmıyorsam, Hıncal Uluç bu konuyla ilgili dört dörtlük yazılar yazmış ve öneriler getirmişti. Ama dinleyen kim?
Bu kez fırsat ayağımızın dibine kadar gelmiş, hatta paçamızdan çekiştiriyor ‘‘Kullan beni! Kullan beni!’’ diye.
Dünyada milyonlarca kişinin seyredeceği öngörülen bir filmin hikayesinin bu topraklarda yaşanmış olduğu üzerine yürütülecek bir kampanya ile ne kadar turist çekeriz, onun hesabını ben bilemem.
Ama attığımız taş kolumuzu yormaz gibi geliyor bana.
Tabii, turisti getirip, ‘‘Tahta at şuradaydı... Aşil'in topuğu şuradaydı’’ diye iki taş parçası göstermenin faydası olmaz. Kısa vadede turisti, uzun vadede kendimizi kandırmış olabiliriz.
Hayal etmenin ucu bucağı olmadığı gibi, bir zararı da yok bildiğim kadarıyla. O zaman şöyle bir şey hayal edebiliriz.
Hemen çalışmalara başlansa, Truva temalı bir eğlence parkı yapılsa. Dünyada isim sahibi olan iyi yazarlarımıza bu konuda Türkiye'yi ön plana çıkaran (Mısır örneğine bakınız lütfen) roman siparişleri verilse, satın alınabilir ve kullanılabilir hediyelik eşyalar üretilse.
Bu kullanılabilir kısmı mühim aslında. İki günde yakası Şam'a, eteği Fizan'a bakan tişörtler yerine kaliteli ve severek giyilebilecek tişörtler, sweat-shirt'ler yapılsa. Tekstil deviyiz diye atıp tutmakla olmuyor bu iş.
Haydi yeri gelmişken söyleyeyim. Biz Kaşıkçı Elması'nı, Sultanahmet'i, Ayasofya'yı bile kullanamamış bir milletiz. Millet oryantalizm diye ölüp biterken, Tarihi Yarımada'yı bile Akmerkez'e çevirmişiz.
Bana yukarıda saydığım yerlerle ilgili bir tane güzel hediyelik eşya söyleyebilir misiniz?
Bugüne kadar sadece Diyarbakır Müzesi'nden çok güzel bir tişört aldım. Hálá da severek giyiyorum. Onun dışında İstanbul'a gelen yabancı dostlarıma severek kullanabilecekleri bir çöp bile alamadım.
Neyse, dağılmayalım.
‘‘Troy’’ Türkiye için büyük bir nimet.
Keşke Hıncal Uluç bu yazıyı okusa, bir de o yazsa.
O yazdığında başka oluyor çünkü.
Fırsat büyük, ıskalarsak da yazıklar olsun.
İçimden bir ses ‘‘Iskalamayacağımıza dair en ufak bir inancın var mı?’’ diyor. Umarım içimdeki ses yanılır.
En seksi 10 striptiz
LİSTE hastası olduğum bilinmekte. Sadece müzik listeleri, filmlerin hasılat listeleri, en çok satan kitap listelerine değil bu ilgi. ‘‘En Uzun Süre Geviş Getiren 10 İnek Türü’’ listesi bile ilgimi çekebilir icabında.
Sinema dergisi Premiere'in ekim sayısı önceki gün elime geçti. Anormal bir posta gecikmesinden dolayı değil. Bakmamışım, Ayşen Gür'ün yanındaki dergi birikintisinde rastlayınca alıp karıştırmaya başladım.
‘‘Sinema Tarihinin En Seksi 10 Striptiz Sahnesi’’ başlığını görünce, suratına ışık tutulmuş tavşan gibi kaldım tabii.
Paylaşayım sizinle. Liste şöyle:
1- Natalie Wood (Gypsy, 1962)
2- Sean Connery (Goldfinger, 1964)
3- Katharine Ross (Butch Cassidy and the Sundance Kid, 1969)
4- Maria Schneider (Paris'te Son tango, 1973)
5- Jessica Lange (Postacı Kapıyı İki Defa Çalar, 1981)
6- Jaye Davidson (The Crying Game, 1992)
7- Holly Hunter (Piyano, 1993)
8- Mia Kirshner (Exotica, 1994)
9- Malum elemanlar (The Full Monty, 1997)
10- George Clooney ve Jennifer Lopez (Out of Sight, 1998)
Anladığım kadarıyla striptizi soyunma sahnesi olarak ele almışlar. Yoksa, mesela Crying Game'de seyreden herkesi dumura uğratan soyunma sahnesi, genelde kullandığımız manada bir striptiz değildi. Keza şimdi hatırlamıyorum ama Sean Connery de, bir Bond filminde striptiz yapmamıştı.
Bu arada Demi Moore'un oynadığı ve adı ‘‘Strip Tease’’ olan, berbat filmden söz bile edilmiyor.
Aslında Carl Hiaasen'in (bütün kitapları güzeldir ama Türkçe'ye çevrilmedi bildiğim kadarıyla. Serdar Turgut tanıştırmıştı beni, kulakları çınlasın) harika kitabından o kadar kötü bir film çekmeyi nasıl başardılar o da ayrı hikayedir.