1 Şubat 2004
<B>LİGDE</B> 6 haftadır galibiyet yüzü görmeyen, Türkiye Kupası'ndan elenen ve haliyle morali bozuk olan Galatasaray, dün Süper Lig'in yüksek kaliteli takımlarından Gaziantepspor'u yenerek, moral buldu. G.Saray'ın durumu hiç de parlak değildi. G.Antep'in hocası maçtan önce 'Herhalde biz kazanırız' diyordu. Gaziantep, güçlü bir ekip. Tabii ki G.Saray'ı da yenebilir. Ama şöyle düşünmek lazım; G.Saray öyle bir vaziyete gelmiş ki, karşısına çıkmaya hazırlanan rakipler, puanı veya puanları cepte görebiliyorlar.
Fakat G.Saray, bütün moralsizliğine ve bütün olumsuzluklara rağmen sahaya çıktı. Uzun süredir görülmedik bir şekilde mücadele etti, az top kaybetti, harika oynadı ve zorlu rakibi karşısında 3 puanı almayı başardı.
Yüksek kalite
Dün G.Saray'da kaleci Aykut, Orhan, zaman zaman Ömer ve tabii ki Sabri'yle kaptan Hakan Şükür'ün oynadığı futbol göze hoş geldi. Burada bir parantez açıp, futbolu çirkinleştirmeden kora kor mücadele eden G.Antepspor'u da tebrik etmek gerekiyor.
Özellikle maçın ilk yarısında ve son 20 dakikasındaki seyrettiğimiz futbol, bu sezonun futbol kalitesinin ortalamasına göre çok çok yukarıdaydı. Tabii, bir şeye değinmeden de geçmemek gerekiyor. Bu hava şartlarında G.Saray'ın peşinden o kadar taraftarın stada gitmesi bile mucizedir. Yönetim ne yapıp, etmeli 100. yılda G.Saray takımını Ali Sami Yen'e taşımalı.
'Bu sezon G.Saray ne kadar kötü olursa olsun, Ali Sami Yen'de oynasaydı bu kadar geri düşmezdi' görüşüne tamamen katılıyorum. Bunu görmeyene tıp biliminde 'ama' deniyor zaten.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2004
Topesto biraderimle 2 film birden düzenlemişiz evde. İki tane Sam Peckinpah filmi çakınca (Killer Elite ve Straw Dogs), hava durumu filan insanın umrunda olmuyor. Bir yandan da laflıyoruz.
Topesto durdu, durdu ve ‘‘Farkında mısın ne kadar az kaldığına?’’ dedi.
Ben o sırada bira almaya kalktığımdan ‘‘6 kutu var dolapta. Git bi yüzünü yıka istersen’’ şeklinde bir cevap verdim.
‘‘Riko'dan bahsediyorum, geliyor ya!’’ dedi. Bunu o kadar büyük bir sakinlikle söylediğine inanamadım.
Çünkü kimilerine göre ‘‘bir efsane’’ kimilerine (ki bu yakınları oluyor) ‘‘yürüyen felaket’’ Riko biraderimiz, Büyük Britanya'daki vazifesi sona erdiğinden memlekete dönüş yapıyor.
*
Sorup duruyordunuz ‘‘Riko ne oldu, Topesto nerede?’’ diye. Topesto buralardaydı, Riko da geliyor işte.
İki yıllık sürgün hayatını tamamlayan biraderimizin gelişi, kafalarda bir takım soru işaretlerini de beraberinde getiriyor tabii ki.
En sık sorulan soru da ‘‘N'apıcaz abi?’’
Riko gelişi yaklaşınca sık sık aramaya da başladı tabii. Onun da kafasında bazı sorular var. Bir kısmını burada yazarak özellikle gençlerin temiz dimağlarında kalıcı hasar bırakmak istemem.
Topesto'ya döndüm ve ‘‘Ben orduya yazılmayı düşünüyorum usta’’ dedim.
Türkiye'de böyle bir şeyin mümkün olmadığını, mümkün olsa bile bunun iyi bir çözüm olmadığını, hem zaten askerliğimi yapmış olduğumu söyledikten sonra ‘‘Geçen sabah aklımı kaybediyordum’’ dedi.
‘‘Mühim bir şey sayılmaz zaten’’ dedim.
‘‘Terbiyesiz!’’ dedi ve devam etti: ‘‘Sabah normalden biraz erken kalktım. Direkt televizyonu açtım, kahve suyunu koydum ve tıraş olmak için banyoya girdim...’’
‘‘Eeee abi?’’
‘‘Tam suratımı köpürttüm, jileti değdirdim ki, o da ne!’’
‘‘Ne abi?’’
‘‘Kesmez misin iki dakika lafımı ya!’’
‘‘Pardon abi!’’
‘‘Evde bir ses... Tanıdık bir ses... Riko'nun sesi!..’’
‘‘Nasıl ya?’’
‘‘Abi adam evde konuşuyor diyorum sana. Tony Blair diyo, skandal diyo, istifa diyo bir ses. Ama bu ses Riko'nun sesi!.. Suratı kestim ayılana kadar...’’
‘‘NTV di mi abi?’’
‘‘Evet ya! Bu BBC raporunu mu ne okuyordu ya BBC'de. Oymuş meğer. Ama alacakaranlık kuşağı gibiydi!..’’
‘‘Büyük geçmiş olsun abi!’’
‘‘Sağol’’
*
Bu küçük fakat sevimli diyaloğun ardından ‘‘Filme dönelim mi usta?’’ diyerek güne yeni bir açılım kazandırma girişiminde bulundum.
‘‘Peckinpah'a devam mı?’’ dedi Topesto.
‘‘Gerilim mi seyretsek ruhsal durumumuza uyum sağlaması bakımından’’ şeklinde karşılık verdim.
‘‘Shining o zaman’’ dedi.
‘‘Shining olur usta’’ dedim.
Oldu.
Ey insanlar, efsane üç vakte kadar dönüyor. Ben bu uyarıyı yaparak üstüme düşen vazifeyi yerine getirdiğimi düşünüyorum. Tamam mı?
Ünlüler birbirine laf atınca...
Elliot Gould'a ‘‘En kötü işiniz neydi?’’ diye sormuşlar, ‘‘Size şunu hatırlatmak isterim ki; ben Barbra Streisand’’la evliydim demiş.
Biri hakkında ağır konuşmak tabii ki iyi bir şey değil.
Fakat İstiklal Caddesi'ndeki Ada'nın indirimli kitaplar reyonunda bulup aldığım ‘‘Rock Confidential’’ adlı kitabın, ünlülerin birbirleri hakkında sarf ettikleri sözler bölümünü okurken, itiraf edeyim ki çok eğlendim.
Coral Amende'nin derlediği kitap, benim gibi ıvır zıvır bilgilerden hoşlananlar için süper bir kaynak.
Bu noktada her zaman yaptığımız gibi ‘‘Nereden bulabilirim?’’ci arkadaşlara yönelik notumuzu iletelim. Nereden aldığımı az önce belirttim. Başka var mı bilemiyorum. Ama adını ve yazarını verdim işte. Bir de kitap İngilizce; onu da soranlar çıkabiliyor.
Neyse, geçelim, yenilip yutulması çok zor, haydi yuttunuz, hazmetmesi imkansız laflardan örneklere:
LOU REED: ‘‘Beatles'ın söyleyecek hiçbir şeyi yok ki. Hep mutlu şeyler. Doğru dürüst ne dediler ki bugüne kadar’’
FRANK SINATRA: ‘‘David Bowie, bugüne kadar üzerine gözümü değdirdiğim en acayip görünümlü şeydir.’’
JOHN LENNON: ‘‘Mick Jagger şaka gibi bir şey. Nonoş gibi dans ediyor...’’
RONNIE JAMES DIO: ‘‘Ozzy Osbourne bir morondur!’’ (Kısa ve öz konuşmuş abi, ama ayıp olmuş bence. Neyse...)
MARLENE DIETRICH: ‘‘Ben vulgarı oynardım; Madonna ise vulgarın ta kendisi!’’
SID VICIOUS: ‘‘Keith Richards'ın tutuştuğunu görsem, üstüne işemezdim bile...’’
LEMMY (MOTÖRHEAD): ‘‘Rolling Stones'un o yaşta hálá turneye çıkmasını, Evita'nın cam tabutla gezdirilmesine benzetiyorum.’’
NOEL GALLAGHER (OASIS): ‘‘Michael Stipe (REM) ortalıkta ‘Oh Tanrım, sanatım için acı çekiyorum‘ diye geziyor. Ben de MTV'deki haline bakıp ‘S..tir git başka yerde acı çek, seni görmek zorunda mıyım ben?’ diyorum.’
SOUTH PARK'IN YARATICILARI: ‘‘Barbra Streisand, South Park gibi televizyon programlarının kültür hayatımızdaki negativizmde etkisi olabileceğini söylemiş. Peki kendi etkisi ne olacak?..’’
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2004
<B>EN </B>burun kıvıranın bile muhakkak seyrettiğine inandığım televizyon fenomeni Popstar bu hafta sona eriyor diye umutlanmıştım. Bu haftayı konserle geçireceklermiş. Amaaan neyse! Hemen ikincisinin başlayacağını ve Kanal D dışındaki televizyon kanallarının da ‘‘Has Popstar’’ ve ‘‘En Has Popstar’’ tarzı örgütlenmelere gittiğini düşünürsek eğlencemiz daim olacağa benziyor.
Önümüzdeki hafta esecek heyecan rüzgárlarına hazırlık babında Popstar finali için birtakım kıyamet senaryoları geliştirdim. Buyurun kıyamet senaryolarına...
Son olarak Bursa'da sahneye çıkacağını duyduğum ve o günden sonra kendisinden haber alamadığım Ajdar (Nane'yi bilmiyorum demeyin bana!) final gecesini basacak.
Finali izlemek üzere salonda bulunan ve yine olanı biteni ayakta seyreden Bayhan'ın ailesi Ajdar'ı, Haldun Dormen'in elinden kaptıkları mikrofonla kafasına vurmak suretiyle etkisiz hale getirecek.
Ahmet San 47 saniye süren Popstar tarihindeki en uzun konuşmasını ‘‘Yolun açık olsun Türkiye’’ diyerek noktalayacak.
Zerrin Özer bu cümleyi ‘‘Yolun Armağan'ın kaşlarını’’ anlayacak ve gülme krizine tutulacak. Gülme krizi önce Armağan ve Ercan Saatçi'ye, oradan da arka sıralara doğru atlayacak. Bu arada bir vatandaş, Zerrin Özer'e gülerken harbiden kriz geçirecek ve hastaneye kaldırılacak.
Zerrin Özer, vatandaşın sağlık durumunun iyi olduğunu öğrenince rahatlayacak ve ‘‘Ben duygusal, duygularıyla hareket eden bir yorumcu olarak, yürekten güldüğü için o vatandaşımızı kutluyorum’’ diyecek.
Armağan, ádeti olduğu üzere jüri üyelerine hediye getirdiğini söyleyecek ve ciğerciden aldığı bir yüreği şakkadanak Zerrin Özer'in kucağına koyacak. Zerrin Özer bayılacak, Ercan Saatçi de bunun üzerine Armağan'ı dövecek. Bayhan'ın yakınları kavgaya karışıp karışmamaları gerektiğini bir müddet aile meclisinde tartıştıktan sonra cümbüşe dahil olma kararı alacak.
Hani bir tane heyecanlanınca kolunun ısısı artan bir kız vardı; adını hatırlayamıyorum şimdi. Her neyse işte, o kız kavga sırasında aşırı heyecandan dolayı kol ısısının 47,5 dereceye çıktığını öne sürerek rol çalmaya çalışacak.
Barış'ın BİZ'cileri, iyi insanlar olduklarını kamuoyuna göstermek amacıyla kızın ısınan koluna su dökecekler.
Bayhan'ın ailesi kıza fenalık yapıyorlar sanarak, BİZ'cilere girişecek.
Bu kıyametin koptuğu dakikalarda stüdyoya yeniden sızmayı başaran Ajdar, ‘‘Alırım Tüm Yetkimi Senden’’ adlı unutulmaz eserini seslendirmeye başlayacak.
Orkestra şefi ‘‘Nıhaaa!’’ diyerek yerinden fırlayıp uçan kafa ile Ajdar'ı etkisiz hale getirecek. Güvenlik güçleri eşliğinde stüdyodan uzaklaştırılan şef ‘‘Müzik için yaptım’’ diyecek.
Yarışmanın finalinin gerçekleştirileceği gün, gazetelerde Firdevs'in aslında Çinli olduğu ve finale katılabilmek için göz ameliyatı geçirdiği; Abidin'in de kutuplarda penguenler tarafından büyütüldüğü yolunda haberler çıkacak.
Bu arada annem ısrarla ailecek Firdevs'çi olduğumuzu vurgulamamı istiyor. Vurguladım... Hürmetler...
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2004
GEÇEN haftaki ‘‘Müzik arşiviyle karakter tahlili’’ yazısının gazına gelen bazı okurlar, ‘‘Bende bunlar var, beni de tahlil eder misin?’’ şeklinde kaşıntıya tutulmuşlar. Yapmam sandınız di mi? Ama yaptım işte. Bu arada isimlerini yazanların sadece başharflerini kullanıyorum. İsimsiz olanlar ise uygun gördüğüm bir rumuzla ödüllendirilecekler.
Seçtikleri albümlerden kim olduklarını anlarlar herhalde...
Buyurun bakalım afacanlar...
‘‘Usta şimdi bende şu albümler var: Eric Clapton (MTV Unplugged), Nirvana (Nevermind), Guns N' Roses (Appetite For Destruction), Metallica (Kill 'Em All), U2 (Joshua's Tree), Prodigy (Music For The Jilted Generation). Abi bir de Selena filmi vardı. Hani Jennifer lopez oynuyordu, Meksikalı bir kadın şarkıcının hayatını anlatan. Bir de onun soundtrack'i var, gizleyemeyeceğim senden. Ben nasıl bir kişiyim bu durumda?’’ (B.Ç./İZMİR)
CEVAP: Biraz 1990'lı yıllarda, hem de başlarında kaldığın belli oluyor albümlere şöyle bir bakınca. Kendini yenileme problemin olduğu kesin. Prodigy albümünü alarak, bir ara modern alemlere yelken açayım demişsin ama orada kalmışsın. Eric Clapton'ı severiz. Fakat o yıllarda, yani 1990'ların başlarında Nirvana'nın yanında o albümü bulundurana iki tane çakıyor, bir tane sayıyordu rock aleminin ağır abileri. Selena'yı ise duymamış olayım. Nasıl bir gaza gelmiş olabilirsin diye düşündüm ama işin içinden çıkamadım. Dost acı söylermiş; belli ki dalgalanmışsın, şimdi biraz durul bakalım. Bir de Metallica albümü seçiminden dolayı tebrik ederim. Hakikaten benim de en sevdiğim albümlerinden biridir.
‘‘Müzik arşivim şöyle: Now That's What I Call Music! Vol. 36, Barbra Streisand (The Broadway Album), Norah Jones, The Stranglers (Lies & Deception. Türkçe albümleri yazmıyorum ama. Görüşlerinizi bekliyorum.’’ (A.K./ANKARA)
CEVAP: Pek kıymetli hanımefendi. Belli ki romantik bir insansınız diyeceğim, The Stranglers albümünün ne işi var o zaman evinizde. Büyük ihtimalle, bir ara rockçı bir manita yaptınız kendinize. Yürümemiş o ilişki anladığım kadarıyla. Olur öyle şeyler, hayat işte! Now That's What I Call Music serisinden herhangi bir albüm bulundurmanızı nasıl açıklayabiliriz? Belli ki o albümde sevdiğiniz birkaç şarkıyı bir arada görüp heyecan yapmışsınız. Kuschelrock ve Now serisiyle kan davası olan birine bu albümü evinizde bulundurduğunuzu söyleyebilmek, aynı zamanda cesur bir insan olduğunuzu kanıtlıyor. Tebrik ederim. Tırstım!
‘‘Bak bakalım birader şu albümlere: ‘‘Grateful Dead (Postcards of the Hanging), Traffic (Low Spark, Canteen), Procol Harum (Broken Barricade), Waterboys (A Pagen Place), Palace Music (Lost Blues and Other Songs) Daha sayayım mı?’’ (Rumuz Ukala Dümbeleği)
CEVAP: Bu mail kesinlikle ya Topesto'dan ya da benim elemanlardan birinden geldi. Çünkü adı geçen albümleri (Waterboys'unki single olmalı) görene ermiş muamelesi yapılıyor bu dünyada. Ama eğer bu mail doğruysa ve evinde bu albümler varsa, kesinlikle tanışmak isterim. Yani sırf o Grateful Dead albümüne dokunmak için bile gelir tanışırım. Bu albümlere sahipsen eğer meçhul arkadaşım; bir kere müziği laf olsun diye dinlemiyorsun. Bu da süper delikanlı bir insan olduğunu gösterir. Bir de yurt dışında okuduğunu veya ailede senden önce birilerinin iyi müzik dinlediğini düşünüyorum. Özellikle Procol Harum'un o albümü, iyi müzik dinlenen bir evde büyüdüğüne işaret. Kıymetli bir şahsiyet. Siz görmüyorsunuz ama şu anda ayağa bile kalktım.
‘‘Aslında ben sadece Judas Priest, Scorpions, Cheap Trick, Golden Earring, Humble Pie, Journey, Rush, Molly Hatchet, Nazareth, Uriah Heep ve Yes dinliyorum...’’ (Rumuz Rock On Dude!)
CEVAP: Anladığım kadarıyla son 20 yıldır filan yeni bir şey almamışsınız. Bunu eleştirmek için değil, takdir etmek amacıyla söylüyorum. Damardan rockçı bir abiyle karşı karşıyayız. Yeni ve iyi şeyler de var aslında ama hiç dokunmamak lazım diyorsanız da en iyisini yapıyorsunuz. O müzik artık yapılamıyor... Özendim vallahi. Akşam evde kendime böyle şeyler çalayım. Bu arada Humble Pie dinleyen sadece bir kişi tanımıştım. Sizinle birlikte etti iki. Tuhaf...
Tex'in ilk sayıları çıkıyor kaçırmayın
ÇİZGİ roman aleminde pek çok sevdiğim kahraman var ama Tex'i tek geçerim. Son yıllarda Maceraperest Çizgiler serisi sayesinde, iyi çevrilmiş, güzel basılmış Tex albümleri okuyoruz düzenli olarak. Sağolsunlar, varolsunlar.
Şimdi aynı yayınevi (ki Oğlak oluyor bu), yeni bir Tex serisi daha başlattı.
Aslında yeni demek ne derece doğru tartışılır. Çünkü ‘‘Altın Seri’’ adıyla çıkmaya başlayan bu seri, Tex'in İtalya'daki ilk sayısından, yani birinci sayıdan başladı.
Bunun ne kadar mühim olduğunu çizgi roman meraklıları anlayacaktır. 40 küsur yıllık maceralardan söz ediyoruz burada.
Bonelli'nin yazdığı, Galleppini'nin çizdiği ilk maceralar. Tex doğuyor yani.
İlk sayı ‘‘Kırmızı El’’de daha Kit Carson filan yok tabii.
Aylık olarak sürecek bu seri kaçmaz, benden söylemesi.
Bir de bu ilk sayıyla birlikte Claudio Villa'nın çizdiği renkli bir kartpostal da hediye ediliyor. Bu kartpostallar her sayıda verilecek. Fakat ilk sayının önemi, bu kartpostalları saklayabileceğiniz bir de kutunun hediye ediliyor olmasıyla büyüyor.
Ben uyararak görevimi yaptım işte...
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2004
<B>BİR </B>defa girdiğimiz topa tekrar hareketlenmek gibi bir huyumuz yoktur aslında. Metroseksüellik hadisesi üzerine diyeceğimizi, ‘‘Metroseksüele bu memlekette ekmek çıkmaz’’ başlıklı bir yazıyla dile getirmiştik.
Bu arada niye çoğul konuşuyorum onu ben de anlamadım ya her neyse.
Fakat geçen hafta ‘‘geyiklerüstü kurul’’ diyebileceğimiz bir ekiple laflarken, konu döndü dolaştı yine bu çarliston marka kişilik modeline geldi.
Yayın grubumuzun mümtaz şahsiyetlerinden Sebati (Karakurt) ve Erdem (Kırım) ile laflarken metroseksüele karşı, daha bize özgü bir modelin adı kondu: Gettoseksüel.
Metroseksüel, malumunuz, kendine çok özenen erkek modeli için kullanılıyor. Manikür, pedikür, buruna ayrı, kulağa ayrı krem şeklinde yaşayan ve memleketin bazı kesimlerince ‘‘didon’’ olarak da anılan bir tip oluyor bu.
Gettoseksüel ise söz konusu ‘‘kurul’’ tarafından memleketimizde daha sık rastlanan bir modeli karşılamak üzere türetildi.
Getto, İngilizce ‘‘ghetto’’dan araklandı; mana olarak bizdeki gecekonduya yakın.
* * *
‘‘Metroseksüel’’le taban tabana zıt denemez aslında bu model için. O da kendince bakımlı. Fakat nasıl diyeyim, metroseksüele göre bütçesi daha az olduğundan, telaffuzu zor pahalı kremler yerine normal bildiğimiz tıraş sonrası kremi kullanıyor.
Versace yerine Versache giyiyor. Pantolon paçalarını dikiş yerlerinden kesiyor mesela. Bunun şık olduğunu düşünüyor.
245 dolarlık Cole Haan pabucu giyemiyor belki ama gerekirse o efekte sahip taklit ayakkabı buluyor. Genel manada sivri burunlu çizmeleri tercih ettiğini söyleyebiliriz. Spor ayakkabı tabii ki taklit Puma. (Yeri gelmişken trend peşinden koşan arkadaşlara tüyo vereyim. Kill Bill'den sonra Uma Thurman'ın ayağındaki Asics Tiger'lar çok moda olacak, görün bakın!)
* * *
Metroseksüel Makro'dan veya Cihangir'deki Çağdaş'tan ithal şarap alıyorsa, gettoseksüel mahalle bakkalından kırmızı kutu bira takılıyor.
Metroseksüel, ‘‘marka’’ adreslerde eğleniyorsa, gettoseksüel gerekirse sokakta, bulunduğu noktayı bara, diskoya çevirebiliyor.
Metroseksüel, tür olarak tek başına veya en fazla bir arkadaşıyla çıkarken, gettoseksüel 4'lü 5'li gruplar halinde takılıyor.
Bu ekipler otomobille gezerken de 4-5 kişi oluyor. Yine yeri gelmişken bir konu hakkındaki merakımı da sizlerle paylaşma ihtiyacı duyuyorum. Şimdi bu arkadaşlar 4-5 kişi, bazen daha fazla otomobile binip kız tavlamaya çıkarlar ya. Çok affedersin kardeşim ama haydi bir kadın şuurunu tamamen yitirdi ve o otomobile binmeye kalktı. N'apacaksınız? Samimi olarak soruyorum; n'apacaksınız?..
Bu arada son söz olarak metroseksüel, g-string giyebiliyormuş. Gettoseksüeli bozar bu hadise.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2004
Kabul ediyorum, benim evimde de ‘‘Bu albümün sende ne işi var ho-ho-ho!’’ dedirtebilecek kadar dandik birkaç albüm vardır. Ve bu utanç kaynağı albümler yıllar önceden kalma olmak zorunda değil. Mesela yanılmıyorsam, dört arkadaş alkollü bir anda birbirimizi gaza getirmek suretiyle ‘‘Ketchup Song’’un bulunduğu o albümü almıştık.
Evde bir yerlerde duruyor ve ben onu görmezden gelmeye devam ediyorum. Ama durumu daha vahim olan arkadaşlarım var. Onların varlığı beni rahatlatıyor.
Mesela Topesto'nun evinde Kenny G albümü bulmuştuk bir keresinde. G-string giyen metroseksüeller ve sinir krizinin eşiğindeki kadınlar dışında kimsenin Kenny G dinlemediğini düşündüğümüzden acayip şaşırmıştık.
Topesto ‘‘Kuzenim Ayşe'nin albümü... Zevksiz şey. Ehe-ehe, nasıl dinlerler anlamam ki’’ diye geveledi fakat top çoktan çizgiyi geçmişti, tribünler ‘‘Gol!’’ diye ayaktaydı.
Ağır hasar bırakıcı şekilde dalga geçtik tabii.
Topesto ‘‘Senin evinde de Mariah Carey albümü var’’ diye iftira atarak kurtulmaya çalıştı.
Neyse ki evime gelen bir kişinin kazara ‘‘Mariah’’ dese bile ‘‘Carey’’ demesine dahi izin vermeyeceğim bilindiğinden, bunun bir iftira olduğu çabucak ortaya çıktı.
*
Bu kriz anının tadını çıkardıktan sonra, Topesto'yu rehabilite etmek için hızlı bir geyik turu düzenledik.
‘‘İnsanların evlerindeki albümlerden karakter tahlili yapmaca’’ başlıklı bu geyiğin tüm detaylarını yazmak imkansız.
Fakat Topesto'nun arşivinden yola çıkarak yaptığımız karakter tahlilini genel hatlarıyla özetleyebiliriz:
BEST OF DURAN DURAN:
1980'lerde ukala dümbeleği vaziyetinde ‘‘Kızlar dinliyor oğlum bunları, yaramaz bu lavuklar!’’ dediğiniz bir grubun ‘‘Best Of’’unu evinizde bulundurmanız, ne kadar şahsiyetsiz bir insan olduğunuzu gösteriyor, o başka. Fakat bu noktadan hareketle geçmişe özlem duymaya başladığınız sonucuna, o noktadan da bir çekirge edasıyla zıplayarak yaşlanmaya başladığınız sonucuna ulaşıyoruz.
PERE UBU (The Modern Dance):
Vaaay ‘‘1980'lerde indie dinlerdik’’ diyorsunuz yani. Çok havalısınız. Bir indie takipçisi olduğunuzu, Sonic Youth, Pixies ve Palace Music albümleri bulundurmanızdan da anlıyoruz. Sistemin dışındayım mesajı ha, pekiii, pekiii!
BLACK SABBATH (Paranoid):
Hocam saygıyla karşınızda eğiliyoruz. Bu albümü evinde bulunduran kişi, yüceler yücesidir. Ozzy'nin en güzel dönemi. Hürmet abi, hakikaten.
ROLLING STONES (Forty Licks):
Çok iyi bir derleme. Fakat, evinizde başka bir Rolling Stones albümü göremedik. Voodoo Lounge var diyorsunuz. İyi albüm tabii ama, evinizde bir ‘‘Exile On Main Street’’ veya bir ‘‘Let It Bleed’’ bulunmaması, kolaycılığa kaçan bir insan olduğunuzu gösteriyor. ‘‘Sticky Fingers’’ın orijinal LP'si mi var, bir kere dokunabilir miyim abi? Yücesin diyoruz sana, yüceee!
ARETHA FRANKLIN (Lady Soul):
Tamam abi, bu albüm varsa bir adamda, duvarına Kenny G posteri assa eleştirmem. Biz sefiliz. Yahu, bu albümü evde bulundurmak var ya... Başka bir şey diyemiyorum. Bana çeksene bunu, yok bende... ‘‘Çekmem’’ diyorsunuz demek; bencilsiniz bayım! Hatta ‘‘Salatalık!’’ diyeceğim ama çekme ihtimalini tamamen ortadan kaldırmamak için susuyorum.
CELTIC FROST (Morbid Tales): Gençliğinizde sert günleriniz de oldu demek. İlk Celtic Frost albümü, heavy metal aleminin radikal fraksiyonlarında gezdiğinizi gösteriyor. Problemli gençlik yılları. Az önce kafama vurmanız esnasında hissettiğim şiddete eğilimli kişiliğin ardında bu yatıyor olabilir.
BEST OF BOB MARLEY:
Ulen, bir arkadaşımın evinde de olmasın bu albüm be! Yani olsun tabii, harikadır. Yıllardır dinle dinle eskitemedik. Ama hayatım boyunca girip çıktığım her evde bu vardı. Bir de Bob Dylan'ın ‘‘Desire’’ albümü. Bir de ‘‘Best of Janis Joplin’’... Alacakaranlık Kuşağı gibi bir şey...
Eseses kikiki eskieski es!
Büyük Britanya'daki kitapçılarda, spor kitaplarının bulundukları bölümde bir ömür geçirebileceğimi hissettiğim anlar olmuştur.
Hepsini almaya kalksanız paranız, okumaya kalksanız büyük ihtimal ömrünüz yetmez. Öyle bir çeşitlilik...
Türkiye bu konuda fakir bir ülkeydi. Ancak son yıllarda futbolu seven bazı entelektüellerin (Tanıl Bora başta olmak üzere) çabasıyla gayet iyi kitaplar çıkmaya başladı.
‘‘Futebol’’u Türkçe okuma şansını bulduk mesela. Yiğiter Uluğ'un harikulade ‘‘Hatice'ye Mektuplar’’ını döne döne okuduk.
İslam Çupi'nin kitabının ilk baskısının bile tükenmemesi (Benim evimde 1 tane var. Fenerbahçeliler başta olmak üzere bütün futbolseverler bu durumdan dolayı utanmalı) gibi umut kırıcı hadiseler bile engel olmadı bu güzel kitapların çıkmasına.
Son olarak Özgür Topyıldız'ın ‘‘Anadolu Yıldızı Eskişehirspor’’ adlı kitabını okumaya başladım.
1979 doğumlu bir genç olan Özgür Topyıldız, Türk Futbol Tarihi'nin en kıymetli kulüplerinden biri olan Eskişehirspor'un tarihini mükemmel bir şekilde kitaplaştırmış.
Ortada ciddi bir emek var. Duyduğum kadarıyla delikanlı Eses taraftarı da ilgisiz kalmamış kitaba.
Geçtiğimiz günlerde askere giden Özgür Topyıldız'ı detaylı çalışmasından dolayı ne kadar övsek azdır.
Bu vesileyle askerdeki Topyıldız'a bir selam çakıyorum ve futbol aşıklarına, ‘‘Sadece seyretme, biraz da oku’’ şeklinde yazdıktan sonra gözüme manasız gözüken bir mesaj yolluyorum.
Saçma oldu hakikaten!
Ya, bu arada Eskişehir Üniversitesi filan da el atsa, Kırmızı Şimşekler ait oldukları yere, Süper Lig'e dönse ya.
Jimmy Scott geliyor önümüzü ilikleyelim
Ne zamandır doğru dürüst bir konsere gitmedim. Aslında bir ara sinemaya gitmekten sıkılıp, 2 sene kadar sadece evde film seyrettiğim bir dönem vardı, o dönemi hatırlatıyor bu durumum...
İyi konserler de oluyor eyvallah ama benim gidesim yok işte. Bu durum, Babylon'un ocak ayı programını görene kadar sürdü.
Bakın arkadaşlar şimdiden not edin biletinizi alın filan falan. Çünkü 28 ve 29 Ocak tarihlerinde benim için çok mühim biri geliyor Babylon'a: Jimmy Scott.
Jimmy Scott şarkı söylemeye başladığında ne kadar inanılmaz biriyle karşı karşıya olduğunu anlayacaksınız. Canlı performansı hakkında hiçbir bilgim yok. Yaşının 70'e geldiğini düşünürsek zaten dizlerinin üstünde kaymasını filan beklemiyoruz.
Ama sesi... Duyduğum en orijinal seslerden biridir. Tarif etmeye kalksam elime yüzüme bulaştırırım, hiç yapmayayım öyle bir şey.
İşte size tavsiye, kaçırmayın Jimmy Scott'u. ‘‘Love Will Keep Us Together’’ı Jimmy Scott'tan ilk dinlediğim günü hatırlıyorum. Nasıl şaşırmıştım.
İyi şeyler de oluyor hayatta diyebiliriz herhalde bu durumda. Evet ya, diyebiliriz.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2004
<B>BİR </B>gün dünyaya hákim olacaklarına ve insanoğlunu tamagochi bebeği gibi idare edeceklerine ciddi ciddi inandığım Japon milleti, rüya görme makinesi icat etmiş. Dünkü gazetede yer alan haberin giriş cümlesine ayrıca dikkat çekmek isterim sevgili okur: ‘‘Daha önce köpek havlamasını tercüme eden 'Bowlingual' isimli cihazı üreten Takara Co. Ltd. isimli Japon firması, şimdi de rüya makinesi icat etti.’’
Köpek havlamasını tercüme edecek bir alete bütçe ayıran bir milletten ben her şeyi beklerim, ona göre.
Her neyse, 140 dolara satılacak cihaza gerekli bilgileri yükledikten sonra istediğiniz rüyayı görebiliyormuşsunuz.
Acayip bir hadise olduğu çok açık.
Denemek ister miyim çok emin değilim ama eğer bir gün denersem görmek isteyebileceğim rüyaları sıraladım...
Angelina Jolie, Cameron Diaz ve ben oturmuş laflıyoruz...
Galatasaray-Real Madrid Şampiyonlar Ligi Finali'nde. Maç da San Siro'da oynanıyor olsun. Fatih Terim beni 87'nci dakikada, maç 0-0 sürerken oyuna alıyor. Orta sahadan rövaşatayla gol atıyorum ve kupayı kazanıyoruz.
Bir önceki rüyayı, 90 dakika oynadığım ve 5 gol attığım şekilde görmek istiyorum.
Bir de kendi kale çizgimden top çıkardığım versiyonunu rica edeyim. Yok abi, bu final rüyası bitmez geçeyim ben bunu...
Angelina (artık samimi olduk ya) ve Cameron'u da yanıma alıp bizim perşembe günleri yaptığımız ‘‘öküz’’ toplantısına gidiyorum. Benim elemanlar, yere düşerek filan bayılıyor.
Robert De Niro, Al Pacino, Marlon Brando ve ben (aslında John Casavettes de olur, rüya değil mi, rüya icabı canlansın) poker oynuyoruz. Aramızda anlaşıp Al Pacino'ya kavuğu giydirmişiz; mütemadiyen söğüşlüyoruz abiyi.
Cameron'la Angelina arıyorlar, ‘‘Akşam işim var’’ diye ekiyorum. İnsanoğlu böyle arsızlaşır işte! Terbiyesize bak!
Keith Richards'ın omzu çıkmış. Mick Jagger arıyor ve ‘‘Lütfen Keith'in yerine çalar mısın? İstediğin parayı vereceğiz’’ diyor. ‘‘Para istemez’’ diyorum ve Rolling Stones'la turneye çıkıyorum. Süper çalıyorum, Keith Richards gitarını imzalayıp hediye ediyor.
Ben de bir gitar imzalayıp Keith abiye hediye ediyorum. Ağlıyor. Çüş!
Angelina'yla Cameron, beni Monica Bellucci'yle yemekte görüyor. Bozuluyorlar haliyle!
Red Hot Chili Peppers'dan ‘‘Baba bize katıl’’ diye teklif geliyor, kabul etmiyorum!
Gazete beni Premiership'i izlemekle görevlendiriyor. Bir sezon Londra'da kalıp Arsenal maçlarını seyrediyorum.
Sezon sonunda Arsenal menajerlik öneriyor, kabul etmiyorum.
Al Pacino arıyor, ‘‘Kanatçım, harbi konuş. Siz beni yediniz mi geçen akşam pokerde?’’ diye soruyor. ‘‘Zzzt Erenköy’’ diyorum.
Dana Ferhat, arkasından yazdığım veda mektubu için teşekkür etmeye geliyor ve ‘‘İnsan unutulunca ölürmüş. Bir dana olarak beni unutmadığın için teşekkür ederim Kanat Abi!’’ diyor. ‘‘Bu ne biçim rüya be!’’ diyerek uyanıyorum.
Japonlar dünyayı ele geçiriyor. Cüneyt Arkın'la beraber dünyayı kurtarıyoruz. Sonra bu mücadelemiz ‘‘Dünyayı Kurtaran İki Adam’’ diye film oluyor; biz kafadan Oscar alıyoruz Cüneyt babayla.
Oscar törenine Kylie Minogue'la gidiyorum. Al Pacino'yla barışıyoruz.
Rüya görme aleti dile geliyor ve ‘‘Abi başka saçmalık kalmadıysa ben bir bozulayım artık’’ diyor.
Uyanıyorum.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2004
Kanal D sağolsun, voleybolcu kızların maçlarını verdi. Doğal olarak, sadece onların maçlarını verdi. Fakat futbolun da olmadığı şu günlerde, insan diğer maçları da seyretmek istiyor. Bazılarını EuroSport verdi.
Fakat tamamını veren tek kanal Azeri Televizyonu AZTV1'di.
Bazı maçları oradan takip ettim.
Mesela bugün (Hollanda'yı 3-1 yendiğimiz gün) Almanya-Rusya maçını oradan takip ettim.
*
Not aldığım cümleleri aktarayım:
‘‘Grün'ün derbesi (zerbe gibi söylüyorlar aslında; darbe diyor ama) sahaya düşer...’’
‘‘Oyundan en yahşı, en meraklı epizodları (bölümleri) izliyirik.’’
‘‘Hesap arasındaki fark ikiye yinir.’’
‘‘Time-out'ın vakti bitir.’’
‘‘Silvestır derbeyi inançsız vurdu.’’
‘‘Ruslar hesap arasındaki farkı 3'e kaldırdı.’’
‘‘Buaga hesabın beraberleşmesine imkan vermir. Hesap 10-11'dir.’’
‘‘Almanya komandası topu meydana dahil edir.’’
*
Sakın dalga geçtiğimi falan düşünmeyin. Çok sempatik geldiği için bunları aktardım. Gülünecek bir durum olsa, onlar da bizim konuşmamıza gülerler herhalde di mi?
Grup isimleri hadisesi tadında kalsa diyorum
Geçen hafta, ‘‘Grup isimleri nereden geliyor?’’ dedik ve bazı mühim müzik topluluklarının isimlerinin kaynaklarını yazdık.
Bu arada Moby Dick'in yazarı Herman Melville'i, Henry Melville yapmışız zaten kusura bakmayın.
Her neyse... Arkadaşlar, kıymetli okurlar, silah arkadaşlarım. Sorularınızla tek tek başa çıkabilmem için kendimi klonlatmam gerekiyor.
Bir de yorumlar var tabii: ‘‘Ya elin değmişken bir baksana, Beatles'ın adının Beat Kuşağı ile ilgili olduğu da söylenir. Hele bir incele bakim...’’ gibi.
Bildiklerimi yazdım. Daha yazamadığım çok topluluk var elbette ama, hangi birini yazayım, bana da yazık di mi?
Ancak Jethro Tull hakkında bana ufak çaplı (10 soru filan) bir sınav yollayan arkadaşa bu vesileyle seslenmek istiyorum: Öyle, boşlukları doldurun şeklindeki soruları cevaplayacak kadar hakim değilim Jethro Tull'a.
Daha doğrusu 1-2 grup dışında hiçbir gruba o kadar hakim değilim.
Ama Jethro Tull'un adını 18'inci yüzyılda yaşamış mucit bir çiftçiden aldığını biliyorum.
Bir de AC/DC için o kadar çok rivayet geldi ki. Anti Christ-Death To Christ diyene mi inanacaksın, Anti-Christ-Devil's Child diyene mi?... Herkes haklı diyelim olsun bitsin di mi?
İnanması zor belki ama Cimbom'dan iyi haber var
Galatasaray taraftarının bu sezon üzülecek yeri kalmadı desek yeridir. Neyse, mühim olan itibarı kaybetmemek diyelim bari...
Bugün Galatasaray taraftarları belki inanmakta zorlanacak ama onlara iyi haberlerim var.
Belki biliyorsunuzdur, Galatasaray'ın yıldızları, geçen hafta Fenerbahçe'nin yıldızlarını 1-0 yenerek şampiyonluğu garantiledi.
‘‘Artık o ligi mi takip ediyorsun?’’ diyenler çıkacaktır. Evet, birkaç yıldır Galatasaray'ın altyapısını dikkatle takip ediyorum. Mümkün oldukça seyrediyorum vesaire.
Öncelikle altyapıyı mükemmel bir şekilde idare eden Ali Yavaş'ı ve küçük kardeşlerimi tebrik ediyorum.
Ama asıl bahsedeceğim konu bu değil.
Galatasaray altyapısı bu sene gurur verici bir davet aldı. UEFA, ikinci kez düzenleyeceği ‘‘UEFA Forum For Elite Club Youth Coaches’’a Galatasaray'ı da davet etti.
UEFA Şampiyonlar Ligi'nin ‘‘bütün zamanlar sıralamasında’’ ilk 16 sırada bulunan takımların altyapı sorumlularının katılacakları forum 27 Ocak'ta Almanya'da düzenlenecek.
Galatasaray'ı bu forumda Ali Yavaş temsil edecek. Diğer davet edilen takımları da sıralayayım da işin önemi daha net anlaşılsın: Real Madrid, Manchester United, Barcelona, Bayern Munich, Juventus, Milan, Ajax, Borussia Dortmund, Valencia, Porto, Arsenal, GALATASARAY, Dinamo Kiev, Leverkusen, Rosenborg ve Deportivo La Coruna.
Bu arada bir de turnuva var. 9-23 Şubat tarihleri arasında İtalya'nın Viareggio kentinde bu yıl 56'ncısı düzenlenecek olan Coppa Carnevale'ye katılmak üzere davet aldı Galatasaray gençleri.
Turnuvaya Milan, Juve gibi İtalyan devlerinin yanı sıra 11 ülkeden seçilmiş takımlar da katılıyor. 1984-1988 doğumlular gidiyor ama her takıma 1983 doğumlu 2 oyuncu oynatma hakkı da veriliyor.
Geçen yıl Juventus kazanmış kupayı. Bu yıl kim alacak bakalım. İlk rakibimiz Roma...
Patenti Çetin Altan'a ait olan ama diğer köşe yazarlarının da severek kullandıkları o lafı ben de kullanayım bari: Enseyi karartmayın.
Cimbom'da iyi şeyler de oluyor.
Markiz'e girmek niye mesele
Markiz Pastanesi'ne yaşım itibarıyla yetişemedim. Ama ömrümün önemli bir kısmını ‘‘Keşke açılsa... Açılıyor galiba... Vazgeçtiler açmaktan... Açılıyormuş Markiz... Yok açmıyorlarmış... Restorasyon başladı... Restorasyon yarım kaldı...’’ haberlerini dinleyerek ve okuyarak geçirdim.
Neticede geçtiğimiz haftalarda açıldı Markiz.
Açılış gecesiyle ilgili haberleri okurken ‘‘Beyoğlu'nu Güzelleştirme Derneği'nin Çiçek Pasajı'ndaki yıllık eğlencelerinin haberlerini’’ okuyormuş gibi hissettim kendimi.
Hani Beyoğlu'na adım atmayan insanlar, senede bir gün Beyoğlu'nda toplanıyorlar, onda da Pasaj'ın kapılarını dev perdelerle kapatıyorlar ya; işte öyle bir şey.
Markiz Pastanesi'ne elimiz mecbur bir şekilde gideceğiz elbet. En azından yıllardır camına burnumuzu dayamak suretiyle incelediğimiz duvarlarını dünya gözüyle görmek için gideceğiz.
Ama içimde kendimi orada rahat hissedemeyecekmişim gibi bir his var.
Çok uzak, çok soğuk duruyor. Sanki girsem kavruk kalacağım.
Sanki Türk filmlerinde zengin kızın yalısındaki partiye davet edip sonra da arkadaşlarıyla dalga geçtiği ‘‘fakir ama gururlu’’ genç pozisyonuna düşeceğim...
Benim bu paranoyam yetmezmiş gibi, sevdiğim bazı köşe yazarları ağız birliği ederek ‘‘Ne o öyle Free-Shop gibi olmuş...’’ türü yazılar yazmaz mı? Yazar!..
Bu durumda, iyice tırstım tabii.
Bir süre önünden geçip içeriyi keserim... Bir gün de cesaretimi toplayıp girerim içeri.
Acaba hakikaten öyle şapkalı kadınlar oturuyor olacak mı içeride ?
Acaba kravat mı takmalıyım?
Acaba garsonlar ‘‘Sen buraya ait değilsin’’ gibilerden mi davranıyor insana?
Acaba ne sipariş etmek gerekiyor?..
Acaba hiç gitmesem mi?..
Yazının Devamını Oku