28 Şubat 2004
Yarın gece Maraton’un üstüne Telegol patlattıktan sonra uzaktan kumanda aracılığıyla NTV’ye demir atıp Oscar törenini seyredeceğiz. Fener’e yenilmemiz durumunda (Derbidir belli olmaz filan demeyelim, durum pek parlak değil Galatasaray açısından malumunuz...) törenin Kırmızı Halı bölümünü seyredecek moral bile olmayabilir.
Ama var böyle bir niyetimiz işte.
Oscar Abi, bu sene kimi sevindirir diye düşünenleri biraz aydınlatmak amacıyla ufak çaplı bir araştırma yaptım.
Kişisel bir liste de hazırlamak isterdim ama çeşitli dallarda aday çıkaran filmler içinden sadece Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü, Son Samuray ve Finding Nemo’yu seyrettim.
Yüzüklerin Efendisi olmasa, ‘Verin Oscar’ı Finding Nemo’ya. Canavar gibi film’ derdim ama En İyi Animasyon ve Orijinal Senaryo dışında ‘büyük’ dallardan birinde adaylığı yok.
Bir de Yüzüklerin Efendisi’ni (Favorim İki Kule bu arada, son film değil) sevdik işte...
*
Bu işten anlayanlara göre Yüzüklerin Efendisi’nin En İyi Film ve En İyi Yönetmen dalında ödül almasına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Hatta Ladbrokes gibi bahis şirketleri, Oscar bahislerinde bu filme abartılı şekilde bahis yatırılması üzerine dükkanı erken kapatmak zorunda kaldılar.
Bahisler kapandığında Yüzüklerin Efendisi 12’ye 1 veriyordu. O kadar saçma bir durum oluşmuştu yani...
Yüzüklerin Efendisi’nin (Ki, Star Wars’tan beri yapılmış en başarılı seri hakikaten) kazanmasına neredeyse garanti gözüyle bakılıyor.
www.imdb.com’daki tahminlere katılanların yüzde 73’ü Yüzüklerin Efendisi diyor mesela.
Ama Akademi üyeleri uyuzluk yapmaya kalkarsa ve ‘Sürpriz film çıksın, millet çok şaşırsın mesela’ derse, ‘Lost In Translation’ veya ‘American Splendor’ da çıkabilir. Fakat çok zayıf bir ihtimal bu.
Yönetmen dalında da Peter Jackson, yani Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi’nin yönetmeninin kazanacağına inanılıyor. Belki Sofia Coppola olur diyenler de var ama sanmıyorum...
Erkek Oyuncu dalında Bill Murray diyor bu işten anlayanlar ve Akademi’nin tavrını bilenler. Fakat Sean Penn’in de ‘Mystic River’da döktürdüğünü söyleyenler de var. Murray’ye saygı babında ödül gitme ihtimali yüksek. Kalbimiz Sean Penn’den yana o ayrı...
Yardımcı Erkek Oyuncu için şu kadarını söyleyeyim: Tim Robbins (Mystic River) favori, Ken Watanabe (Son Samuray) plase, Benicio Del Toro (21 Grams) sürpriz...
*
Kadın Oyuncu konusunda Charlize Theron’un ‘Monster’ filmiyle malı götüreceğine inanılıyor. Malumunuz, o güzel kadın, bu rol için 13 kilo mu, 20 kilo mu ne aldı. Hollywood, rol için kilo alıp verenlere (Bakınız Robert De Niro), tipini kaydıranlara filan sempati duyar.
!f İstanbul’da da gösterilen ‘Whale Rider’da Krisha Castle Hughes’un da döktürdüğü söyleniyor, fakat Theron’a gidecek o ödül, öyle gözüküyor.
Yardımcı Kadın Oyuncu için tek bir isim üzerinde duruluyor: Renee Zellweger. Şu anda sinemalarda gösterilen ve benim seyretmediğim filmler arasında bulunan ‘Cold Mountain’daki rolüyle ödülü eve götürüp, sürekli görebileceği, ara sıra ‘Canım benim’ şeklinde sevebileceği bir yere koyması bekleniyor.
Uyarlama Senaryo dalında da Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü favori gösteriliyor. Ama En İyi Film ve Yönetmen dallarında olduğu kadar rahat değil. ‘Mystic River’a şans tanıyanlar da var. Sağolsunlar...
Orijinal Senaryo bahsine gelinceeeee. ‘Lost In Translation’ tek geçiliyor. Bilemem, seyretmedim, bir şey söylemem!
Animasyon dalında ‘Finding Nemo’ derim başka bir şey demem. Zaten herkes de öyle diyor...
*
Bu durumda, manzara şöyle şekilleniyor:
Film: Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü
Yönetmen: Peter Jackson (Yüzüklerin Efendisi)
Aktör: Bill Murray (Lost In Translation)
Y. Aktör: Tim Robbins (Mystic River)
Aktris: Charlize Theron (Monster)
Y. Aktris: Renee Zellweger (Cold Mountain)
Yabancı Film: Barbarların İstilası
Uyarlama Senaryo: Yüzüklerin Efendisi
Orijinal Senaryo: Lost In Translation
Animasyon: Finding Nemo
Müslüm Gürses’e bir cover albüm şart oldu
Neredesin Firuze’nin film müzikleri hakikaten çok iyi. Özlem Tekin iyi, Janset’in düeti iyi, Ata Demirer gayet başarılı, Ciguli ‘Sabır’ı (Göksel’in süper şarkısı) şahane söylemiş vesaire.
Bu arada yeri gelmişken, Ata Demirer’in filmin soundtrack’inde Özcan Deniz’den fazla şarkı söylemesi (Demirer dört, Deniz üç tane söylemiş) tuhaf bir durum değil mi?.. Neyse, aklıma takıldığı için sordum...
Fakat Müslüm Gürses’in ‘Sensiz Olmaz’ yorumu hadiseye noktayı koyuyor.
Bülent Ortaçgil’in neredeyse bütün şarkılarını kapsayan ‘En Sevdiğimiz Bülent Ortaçgil Şarkıları Listesi’nde ayrı bir yeri vardır.
Müslüm Gürses’in bir Bülent Ortaçgil şarkısı yorumlaması, bundan 10 yıl önce filan vücuttaki bütün tüyleri isyana teşvik edebilirdi.
Gün oldu devran döndü, entelektüel kesim Müslüm Gürses’le barıştı, konserlerine gitmeye başladı... Bu arada Gürses ‘Paramparça’yı 10 numara yorumladı vesaire.
‘Sensiz Olmaz’ı Bülent Ortaçgil beğendi mi bilemem? Fakat aralarında benim de bulunduğum pek çok Ortaçgil hayranı sevdi, bayıldı, ayıldı işte...
Bir de ufak not sıkıştırayım araya. Murathan Mungan Şarkıları, çok yakında albüm olarak piyasaya çıkacak. Çok sevilmiş şarkıları başkaları yorumlayacak.
Müslüm Gürses bu albümde de ‘Olmasa Mektubun’u yorumladı. Murathan, ‘Leonard Cohen gibi söylüyor’ dedi. Birinci ağızdan aktarmış olayım...
Neyse sadede gelelim. Akıllı uslu bir prodüktörün Müslüm Gürses’i alıp stüdyoya sokması ve bu tarz bir albüm hazırlaması şart oldu.
Adam neyi söylese güzel söylüyor. Bu arada tarzını da bozmuyor.
Fikir budur yani...
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2004
YEREL seçim öncesinde kime oy vereceğini bilmeyen çoğunluğun bir parçasıyım. Serdar Devrim, www.hurriyetim.com'daki köşesinde, benim gibi seçmenlerin ruh haline değindikten sonra ‘‘Yetti be ona yaramasın da buna yarasın zihniyetiyle oy kullanma sıkıntısı. Ben bu sene tarlayı nadasa bırakıyorum’’ diyerek, seçimde oy kullanmayacağına dair işareti çakmış.
Haklıdır Serdar Devrim, sonuna kadar haklıdır hem de! Seçmeni seçilemezler arasında seçim yapmaya zorlayan manzaradan bay geldi!
***
Fakat ben Serdar gibi ‘‘Sisteme küstüm, sistemin umrunda değil’’ durumuna düşmeyeceğim.
Bunun için son derece subjektif bir manifesto hazırladım. Benden oy isteyecek aday, bu isteklerimi gözönüne almalı.
‘‘Bırak vaatlerini, görevlerini bile tam olarak yerine getirmiyorlar; senin isteklerini mi düşünecekler?’’ diyeceksiniz haklı olarak. Ne düşündükleri beni bağlamaz.
Ben ‘‘İsteyenin bir yüzü kara, vermeyen zenci’’ diyerek istek listemi yazıyorum. Kimse bu istekleri yerine getiremeceyeceği için en azından Serdar'dan daha az sıkıntılı bir seçmen olarak giderim (Veya gitmem) sandık başına...
***
Taksim'de halk konseri yapılmayacak. Dandik bir ses düzeniyle, şehrin göbeğinde manasız konserler vermenin trafiği tıkamak dışında bir işlevi yok.
Seçim kampanyası boyunca vatandaşa çiçek dağıtılmayacak. Danışmanlarınızın gazına gelerek sempatik gözüktüğünüzü düşünüyor olabilirsiniz ama lacivert takım elbiseli bir grup tarafından elime kırmızı karanfil tutuşturulmasını istemiyorum.
Meydan düzenlemesi yapılmayacak. Her düzenlemede daha da acayip bir hal alıyor meydanlar. Bırakın olduğu gibi kalsın. Son örnek Taksim Meydanı. Bitince öncekinden ne farkı olacak hálá anlayabilmiş değilim ama aylardır çamur içinde yaşıyoruz.
Parke yollara dokunulmayacak. Güzelim parkeleri söküp modernleştiriyoruz ayağına abuk subuk sokaklara çeviriyorlar. Yapmayın, oy vermem!
Yapılan üç liralık hizmeti duyurmak için beş lira harcanmayacak. Ali Müfit Gürtuna billboard'u görmekten daralmış bir vatandaş olarak rica ediyorum bunu.
Bir önceki isteği geliştirmek istiyorum. Belediye Başkanı billboard yaptırmayacak, yaptırırsa da fotoğrafını kullanmayacak!
***
Belediye her gün için bir kutlama yapmak zorunda değil. Bunu 14 Şubat günü, Beyoğlu Belediyesi'ne ait bir kamyonetten ‘‘Sayın vatandaşlarımız. belediyemiz, Sevgililer Günü münasebetiyle Tünel Meydanı'nda bir tören tertiplemiştir. Bütün sevgilileri 14.00'te Tünel meydanı'na bekliyoruz!’’ anonsunu 20 kez duymuş biri söylüyor.
Kar da vardı, kaçamadım kamyonetten. Galatasaray'a kadar öyle yürüdük beraber. Kutlama kardeşim, mecbur musun?.. Tövbe, tövbe...
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2004
Esasında bugün sizlerle, yakın dönemde cereyan eden, fakat hangi birine yetişeceğimi şaşırdığımdan es geçtiğim konularla ilgili karışık teknik bir çalışma sunmak amacındaydım. ‘Barbie ve Ken’in ayrılığı ve bu ayrılığın ardından gündeme gelen mal paylaşımı sorunsalı’, ‘Eyvan adlı gerçeküstü bilim-irfan programının televizyon yayıncılığına getirdiği açılımlar’, ‘Biz Evleniyoruz adlı yarışmanın, herhangi bir nikah töreniyle neticelenmemesinin cemiyet hayatımıza ve aile yapımıza etkileri’ gibi konulardı bunlar.
*
Bu konularla ilgili kıymetli fikirlerimi okuyucularla paylaşmak istediğimi söylediğimde, Topesto ‘Saçmalayacağım diyorsun yani inatla!’ şeklinde bir cevap verdi.
‘Kıbrıs mı yazayım yani usta, bunu mu istiyorsun benden. Harbi konuş, bir KKTC yazısı daha okuyacak yerin kaldı mı senin’ diye sordum; ‘Başka bir şey yaz. Kıbrıs yazma da, faydalı bir şey yaz mesela’ dedi.
‘Söylediğim şeyler faydasız şeyler mi sanıyorsun be adam! CNN’in internet sayfası Pakistan’ın nükleer silahlarla ilgili açıklamasından daha büyük verdi Barbie’nin boşanma haberini!’ dedim ben de.
*
Ama yine de ağırıma gitti tabii. O moralsizlikle oturunca işin başına, yazacak konu bulmak da zorlaşıyor.
‘Gezilecek görülecek yerler’ yazısı yazsan, meteorolojinin kapı gibi raporu var ‘Cumartesi yine kar geliyor!’ diye.
Evde oturup kar yağışını seyrederken okuyucuya ‘Keşke gidebilseydim, görebilseydim’ dedirtecek yazı yazmanın da manası yok.
Oscar yazısı için erken (dur bak onu haftaya yazayım...), NBA All Star maçı için geç bir tarih. Hem zaten o gece uyanamadım. Hálá gidip kaydeden birinde seyredeceğim...
*
Testleri seviyor okuyucu biliyorum ama ben de kendimi öğretmen gibi hissediyorum çok kısa aralıklarla yapınca. Bir de yok cevap anahtarını niye aynı hafta yayınladın, yok niye aynı hafta yayınlamadın...
Futbol yazsam kadın okurlar ‘Bana ne güzel kardeşim anlamadığım terimlerle ve tanımadığım isimlerle ve hakikaten işim olmayacak istatistiklerle dolu bu yazıdan?’ diyecek.
‘Kadınlar niye sadece ayakkabı aldıklarında ve saçlarını yaptırdıklarında mutlu olurlar?’ diye yazsam o da ayrı bela! Adımız metroseksüele çıkacak.
*
Reklam filmlerinde gördüğüm ve sinir uçlarımı düğümleyen meselelere girecek olsam, Ali Atıf Bir’e ayıp olacak; sinema yazsam Osman Giritli’ye...
Bir de şu sıralar film yazmaya kalkıştığında Türk filmlerini yazmak gerekiyor. Ama sadece bir tanesini seyrettim, onu da çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim.
*
Gece kanepede televizyon seyrederken, açık bırakılmaması gereken kanallar üzerine birtakım tavsiyelerde bulunmak istiyordum sizlere aslında.
Bütün gece uyurken şişme yatak reklamı dinlemiş ve haliyle rüyasında şişme yatak tarafından kovalanmış bir insanın anıları ne kadar ilginizi çeker bilemedim.
*
Böyle bonus insanı gibi ‘Yazsam yazsam ne yazsam’ pozisyonunda dururken ben, Topesto ‘Şiştin galiba birader?’ dedi.
‘Sayende!’ dedim ve ‘Kış mevsimi, millet patır patır grip oluyor. Yeni öğrendiğim güzel bir çorba tarifi var ve hakikaten işe yarıyor. Domates çorbası gibi bir şey. Hatta domates çorbası işte, ama çok güzel. Onu yazsam ilaç niyetine?..’ diye devam ettim.
Topesto ‘Saydıklarının hepsinden daha manalı olduğunu söylesem çok bozulur musun?’ dedi.
‘Bozulmam ama yazmam da’ dedim.
‘Niye?’ diye sordu.
Sonra kafama kakacaksın ‘Ben söylüyorum, o yazıyor diye’ dedim.
‘Kakarım o ayrı’ dedi.
‘Hakikaten fena bir insanmışsın sen’ dedim.
‘Bak aslında writer’s block diye bir hadise vardır. Serdar Turgut abimiz bunu Türkiye’de ilk dile getirmiş insandır. Yazı yazan kişinin kilit olması ve bir şeycikler yazamaması durumu’ dedi.
‘Eh, zaten yazmış olduk o durumu’ dedim.
Cidden de yazdık ya!
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2004
<B>CHP,</B> 28 Mart yerel seçimleri için Deniz Baykal'ın Temel Reis, Recep Tayyip Erdoğan'ın da Kabasakal olarak görüleceği 15 bölümlük bir çizgi film kampanyası tasarlıyormuş. Anladığım kadarıyla ‘‘iyi’’yi temsil eden Temel Reis'in ‘‘kötü’’yü temsil eden Kabasakal'ı sürekli yenmesi, marizlemesi, işte her neyse, neticede alt etmesi ekseninde bir kampanya olacak bu.
Yalnız, haberi okurken ben bu ikilinin asıl kavga sebebinin, yani meşhur Safinaz'ın rolüyle ilgili bir nota rastlamadım.
Yani 1929 yılında E.C. ‘‘Elzie’’ Segar'ın ‘‘Thimble Theatre’’ adlı çizgi bandına Safinaz'ı (ki orijinal adı Olive Oyl'dır) o dönemki manitası Ham Gravy'den ayıran kişi olarak giren Temel Reis (ki orijinal adı Popeye'dır), durup dururken kıl olmaz ki Kabasakal'a (ki orijinal adı Brutus'tur)!..
***
İkilinin arasındaki rekabetin temelinde Safinaz'ı araklamak yatar ki; bu reklam kampanyasından yola çıkarsak, Safinaz da biz, yani seçmenler oluyoruz.
Olaya Safinaz'ın penceresinden bakmamız daha doğru olacaktır bu durumda.
Safinaz, ‘‘Thimble Theatre’’ adlı çizgi romanda Temel Reis'ten de, Kabasakal'dan da önce belirmiştir. Yani bu tiplerin mevcudiyetinin temel sebebi Safinaz'dır!
Safinaz, kaderin bir cilvesi sonucu ilk sevgilisi Ham Gravy'yi, abullabut, bileği güçlü (o da ancak ıspanağı mideye indirdiğinde) fakat kafası çok çalışmayan bir denizci için (Temel Reis) terk etmiştir.
Talih, hakikaten vicdansız bir rota çizmiş ve Safinaz belki Temel'den daha da kaba bir insan olan Kabasakal'ın kollarına sürüklenmiştir zaman zaman.
Ancak her seferinde Temel Reis olaya bir kutu ıspanaktan sağladığı enerjiyle müdahale etmiş ve ince bacaklı, belki de çizgi bant tarihinin en az güzel (çirkin demeye dilim varmıyor) kadınını kurtarmıştır.
***
Aslında Safinaz da tüm talihsizliğine rağmen bu durumu hak etmiştir denebilir.
Çünkü Temel Reis'i ve tarihsel gelişimini biraz bilenler (yani en azından hikáyeyi bilenler demek istiyorum), Safinaz'ın zaman zaman bu ikiliden daha iyi fırsatları olduğunu da bilir.
Safinaz zaten Temel'i hep ‘‘Biraz daha eğitimli, biraz daha donanımlı olaydın’’ diye eleştirir.
Fakat Safinaz ne yaparsa yapsın macerasını hep Temel'in kollarında bitirir.
***
Kendinizi bir an için Safinaz'ın yerine koyun diyeceğim saçma olacak, zaten o vahim durumdayız. Bir yanda Temel Reis, bir yanda Kabasakal.
Ortalıkta başka bir kurtarıcı da gözükmüyor.
Seç beğen al Safinaz, seç beğen al!
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2004
Hadisenin üstünden epey vakit geçtiği için artık yazılabilir. Yani yaşadığımız bazı şeylere böyle devlet belgesi muamelesi yapabiliyoruz. Ama nedir, biz belgeleri 40 yıl, 50 yıl değil de 3-5 yıl bekletiyoruz.
Girişi lüzumsuzca uzayan yazılar galerisinde kendine değerli bir yer bulacağına inandığım bu yazıya artık gireyim di mi ben?..
Bugün 14 Şubat. Kaçırmış olmanıza imkan yok. ‘Abi siz ayrılın bence daha iyi’ dedirten sevgi ilanları, boy boy kalpler, güller, sevgi yumakçıkları filan, bunları çok konuştuk...
Ama nedir? Geliyor işte yılda bir kez bu Manitalar Günü... 14 Şubat’ı geç bulmuş, çabuk abartmış bir millet olarak çeşitli şekillerde kutluyoruz bugünü.
Fakat Topesto ve benim açımdan bugünün manası daha bir derin. Aslında Topesto için derin fakat ben de bir kader ortağı, bir çizgi roman kahramanının yancısı pozisyonunda katılmış bulunuyorum hadiseye.
*
Topesto, Sevgililer Günü’nün memleketimizde ilk kez telaffuz edildiği yıl, tam 14 Şubat’ta, ona sorarsanız ‘hayatının aşkı’ olan şahıstan ayrılmayı başarmıştı.
İlişkiler başlayabilir ve bitebilir, bunda ne var demeyin. Çok şey var çünkü arkadaşı teselli etme görevi bana düşmüştü.
Bilmeyenler için söylüyorum (Bilen yoktur zaten ya, her neyse) Topesto’yu teselli etmek; üç gün sürecek bir başağrısı, kendini yüksek bir yerden aşağı bırakma hissi, hırka giyip dağa çıkma ve mümkünse bir 20 yıl filan aşağı inmeme isteğini de beraberinde getiriyor.
‘Manital enfeksiyon’ adı altında tıp alemine hediye ettiğimiz bu insan hali, kendinden çok etrafındakilere zarar vermek suretiyle kendini belli ediyor.
Her yıl 14 Şubat geldiği anda manital enfeksiyonun pençesinde kıvranan arkadaşınız sabahın köründe kapınıza dayanıyor.
Hatta 13 Şubat gecesi bende kalmışlığı bile vardır. Neyse, siz uyanıyorsunuz ve yıllardır değişmeyen şu diyaloğun bir parçası oluyorsunuz.
- Günaydın usta.
- Ne günaydını yaaa!
- Kahve yapayım mı?
- Ne kahvesi yaaa!
- Hint kahvesi! Ne kahvesi olacak işte, kahve içiyoruz ya sabahları, böyle bir adetimiz var ya...
- İyi, yap yaaa!
- Her lafı ‘yaaa’ diye bitirmez misin?
- Üff, haydi yap kahve mi yapacaksın, rakı mı koyacaksın. neyse ne yaaa!
- Oha! Ne rakısı?
- Ne bileyim canım çok sıkkın benim. Öğle rakısı işte yaaa!
- Günün bu saatine öğle değil, sabah deniyor!
- Müzik niye çalmıyor.
- Pardon abi gece yatarken kapatmışım. Yahu sen uyandırdın beni!
- Şu Tanju Okan’ın Best Of’u vardı, nerede o?
- Geçen sene bıraktığın yerdedir abi!
- Valla öyleymiş...
- Abi günün kalan kısmını kolaylaştırmak açısından ben klasik programımızı açıklayayım mı: Şimdi sen önce Tanju Baba’dan ‘Hancı’yı koyacaksın. Sonra rakı içmeye başlayacaksın. Benim midem bulanacak sabah sabah rakı kokusundan. Sonra sen 20’nci kez ‘Hancı’yı çalmaya başladığında ben de aklımı kaybedip, hayata ve sana katlanabilmek için içmeye başlayacağım. Sonra iki saat içinde armut gibi olacağız. Sen çok iyi söylediğini düşünerek (oysa böğürme deniyor buna) ‘Hancı’yı söyleyeceksin. Ben bir an önce sızmak için içkinin dibine vuracağım. Sızacağız.
- Bu mudur yani abi?
- Budur abi!
- Manital enfeksiyona içelim.
- Peki abi!
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2004
HEPİMİZ öcü bekler gibi bekledik kar yağmasını. Geçen hafta sonundan beri kiminle konuşsam sohbet gelip ‘‘Usta kar geliyormuş yine’’ noktasında düğümleniyor. Yahu şubat ayındayız. Kar takvime bakarak kendinde böyle bir hak görüyor ve geliyor tabii. Şubat ayında kar yağmasından daha doğal bir şey olabilir mi? Hiç mi kar yağmadı İstanbul'a.
Ocak ayındaki kar baskını sırasında külliyen sınıfta kalan İstanbul yönetimi, beceriksizlikleri bir daha ortaya çıkmasın diye hepimizi uyarı manyağı yaptı.
Utanmasalar sokağa çıkma yasağı koyacaklardı. Tıp aleminde ‘‘chionophobia’’ denen bir fobi, yani korku var; kar korkusu! Sayelerinde hepimiz bu fobiye sardık.
Televizyon kanalları da sağolsunlar yangına körükle gidiyor. Dakika dakika gelişme aktaracağız diye olayı kıyamet boyutuna taşıyorlar. ‘‘Tarihi Yarımada üzerinde kara bir bulut belirdi sayın seyirciler... Aha! Kafama bişi damladı; yağmur başladı aziz İstanbullular!.. Bakın dilimle kar tanesi yakalayabiliyorum ben canım halkım, he he!’’ seviyesine kadar geldi hadise.
***
Düne kadar geçen 4-5 gün zarfında hayatlarımızı kar yağışı üzerine kurduk ister istemez. Randevular ona göre ayarlandı, evlere yığınak yapıldı, sokağa çıkma durumunda giyilmek üzere ne kadar polar vesaire varsa çabul ulaşılabilecek noktalara yerleştirildi...
Hava şartlarının ağırlaşacağını önceden bilmek elbette iyi bir şey. Tedbir almak da öyle ama bunu korku salarak yapmak saçmalığın daniskası.
Demin kar fobisinden bahsederken şaka filan yapmıyordum. 4-5 tane arkadaşım aradı dün öğlen saatlerine kadar: ‘‘N'apıcaz biz?’’ diye.
Ne diyeceksin, ‘‘Erken çıkın eve gidin’’ filan diyorsun. Fakat iş endişe boyutunu aşmış, korkmuşlar resmen.
‘‘Sakin ol... Zaten yollar bomboş. Öyle bir korkuttular ki milleti, kimse evden çıkmamış’’ diyorsun o da kár etmiyor.
Belli bir noktadan sonra ben de dalgaya vurmaya başladım. ‘‘Halka açıklamıyorlar ama cumartesi 11.00 civarlarında hadise çığa çevirecekmiş... Evet, evet çığ boyutunda yağış bekleniyormuş. Vali ailesini İstanbul'dan yollamış... Taksim Meydanı'na kurt inmiş... Kurtun bi tanesi nah bu kadar deve gibiymiş...’’ türü cümleler kuruyorum.
Bu dediklerimin en azından bir bölümüne; valinin ailesini İstanbul dışına yollamasına inananlar çıktı mesela. Şaka yaptığımı anlatana kadar göbeğim çatladı.
***
Netice itibariyle, yetkililerin aşırı boyuta varan uyarılarıyla çocukken yağsın diye dört gözle beklediğimiz, yağdığı zaman da çok eğlendiğimiz kar ülkemizin bölünmez bütünlüğünü tehdit eden bir düşmana döndü.
Şu anki çocuklar kar hakkında ne düşünüyorlar çok merak ediyorum. Tatil olduğu için iyi düşünüyorlardır da, bizim zamanımızda baktığımız kadar sevgiyle bakabiliyorlar mı acaba bu çok enteresan (ve her şeye rağmen çok estetik) doğa olayına.
Ağırıma gidiyor kara böyle düşman gibi davranılması netice itibariyle. Söyleyeceklerim bundan ibarettir. Gazeteden yancı bulursam kartopu oynamaya gideceğim şimdi...
Kendinize iyi bakın, sıkı giyinin tamam mı?
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2004
NTV, BBC'nin hazırladığı ‘‘Human Instinct’’ belgeselini ‘‘İçgüdü’’ adı altında yayınlıyor ya bir süredir, ailecek hastasıyız. Mesela geçen gün ‘‘Kazanma İsteği’’ üzerine olan bölüm yayınlandı. Seyrederken hayrete düşme ırmaklarında oradan oraya sürükleniyorsunuz.
Çok şey öğreniyorsunuz ve eğleniyorsunuz.
Bir arkadaşımla (Topesto olarak da bilinir kendisi!) bu konu üzerine muhabbet ederken, ‘‘Birader, hani bizi kuşaklarboyu yediler ya 'Eğitici ve öğretici program' diye. Varmış öyle bir şey hakikaten. Hani hiçbir şey öğrenmediysem de bir program sayesinde 'eğitici ve öğretici' olunabileceğini öğrenmiş oldum’’ dedi.
Cümlesini bitirdiğinde, ‘‘Farkında mısın bu program senin gelişimine bayağı faydalı oldu. Sen bu kadar uzun cümleler kuramazdın’’ dedim.
‘‘Bilime saygın kalmamış senin!’’ dedi.
*
Sonra Topesto'yla yine bu konu üzerine konuşurken çok sık görmediğimiz bir arkadaş geldi. Biz o sırada bilim aşkıyla dolduğumuz için, ‘‘Hayatımızı Değiştiren Belgeseller’’ konulu bir geyiğe yüklemişiz işi.
Geyik olmuş Ren geyiği... Ben Topesto'ya timsahların niçin mükemmel yaratıklar olduğunu anlatıyorum.
‘‘Timsah evrimini 60 milyon yıl önce tamamlamış oğlum... Sen o zaman planktondun’’ seviyesinde sürdürürken konuşmamızı, yeni gelen eleman bilimle ilgili bir şeyler konuştuğumu (daha doğrusu böyle bir çaba içinde olduğumuzu fark etti) çaktı ve konuya yancı oldu: ‘‘İçgüdü'yü seyrediyor musunuz?’’
Şöyle hafif omuz üzerinden ‘‘Sen suya bu derken biz NASA'da çalışıyorduk’’ ifadesiyle baktık.
Elini gördüğümüzü fark etti ve hemen bahsi yükseltme telaşına düştü: ‘‘Peki BBC'nin internet sitesine girdiniz mi? Acayip testler var.’’
Böyle bir test ortamından haberimiz yok. Topesto havamız bozulmasın diye ‘‘Bizim arkadaş var o BBC'de’’ diyerek (Riko'yu kastediyor) çirkinleşti.
Birimizin dürüst olması gerektiğini yine seyrettiğim bir belgeselden bildiğim için (sallıyorum tabii) ‘‘Hayır arkadaşım, bilmiyoruz. Ne testiymiş o?’’ dedim.
Topesto hálá mağrur bilimadamı tavırlarında, afra tafra yapıyor; ‘‘Test sonuçlarını görmem lazım’’ gibi hiper saçma cümleler kuruyor.
Bir süre sonra, gelen eleman aynı hızla yok oldu. Dayanamadı tabii çocuk haklı, içini şişirir Topesto adamın.
O kalkar kalkmaz biz de hemen en yakın internet kahvesine girdik.
Adres kutucuğuna 'www.bbc.co.uk/science' yazdık...
NTV'deki diziden metin parçacıkları vesaire. Gayet faydalı bir eser İngilizce okuyabilenler için.
Sonra testler bölümüne girdik.
‘‘İğrenmek’’ üzerine bir test var.
‘‘Bunu yapalım’’ dedim.
‘‘İğrenç olmasın’’ dedi Topesto.
‘‘Bilim uğruna’’ deyince yelkenleri suya indirdi tabii.
19 adet fotoğraf geliyor karşınıza. Neticede psikolojik test, kafa tutmaya gelmiyor. Bazı fotoğrafların iğrenç olduğunu söyleyeyim de, girenler sonra kafamı şişirmesin.
Önce bana yaptık. Tabii ki sonucu söylemeyeceğim. Hem zaten öyle çok mühim bir yere varılsın diye hazırlanmamış.
Sonra Topesto'ya yaptık. ‘‘Bakim iğrenç çıkacak mıyım?’’ diye espri yapıyor bu arada.
Testle kafa bulmak için önce her şeyi iğrenç buldu. Sonra tam tersini yaparak cevapladı.
Tabii ki bu testin umrunda olmadı. Fakat eğer testi kendine uygulayanların kayıtları tutuluyorsa BBC tarafından bir şekilde değerlendirilmek üzere, o bilimsel araştırma yalan olmuştur Topesto'nun hamleleri sonrasında.
Bilim alemine bunu itiraf etmeyi bir borç bilirim.
Bak Bir Varmış Bir Yokmuş
SONY Music, Odeon'un eski kayıtlarından derlediği ‘‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’’u çıkardığı zaman, albümü büyük tezahüratla karşılamıştık.
Hakan Eren ve Naim Dilmener sayesinde, eski ve güzel günlerin eski ve güzel şarkılarına CD formatında kavuşmuştuk.
1960'ların ve 1970'lerin Türkçe pop şarkılarının yeniden gündeme geldiği dönemde çıkan albüm, ardından Naim'in İstanbul'un çeşitli noktalarında (çoğu zaman Babylon) düzenlediği Eski 45'lik geceleri, sonra yine Naim'in yazdığı süper kitap...
Şimdi Hakan Eren, ‘‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’’un ikincisini hazırladı.
20 şarkı var albümde. Ajda Pekkan'dan ‘‘Anlamadım Gitti’’, Gönül Turgut'tan ‘‘Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak’’, Rana Alagöz'den ‘‘Aşkın Gözü Kör Mü’’, Cici Kızlar'dan ‘‘Delisin’’...
Hepsi çok güzel, saymayayım tek tek.
Bir de teknolojinin yardımıyla Ajda Pekkan ve Tanju Okan'a düet yaptırmışlar: ‘‘Hancı...’’
Tanju Okan'ın ‘‘Hancı’’ yorumu süperdir. Ajda Pekkan'ınki de öyle.
İkisi beraber söyleyince insan hakikaten tuhaf oluyor.
İlk albümle yapılan partinin haddi hesabı yok kendi aramızda.
İkinci de geldi güzel oldu.
CD'nin fiyatı da 7,5 milyon lira. Herkes için çok ucuz olmayabilir ama, CD fiyatı olarak ucuz olduğunu kabul edin.
Kaçırmayın işte...
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2004
BİR süre önce güvenlik sağlanamayacağını öne sürerek İstanbul'da Şampiyonlar Ligi maçı oynatmayan UEFA'nın, 2005 yılı Şampiyonlar Ligi finali için İstanbul'u seçmesi güzel bir gelişme. Olimpiyat Stadı (bilmeyenler için söylüyorum) gidilmesi zor, fakat gidildiği zaman -hava da güzelse- çok memnun kalınacak, güzel bir tesis.
Şampiyonlar Ligi'nin final maçı mayıs ayı sonlarında oynanacağı için, hava da çok güzel olacaktır.
Haber duyulduktan sonra pek çok arkadaşım ‘‘Bak bir de Galatasaray taraftarı beğenmiyordu burayı, n'abeeeer?’’ şeklinde tacizde bulundu. Hepsini bu hafta sonu oynanacak Bursaspor maçına davet ettim; biri bile ‘‘Gelirim’’ demedi.
Şimdi bu haberin ardından 2005'in Mayıs ayı sonlarına kadar yaşanabilecek şeylere bir göz atalım.
Ali Müfit Gürtuna, bu sabah itibariyle stada iki şerit gidiş-iki şerit geliş olmak üzere ilave yol yapılacağını duyuracak. Yerel seçim vaatleri kapsamında gaza gelen diğer adaylardan sırasıyla şöyle öneriler gelecek:
- Ben 6'şar şerit yaptıracağım.
- Ben metro bağlayacağım.
- Ben tren hattı kuracağım.
- Ben taraftarı evden kuryelerle aldıracağım.
- Ben teleferik kuracağım. (Bu öneriyi yapan aday, daha sonra ışınlamayla kitleleri taşıyabilecek bir sistem bulduğunu açıklayacak. Arkadaş Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne sevk edilecek.)
Finali izlemek üzere gelecek yabancı taraftarlara İstanbul'u güzel göstermek için stat çevresinde de düzenlemelere gidilmesine karar verilecek.
Bu kapsamda, gecekondular kaldırılacak yerine Beykoz Konakları gibi bir şey kurulacak. Hatta Beykoz Konakları içinde oturanlarla birlikte bölgeye taşınacak.
Bölgeyi renklendirmek amacıyla ‘‘OlimpikLaila’’ adı altında bir kulüp açılmasına, kulübe manzara olması açısından stat yakınındaki vadinin doldurularak suni göle çevrilmesine karar verilecek.
Stat için gösterdikleri çabalar göz önüne alınarak rüzgar panellerinin birine Özhan Canaydın Paneli, diğerine Ali Dürüst Paneli adı verilmesi önerilecek. Fenerbahçe ve Beşiktaş'ın yönetim kurulları, stadın milli servet olduğunu söyleyerek buna karşı çıkacaklar.
Özhan Canaydın, kendi adını taşıyan panelin açılışı sırasında ‘‘Galatasaray'a böyle bir tesis kazandırdığımız için kıvançlıyız. Avrupa'da da paneller kurarak gurbetçi vatandaşlarımızdan Galatasaray için 20'şer Euro toplamayı planlıyoruz’’ diyecek.
UEFA maça bir hafta kala yazılı bir açıklama yapacak. Açıklamada milletvekilleri ve yakınlarının, bürokratlar ve yakınlarının, güvenlik güçleri ve yakınlarının, diğer resmi kuruluş yetkilileri ve yakınlarının davetiye taleplerinin karşılanması durumunda, stada gözlemci bile sokulamayacağı belirtilecek.
Finalde karşılaşacak Juventus ve Real Madrid kulüpleri de, üretilen korsan forma, kaşkol, bayrak gibi ürünlerle ciddi mücadele edilmediğinden şikayet edecekler.
Juventus sözcüsü, ‘‘Bazı siyah beyaz ürünlerin üzerinde 'Forza Kartal' yazdığını tespit ettik. Forza'yı biliyoruz haliyle de, Kartal ne demek ve Juventus'la ne alakası var? Bir de Altay ne demek?’’ şeklinde bir konuşma yapacak.
Bu arada maç öncesinde statta arama yapan yetkililer, bir grup Galatasaray taraftarıyla karşılaşacak. Taraftarlar sezonun bittiğini fark etmediklerini söyleyecekler. UEFA temsilcisi ‘‘Bana İkinci Dünya Savaşı'nın sürdüğünü sanarak bir adada bekleyen Japon askerini hatırlattılar’’ diyecek. UltrAslan, ‘‘Sensin Japon, hepimiz Hagi'yiz’’ şeklinde tepki bildirisi yayınlayacak.
Yazının Devamını Oku