İstanbul'a kış geldi yazısı

TÜRK medyasının yazılı olmayan fakat çeşitli vesilelerle dile getirilen klişelerinden biri de şöyledir: ‘‘İstanbul'a kar yağmadan, memlekete kış gelmez.’’

Doğru bir tespittir. Cennet vatanın dört bir yanına kar, neredeyse çığ boyutunda yağar, normal gözükür; fakat İstanbul'a dört santim kar yağar, Buzul Çağı'na girilmiş gibi haberler yapılır.

Önceki gün, gazeteye muhakkak gelmemi gerektiren bir durum yoktu. Baktım hava da niyeti bayağı bozmuş, benden gayrı çalışan kitlelerin sinirini bozabilecek bir lüks kullandım ve ‘‘Gitmeyeyim bari ben bugün gazeteye’’ dedim.

Tam ‘‘Bugün beni bekleme karakış, ben evde sakin sakin oturmayı düşünüyorum’’ kıvamına gelmiştim ki; aklıma önce Nur Çintay, sonra da İstanbul Life geldi.

Malumunuz, İstanbul Life'ın yayın yönetmeni Nur Çintay (aynı zamanda Radikal'de köşe yazarıdır kendileri). Ben de İstanbul Life'a yazı yazıyorum.

* * *

Çintay, ocak sayısına kullanacağı yazıyı 16'sında teslim etmem gerektiğini bana mümkün olan en kibar şekilde bildirmiş. Fakat takvimler ayın 17'sini göstermekte.

Bu durumda ne yapılacak, Çintay'ın yazısı yazılacak. Ve fakat nasıl yazılacak. Evde bir bilgisayar var fakat sanal alemle irtibatımız yok.

Eh, kalem kağıtla yazıp posta güverciniyle yollayacak halimiz de yok. Bu durumda, ya gazeteye gidilecek (ki bunun en makul fikir olduğu günün ilerleyen saatlerinde ortaya çıktı. Allahın sopası yok derler ya, işte tam bu sözün karşılığıdır yaşadıklarım) ya da not çıkarılıp, internet donanımlı bir kahveye gidilip yazı yazılacak.

İki ihtimal karşısında en sakatını seçmek gibi bir üne sahibimdir. Ben de ikinci yolu seçtim.

* * *

Havanın soğukluğunu göz önüne alarak siz deyin astronot, ben diyeyim kozmonot, ne bileyim Çinliler desin taykonot gibi giyindim ve vurdum kendimi rüzgara.

Aslında The Marmara'nın oralarda, tam Kazancı Yokuşu'nun girişinde yürüyeceği istikameti belirleme iradesini şemsiyesine bırakmış insanları gördüğümde vazgeçmeliydim.

Fakat ben devam ettim. Sert rüzgar ve tanımlanamayan yağış şekli yüzünden şuurunu yitirmiş vaziyette, birbirine çarpa çarpa ilerleyen insan kalabalığına daldım.

Kendimi Galatasaray civarlarında bir kahveye attığımda, kahve tepsisiyle yaptığı akrobatik hareketler nedeniyle ‘‘jonglör’’ olarak çağrılan eleman ‘‘Tebdirliymişiz abi’’ dedi.

Ağzımı açıp bir şeyler söylemeye çalıştım ama ben de dahil olmak üzere kimse ne dediğimi anlamadı. Çünkü beynimle dilim arasındaki bağlantı büyük ihtimalle geçici bir kopukluk yaşıyordu.

Yazının notlarını çıkarma işlemini bitirdiğim sırada bir arkadaşıma rastladım. ‘‘Ne yapıyorsun?’’ dedi. Durumu özetledim.

‘‘Ya ne uğraşacaksın internet kavhesiyle, gel bizim yeni ofiste yaz’’ dedi.

Arkadaşım bir reklam ajansında, daha doğrusu Hürriyet'in de çalıştığı Klan'da çalışıyor. Bu arkadaşlar Odakule'ye taşındı. Odakule'ye taşındıklarını biliyorum da kaçıncı kat onu bilmiyorum.

16'ncı katmış. Arkadaşlar, çarşamba günkü rüzgarda, İstanbul'a tamamen hakim fakat dört bir yanı cam olan ve yerden 16 kat yüksekte olan bir yerde yazı yazmanın ne demek olduğunu anladım.

Siz anlamasanız da olur. Resmen sallana sallana, ve tırsa tırsa yazıyı bitirdim.

Rüzgar ve soğukla mücadele ederek Cimbom'un kupa maçını yakalayacak şekilde eve ulaştığımda, kendime göre çok mühim bir ders çıkarmıştım: ‘‘İnsan her gün işe gitmeli...’’

Gördüğünüz gibi kış İstanbul'a geldi. Herkese kolay gelsin.
Yazarın Tüm Yazıları