Kanat Atkaya

Penaltı deyip geçmemek lazımmış hakikaten çok detaylı bir hadise

13 Aralık 2003
UEFA Şampiyonlar Ligi'nin resmi dergisi ‘‘Champions’’un ikinci sayısına Galatasaray'ın San Sebastian seferi aracılığıyla ulaştım. Ronaldo kapaklı ilk sayı elimde parçalanmıştı. Vieri kapaklı ikinci sayı ise kelimenin tek anlamıyla mükemmel.

Futbol üzerine bu kadar güzel yazılar, bu kadar eğlenceli röportajlar ve bu kadar faydalı bilgiler içeren bir dergi daha görmüş değilim.

Dergiyi İstanbul'da nerede bulabileceğinizi söyleyebilirim bir tek. Ama o da kaç tane getiriyor filan bilemiyorum. Taksim Meydanı'nda Kızılkayalar Büfe'nin karşısında bir dergici vardır.

Orada görüyorum. Biraz uçuk bir paraya satılıyor galiba. 20 milyon mu, 30 milyon mu öyle bir şey. Dışarıdaki fiyatı ise 4 pound, yani 10 milyon TL gibi...

Şimdi bu dergiyi tanıtmaktan öte, İspanya'dan dönerken okuduğum bir yazıdan bahsetmek istiyorum size.

Aston Üniversitesi'nden Robert Matthews'un kaleme aldığı yazının başlığı ‘‘Penaltı Sanatı.’’

Penaltı dendiğinde aklıma ilk gelen Popescu'nun Arsenal'e, Kopenhag'da attığı oluyor.

Ama Hagi'nin İstanbulspor'a attığı, David Beckham'ın Türkiye'ye atamadığı, Baggio'nun atamadığı...

Aslında atılamayan penaltıları hatırlamak garip, öyle değil mi?

I-ıh arkadaşlar, hiç de öyle değil.

Çünkü Champions'daki mükemmel dosyada, penaltının aslında ne kadar zor olduğunu anlıyorsunuz.

Yazı zaten şöyle başlıyor: ‘‘Basit gözüküyor aslında. 9 metre 15 santim uzaktan topu kaleye yollayıvereceksiniz. Peki öyleyse neden Baggio, Beckham, Figo ve Davids bu kolay işi beceremedi?..’’

Detaylarla dolu yazıyı birebir tercüme edecek yerim yok maalesef.

Fakat, altını çizdiğim notları paylaşmak istiyorum.

Madeni parayı elinize alıyorsunuz. Elinizi, kolunuz yere paralel olacak şekilde omuz seviyenize kaldırıyorsunuz. Sonra parayı bırakıyorsunuz.

Para yere değene kadar geçen süre, kalecinin penaltı vuruşu sırasında ne yapacağına karar vermesi için kendisine tanınan süreyle aynı: 550 milisaniye. Yani bir saniyenin yarısı kadar bile değil.

Bu arada top kalecinin üzerine saatte 45 ila 80 mil arasında değişebilen bir süratle geliyor...

1891'den beri penaltı böyle atılıyor, kaçırılıyor, kurtarılıyor vesaire. Ortalama bir kalecinin dört penaltıdan birinde gole izin vermediğini söylüyor açıklamalar. Sıkı turnuvalarda bu oran 5 penaltıda 1'e çıkıyor.

Arjantin'in en iyi penaltıcısı olarak gösterilen ve kullandığı 36 penaltıdan 34'ünü gole çevirmiş olan Jose Rafael Albrecht ‘‘Penaltı futboldaki en zor hadisedir. Tribünden gelen sesler, rakibinizin sinirinizi yıpratmak için söyledikleri... Siz her şeyi kaybedebilirsiniz. Oysa kaleci bu baskıyı o kadar hissetmez...’’ diyor.

Futbol ilahları da penaltı kaçırabiliyor haliyle. Mesela ben bilmiyordum, Maradona Boca'da 1996'da oynadığı sırada üst üste 5 penaltıyı gol yapamamış.

David Beckham, Roberto Baggio, Edgar Davids, Ruud van Nistelrooy, Gary Lineker, Mehmet Scholl, Luis Figo penaltı kaçıran süper futbolculardan sadece bazıları.

Şu anda Manchester City'de oynayan kurt kaleci David Seaman, kendisine penaltı atma ihtimali bulunan futbolcuları detaylı bir şekilde, bilimsel araştırma yapar gibi incelermiş.

Eski kalecilerden Bert Trautmann (ki bir maçta 4 penaltı kurtarmışlığı varmış babanın) ‘‘Sol ayağını kullanan futbolcuların yüzde 90'ı penaltı vuruşunu kalecinin sol tarafına doğru yapar. Kaleciyle alakası yok bu seçimlerinin. Öyle rahat ediyorlar çünkü’’ diyerek olaya kendince bilimsel bir katkıda bulunmuş.

2002'de 129 penaltı üzerine yapılan bir çalışmada sol ayağını kullananlarla sağ ayağını kullananlar arasında etki bakımından bir fark olmadığı görülmüş. Aynı araştırmanın sonuçlarına bakılırsa, kalecinin bel hizasının üstüne yapılan penaltı atışlarının hepsi de gol olmuş.

Penaltı atarken artistliğin lüzumu olmadığını her sıradan futbolsever bilir. Hani öyle gelip durup, sonra vurmalar filan. Hatta tribün ‘‘Gerilip çaksın işte!’’ der böyle durumlarda. Tribün bu konuda haklı çıkıyor Manchester City'nin santrforu Francis Lee'ye bakılırsa. ‘‘Topa vurmaya gelirken kaleye doğru bakmayın ve gerilerek gelip vurun. Uzun mesafe koşarak gelmek iyi bir şey. Çünkü kısa mesafeli gerilme sırasında kaleci nereye vuracağınız hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilir.’’

Chilavert'i hatırlarsınız herhalde; Paraguay'ın milli kalecisi. Renkli, çatlak bir adamdır. Frikikten ve penaltıdan pek çok golü vardır. 50'den fazla penaltı golü bulunan Chilavert, penaltı kullanma konusundaki başarısını kanguru derisi ayakkabı giymesine bağlıyor. Bandaj da kullanmıyormuş. Böylece topu ayağında daha iyi hissebiliyormuş. Çatlak işte, demiştim size.


Kylie Abla operasyonu


Her yıl aralık ayı gelip de günler ocak ayına doğru hızlanmaya başladığında içimde bir panik hissi oluşmaya başlıyor.

Niçin oluşuyor bu his? Çünkü Kylie Minogue'dan ayrılma vakti yaklaşıyor.

Zamanla ilişkimi Kylie Abla'nın takvimleri üzerinden sürdürüyorum son yıllarda.

Geçen yıl ayrılık vakti yaklaştığında bu fena durumu sizlerle de paylaşmıştım. Bunu bir gelenek haline getirmek amacıyla yine yazıyorum işte.

Bugün ayın 13'ü... 18 gün sonra ayrılacağız Kylie Abla'yla.

Ama bu kısa bir ayrılık olur diye düşünüyorum.

Hayır ben şimdi gidip zaten alırım kendime Kylie Abla takvimi. Ama bana bunu hediye olarak alan, almayı planlayanlar da olabiliyor.

Yani burada ‘‘İstemem yan cebime’’ havası yaratmayacağım. Ama niyeti olan varsa açık konuşsun, Kylie Abla takvimi ziyanı yapmayalım.

Hayır zaten memlekete sayılı geliyordur herhalde. Bende iki tane, üç tane Kylie Abla takvimi olacak, bir başka delikanlı arkadaşım arayıp bulamayacak.

Komşusu açken, tok yatmak yok bizim kitabımızda.

Şimdi buna bi de güzel Kylie Abla fotoğrafı koyarız şöyle Ozan kardeşim! Oooooh! Bak bak için açılsın sayfaya.

İyi fotoğraf bulamazsan Sanlı Abi'nin duvarındaki takvime de yazılabilirsin.

Bunları sana söylemem yeterliydi aslında niye yazdım ki şimdi ben.

Neyse, okuyucudan gizlimiz saklımız yok zaten di mi okuyucu?..

Haydi kalın sağlıcakla. Pestil vaziyetteyim, o kadar yoldan geldim eve gitmek istiyorum...
Yazının Devamını Oku

Pazartesi sendromu

12 Aralık 2003
NORMAL çalışan insanlar pazartesi sabahları kalkar, duşunu alır, kahvaltısını yapar, tercihe bağlı olarak gazetelere şöyle bir bakar ve ne yapar?.. İşine gider di mi? Benim son iki pazartesim ise şöyle gelişti: Sabahın köründe kalktım, duşumu aldım, uyku sersemi olduğum için kahveyi ağzıma isabet ettirmeye çalıştım, sonra çıktım ve havaalanına gittim.

Bundan önceki pazartesi Almanya'ya, geride bıraktığımız pazartesi ise İspanya'ya gittim Galatasaray'la.

Aslında tabii San Sebastian'a direkt uçulamadığı için önce Fransa'ya, oradan da kara yoluyla İspanya'ya vardım.

Bu durumdan şikayetçi değilim tabii. Ama, iki pazartesi üst üste haftaya böyle başlamak insanı biraz tuhaf yapıyor.

Benzer bir duyguyu, iki sene önce Malatya'dan İstanbul'a gelip, evde bir gece yatıp Amsterdam'a gittiğimde yaşamıştım. O daha sarsıcıydı ama kabul ediyorum.

***

Maçı biliyorsunuz, o tarafa hiç girmeyelim. Ama San Sebastian'dan kesinlikle bahsetmem gerekiyor.

Bu yıl Şampiyonlar Ligi kuraları çekildiğinde Beşiktaş'ı çok kıskanmıştım. Çünkü gidecekleri üç deplasman da harikaydı: Londra, Roma, Prag.

Galatasaray ise uyuzötesi Torino'ya gidecekti. Atina vardı ama Atina olimpiyat hazırlıklarından dolayı ‘şantiye şehir’e dönüştüğünden gidilmese bile olurdu.

San Sebastian'ı ise hiç görmemiştim. Bilen arkadaşlarımın hepsi ‘‘Cennet gibi bir yere gidiyorsun’’ deyince merak ettim haliyle.

Yani İspanya'nın güneyi güzeldir, Barcelona hayatta en sevdiğim şehirlerden biridir, netice itibariyle İspanya güzeldir de öyle ‘‘Cennetten bir köşe’’ diye hararetli bir şekilde anlatılmaz...

Gidip San Sebastian'ı görmüş biri olarak size bana anlatılanların az bile kalabileceğini söyleyeyim.

Bu kadar güzel bir konuma sahip şehir herhalde az bulunur, bu bir. İnsanları Dublin'den sonra gördüğüm en cana yakın insanlar bu iki. Gurme filan değilim, iddialı konuşmam yanlış olur ama ben böyle yemek yemedim bu da üüüüç!

***

Milliyet'ten Mehmet Demirkol, bu bölgeye gayet hakim bir arkadaş. Daha San Sebastian'a giderken arkamdaki koltukta bir yandan uyukluyor, bir yandan da ‘‘Uno sidra por favor... Pinços... Pinços...’’ diye sayıklıyor.

Sidra (cidra) dediği benim Büyük Britanya'da ahbaplık kurmuş olduğum ‘‘cider’’, yani elmadan yapılan alkollü bir içecek.

Pinços ise nedir bilemiyorum. Mehmet uyanınca sordum. ‘‘Gel usta delirene kadar yemeye gidiyoruz’’ dedi.

Pinços (Pintxos yazılıyor), kürdan demek. Kürdan yemiyorsunuz tabii. Bir pintxos bara gidiyorsunuz. Barın üzeri kürdanlara saplanmış envai çeşit mezeyle dolu. Tapas diye atlamayın lütfen, bu Bask milletinin bağrından kopmuş inanılmaz lezzetli bir hadise.

Deniz mahsulleriyle yapılanlar insanı hakikaten delirtebilir.

Bir pintxos barda bir tane küçük bir şey yiyor, bir cidra atıyor ve hoop ikinciye geçiyorsunuz.

Bask insanı, iki saat kadar böyle gezdikten sonra bir de gece 23.00 gibi gidip yemeğe oturuyor ama biz bunu başaramadık kaldığımız üç gün boyunca.

Hepsi şişman o zaman diye düşünebilirsiniz. Hayır değiller.

Bu arada maç günü Hasan Cemal'in geleceğini biliyoruz. Hasan Abi'ye kesin yemek ısmarlatırız diye Mehmet'le yemeği kestik bir akşam önceden. Ertesi gün otelinden aldık Hasan Cemal'i. Önce bir pintxos barına götürdük.

Bayıldı o da. Bu arada Bar Martinez'de (Favorimiz buydu) mutfakta güzel güzel çalışan abinin bize üç gün boyunca bir şey ikram etmeyip, Hasan Cemal'i görünce ‘‘Bu da benden’’ diyerek karides vermesi ağırımıza gitti. Ama ne yapacaksın, ağır adamı Basklı da anlıyor, Satürnlü de..

Bar Martinez'deki küçük hesabı ödeyip, asıl yemeğin faturasını Hasan Cemal'e ödetme planımız vardı. Hasan Abi zaten ‘‘Yemeği ben ısmarlayacağım’’ dedi.

İtiraz etmedik tabii. Hasan Cemal şu sıralar hayatımdaki en kıymetli insan kategorisinde açık arayla önde. Bunu da belirteyim.

Gittiği yerleri anlatıp, ‘‘Gidin mutlaka’’ demeyi ve karşılığında okurlardan haklı olarak ‘‘Geziyorsun vazife ayağına kendin, biz hangi parayla gideceğiz’’ şeklinde tepki almak pek hoş değil tabii.

Ama bunu göze alarak, gidebilme şansı olanlara ‘‘San Sebastian'ı görün’’ diyorum.

Evet şimdi tepkileri alayım.
Yazının Devamını Oku

Dolu bardak

11 Aralık 2003
Fatih Terim,</B> maçtan 1 gün önce düzenlediği basın toplantısında Real Sociedad karşılaşmasının bu sezon için bir milad olacağını belirtiyordu. Haklıydı Fatih Terim. Şampiyonlar Ligi'nde İstanbul'da kaybedilen Real Sociedad maçı sonrasında, Avrupa'nın 1 numaralı kupasında işinin bittiği düşünülen G.Saray ard arda aldığı puanlarla şansını son maça taşımayı becermişti.

Atmosfer olarak ideal bir ortama çıktı G.Saray. Tribün baskısı yok. Hava güzel ve ortada alınması gereken bir 3 puan ve parlak bir gelecek var.

Dün gece G.Saray, bu 3 puanı koparsa, maddi açıdan da manevi açıdan da büyük bir rahatlama yaşayacaktı.

25 dakika rakip kaleye gidemeyen takım, biraz da mucize kabilinden golü bulunca, içimizden ‘‘Bugün futbol tanrısı bile Galatasaray'ın yanında’’ diye düşündük. Çünkü o dakikaya kadar, futbolun evrensel değerlerini sahaya yansıtan takım kesinlikle Real Sociedad'tı.

Sahayı iyi parselleyen, ayağa düzgün paslar yapabilen ve oyunu domine eden taraf İspanyol ekibiydi. Zaten G.Saray'ın golü de kendi kalesinde gol çizgisinden çıkarılan bir topun devamında gelmişti.

Hamle fazlası

İkinci yarı daha diri olması gerekli diye düşünüyorduk G.Saray'ın. Fakat ilk yarıda 7 korner kullanan Real Sociedad (ve buna karşılık G.Saray'ın ilk yarıda korneri yok, ikinci yarıda da sadece bir kez bu şansı yakaladı) sekizinci kornerle başladı. Ben golün bu kadar bağırarak geldiği pek fazla maç seyretmedim.

Nitekim, Kovaçeviç'in yokluğunda forma şansı bulan De Paula 50. dakikada Sociedad'ı beraberliğe taşıdı.

G.Saray hep bir hamle geride kaldı maç boyunca. İkili mücadelelerde topa sahip olan, rakibe top göstermeyen taraf hep Sociedad oldu. Fatih Terim, maçın ilerleyen bölümlerinde sahadaki forvet oyuncularını arttırarak oyuna hakim olmayı ve G.Saray'ı Şampiyonlar Ligi'nde devam edecek skoru yakalatmayı amaçladı. Ama başarılı olamadı.

Hep verilen bir örnek vardır, ‘‘Yarısı dolu bir bardağa nasıl baktığınız mühimdir’’ Kimisi bu bardağın yarısı boş der, kimisi yarısı dolu.

G.Saray'ın durumunu da böyle değerlendirmek gerekiyor galiba.

Bundan bir iki hafta öncesine kadar Avrupa macerasını noktaladığı düşünülen G.Saray, UEFA Kupası'nda yoluna devam edecek. Bu bardağın dolu tarafı oluyor. Bardağın boş tarafında ise öne geçilen bir maçta Şampiyonlar Ligi'ne veda etmek var.

Siz bu bardağı nasıl görürsünüz bilemem fakat ben bütün iyi niyetimle dolu tarafa bakanlardan olacağım.
Yazının Devamını Oku

Kış uykusu gibi bir şey

6 Aralık 2003
Kendiyle dalga geçebilenlerdenim şu hayatta fakat başlığa bakıp da ‘‘Ayı’’ demezseniz memnun olurum. Bu konuya önceden açıklık getirdiğimize göre, derdimizi de anlatabiliriz herhalde.

İlk uyarı ‘‘Abi müsaitsen geliyorum şeklinde’’ hafiften akmaya başlayan burunla geldi. Sonra tabii nezle, öksürük vesaire hepsi toplandı ve grip ailesini metabolizmamızda ağırlamaya başladık.

‘‘Hastalık hastası’’ değilim fakat bu durumdayken ‘‘Katil grip kapıya dayandı’’ türü haberler hafiften tedirgin ediyor.

Benimkinin cani bir yanı yoktu. Hafiften değdi ve geçti. Fakat hafif bile ‘‘Geldi abi işte kış’’ dedirtiyor insana.

Kış uykusu gibi bir şeye geçiyorum bu durumda. Uyumuyorum aslında ama hayatı horizontal geçirmek, bütün gün film seyretmek, zaruri haller dışında kanepemden ayrı düşmek istemiyorum.

Kanepenin evde iki ayrı köşesi var. Yaz köşesinde bir duvarda duruyor, kış köşesinde öteki duvara geçiyor.

Yazın cama yakın, kışın cama uzak. Camdan soğuk hava filan girdiğinden değil, canım öyle istiyor.

Kanepeyle birlikte kumanda, kahve fincanı, telefon ve bir adet kitap alabilecek kapasitedeki küçük sehpa da konumunu değiştiriyor.

Her şey el menzilinde, tembellik günleri başlıyor.

Televizyon seyrediyorsam mesele yok. İki üç ihtiyaç molası ve ‘‘Günaydın bakkalın seyyar elemanı’’, ‘‘Günaydın apartman görevlisi’’, ‘‘Tünaydın mobil pizzacı’’, ‘‘İyi akşamlar bakkalın seyyar elemanı’’, ‘‘İyi akşamlar mobil Bambi'ci’’ araları dışında kanepeden kopulmuyor.

Müzik dinleniyorsa durum biraz daha karışık oluyor. Baştan sona dinlenebilecek albümler düşünülüyor önce. Sonra ayağa kalkıp, seçilen albümlerden ilki yerleştiriliyor.

70 dakika ve üstü albümlere öncelik tanındığını söylemem gereksiz olur herhalde.

Bazen albüm değiştirmeye üşeniliyor ve Radyo Eksen ayarlanıyor. O da iyi oluyor ama insanın kendine müzik yapması gibisi yok doğrusu.

Bu arada evden çıkarmaya yönelik telefonlar için bahaneler hazırlanıyor: ‘‘Kapı kilitlendi açılmıyor’’, ‘‘Bugün aslında yokmuş biliyor musun?’’, ‘‘Ben küçükken suçiçeği olmamıştım, şimdi oluyorum...’’ Bahanenin dibi yok nasıl olsa.

Yıllar içinde mükemmelleştirilmiş ideal kanepe pozisyonunu yakalayıp bozmadan gün akıtılıyor sonra.

Dedim ya, kış uykusu gibi bir şey aslında. Çok iyi geliyor, tavsiye ederim size de...

Tindersticks delikanlı çıktı


Türkiye'ye konser vermeye gelecek olan sanatçılar, konserlerini iptal edip duruyor. Aslında kendi adıma sadece Blondie'nin gelmemesine üzüldüm. Diğerleri benim için çok da mühim değildi.

Tam ‘‘Ayıp ediyorlar’’ diye düşünürken, kalbimizde zaten kendince geniş bir araziye sahip olan Tindersticks'ten haber geldi. Konserlerini iptal etmemişler.

Onlara da bu yakışırdı zaten. Tindersticks 11 Aralık Perşembe Ankara Saklıkent'te sahneye çıkacak. Ön grup olarak da Aylin Aslım'ın ‘‘Süt'lü’’ projesi var.

Tindersticks daha sonra otobüse atlıyor (Evet otobüsle gidip gelecekler Ankara'ya) ve 12 Aralık Cuma gecesi Maslak'ta Venue'de çalmak üzere İstanbul'a geliyor. Bu konserin ön grubu da, akustik bir set çalacak olan The Climb.

Delikanlı bildiğimiz Tindersticks yüzümüzü kara çıkarmadı. Helal olsun biraderlerime...
Yazının Devamını Oku

Ortaya karışık

5 Aralık 2003
BUGÜN gündemimi meşgul eden birden fazla hadiseyle karşı karşıya olduğumdan kafam karıştı. Bu sebeple, güzel Türkçemizde ‘‘ortaya karışık’’ tabir edilen teknikle çalışacağım.

Hazırsanız başlayalım...

PARIS HILTON MESELESİ: Gazeteler, yaklaşık 1 aydır filan Hilton otellerinin varisi Paris Hilton'un internet üzerinde dolaşıma çıkan porno filminden bahsedip duruyor.

Fakat gazetenin mutfağında, yani yazı işlerinde ufak bir anket yaptım ve aslında hiçbirinin bu filmi seyretmediğini öğrendim.

Sorarım size, bu gazetecilik ilkelerine uygun mudur? Görülmemiş bir kaset üzerine nasıl haber yapılabilir? Bir dilekçe yazıp imza topladım. Şu ana kadar gerçek imzasını atan olmadı korkusundan. Fakat imza sayısı sahte mahte artıyor.

4 dolarlık bir ek bütçe ile bu filmin internet'ten izlenebileceğini öğrendim. Doğru habercilik uğruna 4 dolar bütçe ayrılır diye düşünüyorum.

Bu vesileyle, yıllardır yurtdışı seyahatlerimde girdiğim gazete-dergi bayilerinde ayak üstü karıştırmak suretiyle (Ben yazılarını okuyanlardan değilim) takip ettiğim Playboy 50'nci yılını kutluyormuş. Tebrik ederim.

11 BOYUTLU SÜPERKÜTLEÇEKİM: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin düzenlediği Sedat Simavi Ödülleri'ni kazananlar önceki gün açıklandı. Kazananları tebrik ederim. Kimler hangi ödülü kazanmış diye listeyi incelerken Fen Bilimleri Ödülü'nü kazanan eserin başlığına takıldım.

Laf olsun diye takıldım demiyorum. Kazanan eserin adını hatasız bir şekilde telaffuz edebilmek 15 dakikamı aldı.

Dr. Nihat Sadık Değer'in ‘‘11 Boyutlu Süperkütleçekimde Uzayımsı Zarların Standart Olmayan Kesişimleri’’ başlıklı eseri belli ki benim hiç anlamadığım ama yine belli ki faydalı bir alana sesleniyor.

Hayat tuhaf bir şey. Sizin telaffuz bile edemediğiniz ‘‘bir şey’’ var, biri bu konuda eser hazırlayıp ödül kazanıyor ve siz eserin adını bile telaffuz edemiyorsunuz. Kendimi çok aptal hissediyorum galiba şu anda.

YAMYAMLA MASAYA OTURMAK: Almanya'da Armin Meiwes adlı yamyamın, ilanla bulduğu gönüllü kurban Jurgen Brandes'i yemesi hadisesi var bir de.

Yargılanmaya başlayan Meiwes, kurbanına ona neler yapacağını anlattıktan sonra beraberce masaya oturduklarını ve kurbandan kestiği penisi birlikte yediklerini söylüyor.

Yani bu konuda kurabileceğim cümlenin haddi hesabı yok ama bunun yeri burası değil.

Tek merak ettiğim, hangisinin daha fazla ruh hastası olduğu. Bence kurban yamyamdan daha hasta bir insanmış. Evet, evet bu kesin böyle. Adam sana ‘‘Ben şimdi seni kesip yiyeceğim ama başlangıçı yalnız yemek istemiyorum, bana katılırsan eğer penisini beraber yeriz’’ diyor. O da, ‘‘Olur abi’’ diye cevap veriyor.

Yaşanmış olduğuna bile inanamıyor insan.

KIBRIS MESELESİ: Herhangi bir yazımda ‘‘Kıbrıs Sorunu’’ yazmayacağıma mesleğe başladığım günlerde yemin etmiştim. Fakat Hasan Cemal abim bunu zorunlu kıldı.

Juventus maçından sonra Hasan Abi'yle telefonda konuşuyoruz. ‘‘San Sebastian'a gidiyoruz di mi abi, Sociedad maçına yani?..’’ diyorum.

‘‘Kanat, Kıbrıs var’’ diyor. ‘‘Evet abi var da, Kıbrıs hep var’’ diyorum. Doğal olarak Hasan Cemal'in Kıbrıs'a gitmesi gerekiyor. Ama bence bu doğal değil. Şöyle bir teklifte bulunuyorum: ‘‘Abi bir yazı yaz sen şimdi. İçine bolca Denktaş, Maraş, Rum Kesimi, Annan Planı, Tarihi Seçim, Çözüm/Çözümsüzlük, Verheugen, Simitis, UBP, CTP, BDH serpiştirip onları da bold yap abi. Kıbrıs yazısı diye gider bak, bana güven...’’

Hasan Cemal haliyle beni ciddiye almıyor. Aslında fena fikir değildi ama her neyse...
Yazının Devamını Oku

Renklerin kardeşliği

4 Aralık 2003
UEFA'nın İstanbul'daki terörist saldırıları bahane ederek Galatasaray-Juventus maçını tarafsız sahaya alması, Avrupa'da yaşayan tüm gurbetçileri birleştirdi. Beşiktaşlısından Trabzonsporlusuna, Fenerbahçelisinden Anteplisine kadar, Avrupa'nın değişik ülkelerinde yaşayan Türk futbolseverler, Dortmund'daki Westfalen Stadı'nı hıncahınç doldurup Cimbom'a destek verdi.GERMEN yiğitlerinin harman olduğu diyardan, Dortmund'dan sevgiler! Aybaşı olması itibariyle Noel alışverişine kilitlenen Dortmund ahalisi, kentlerindeki Şampiyonlar Ligi maçını ‘‘Çalışmadığımız yerden geldi’’ şeklinde yorumluyordu, maçtan bir gün önce. Kent merkezindeki Cotton Cafe'de 33 cl'si 2 Euro 30 centten satılan Hövels Bitter birasından yaklaşık üç litre tükettiğini düşündüğüm Hanzi Müller ağabey (gerçek adı bu değildi tabii ki) ‘‘Bütün Dortmund sizi destekliyor’’ diyor. Yemiyorum tabii... Ama bir yandan hoşuma da gidiyor bu sıcak tavır. ‘‘Hanzi Müller ağabeye bir 33 cl Hövels Bitter de benden, bitte’’ diyorum.200 PAUND HARCADIMHanzi Müller ağabey, belli ki, Türklerle takılmış bir ağabeyimiz. Altta kalmamak için ‘‘Dostuma benden bir tane -was ist das?- Hah, Dortmunder pills’’ diyor. Meseleyi küçük yoğunluklu bira ısmarlama savaşına dökmek istemediğimden, başka bira ısmarlamıyorum, Hanzi Müller ağabeye. Müsaade isteyip yola koyuluyorum.Gurbetçi olarak adlandırdığımız vatandaşlarımız sökün etmiş. Dortmund şu dakika itibariyle Germen yiğitlerinin harman olduğu bir yer değil. Fenerlisi, Cimbomlusu, Beşiktaşlısı, Anteplisi, Samsunlusu, Muşlusu, Siirtlisi, siz sayın işte... Şimdi onlara kulak verelim...Orhan Akpınarlıoğlu, 43 yaşında. Bolton'dan gelmiş. Galatasaray taraftarı. Soruyorum ‘‘Galatasaray'dan umutlu musun?’’ diye. Diyor ki, ‘‘Her zaman umutluyuz.’’ ‘‘Kaç para harcadın bu seyahat için?’’ diyorum. 200 paund harcamış. Bu arada pardon, 200 paund demek 500 milyon lira demek. Soruyorum Orhan'a, ‘‘Takım kaybederse ne yapacaksın?’’ diye. ‘‘Yol bitmeyecek ağabey’’ diyor. ‘‘Peki Galatasaray'ın ceza olarak Almanya'da oynamasına ne diyorsun?’’ diye soruyorum. Bu araştırma boyunca en sık aldığım cevabı veriyor, ‘‘Allah belalarını versin.’’Orhan, yalnız değil. Londra'dan gelen ve henüz 19 yaşında olan Ömer Özcan, şöyle diyor: ‘‘Gurbetçilikten dolayı çok stat gezdik. Galatasaray'a yapılan, büyük bir haksızlık. Biz bombalar patlarken bile İngiltere'de, İrlanda'da maç seyrettik.’’Sinan Tüzün, Ultraslan Avrupa Başkanı. Maç için Londra'dan gelmiş. Galatasaray'ın İstanbul yerine Avrupa'da bir statta maç oynamasını ‘‘adilik’’ olarak adlandırıyor. Ama esas tepkisi, UEFA'ya karşı. Diyor ki, ‘‘Afganistan'da bile maç oynandı.’’Stada doğru yürürken, Beşiktaş formalı bir vatandaşla karşılaşıyorum. İsmi Nurettin Sargun. 21 yaşında, Dillemburg'dan ve Beşiktaşlı. Diyorum ki, ‘‘Nurettin, madem sen Beşiktaşlısın. Niye bir de Cimbom bayrağı satın almaya çalışıyorsun?’’ Nurettin diyor ki, ‘‘Ben Beşiktaşlıyım, küçük kardeşim Galatasaraylı. Bu maça onu ve annemi de getirdim. Galatasaray kazanırsa, hepimiz birlikte sevineceğiz.’’Nurettin'den ayrıldıktan sonra, Türkiye'de futbol seyreden herhangi bir fani taraftarı şoke edici biriyle karşılaşıyorum. Bu şahsın adı İlhan Şükrü Güven. 29 yaşında ve Bremen'den gelmiş. İlhan Şükrü ciddi bir Fenerbahçe taraftarı. İlhan Şükrü Güven, elini formasının üstündeki Türk bayrağına koyarak diyor ki, ‘‘Bak ağabey. Burada Türk bayrağı var. Türkiye'de birbirlerini yiyenler, Edirne'yi geçince görsünler bakalım, hakiki dostları kimmiş. Rakibi desteklemek manasız bir iş. Ben Fenerliyim ve haftaya Gelsenkirchen'de Beşiktaş maçındayım.’’Bu sefer sizi daha da etkileyecek bir örnekle karşı karşıyayım. Yener Top, 23 yaşında bir vatandaşımız. Belçika'dan geliyor. Yalnız da gelmiyor. Ekibi topladığınızda 30 kişiyi buluyor. Fenerlisi, Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı, hepsi var ekipte. Bu arada şunu da belirteyim, Yener kardeşimiz Avrupa'da kurulan ilk Türk futbol takımı olan FC Anadol'un (1968'de kurulmuş) bir oyuncusu. Yener diyor ki ‘‘Birlikten güç doğar. Biz Avrupa'da böyle yaşıyoruz. Beşiktaş maçına da gideceğiz ve orada da tribünü dolduracağız.’’ İTALYAN TARAFTARTam bu ekipten ayrıldıktan sonra üç arkadaş görüyorum uzakta; Erkan, Selçuk, Antonis... Antonis'in İtalyan olduğu her halinden belli. Onlar da, UEFA'nın kararının teröre destek anlamına geldiğini, aslında Türkler ile İtalyanlar arasında bir problem olmadığını anlatıyorlar. ‘‘Türkiye'den bir şey ister misiniz?’’ sorusu geliyor aklıma... İlk atlayan Antonio Calabrese yani, İtalyan arkadaş oluyor. ‘‘Hülya Avşar'ı öp benim için’’ diyor. Ben Antonio'ya böyle bir şeyin mümkün olmadığını anlatmaya çalışırken, bu kez Erkan atlıyor ve diyor ki ‘‘Ağabey, Seren Serengil'i seviyoruz.’’ Tabii böyle bir noktadan sonra kitle kopuyor! Selçuk arkadaşımız, bence en mühim çağrıyı yapıyor, ‘‘Arzucuğum, seni çok özledim!’’Tabii bu kadar not aldıktan sonra Deniz Yazıcılar adlı arkadaşın Rizesporlu taraftarlara ve Sait Aktaş adlı arkadaşımızın Göztepe'ye selamlarını esirgemek yanlış olurdu... Bu arada bu notları küçümsemeyelim, hakikaten çocuklara söz verdim, bunları yazacağım diye...Maçın üstünden bir vakit geçti, Galatasaray'ın galibiyeti hepimizi sevindirdi. Fakat ben buradaki Türk vatandaşlarının sevincini gördükten sonra -ki ilk kez görmüyorum- biz kendi ülkemizde problemlerimizle, sevinçlerimizle yaşarken, onlara ulaşamadığımızı bir kez daha anladım.
Yazının Devamını Oku

Sonunda İzmir’e kapı açtım

29 Kasım 2003
İzmir'e olan alakamı yakın arkadaşlarım ve hafızası kuvvetli okurlar bilir. İstanbul'u çok severim, hemen arkasından da İzmir gelir. Oysa ne İzmir doğumluyum, ne de uzun sayılabilecek bir süre yaşadım bu kentte. Ama severim işte. İstanbul'daki arkadaşlarımın önemli bir bölümünü de İzmirli elemanlar oluşturur.

Hürriyet'in -Milliyet TIR'ı kadar olmasa da- yurt sathında tedirginlik yarattığından bir şekilde emin olduğum ‘‘İl Mümessili’’ hadisesi başlarken, ‘‘İzmir'i vermezseniz atarım kendimi aşağı’’ diyerek Gözcü'nün bulunduğu en üst kata çıktım.

Rezillik çıkmasın diye kabul ettiler bu isteğimi. Şimdi Pakize Suda ile ben İzmir'den sorumlu Hürriyet yazarıyız.

Ben bayağı bir havaya da girdim. Geçen hafta Uğur Cebeci'yle karşılaştık koridorda. Ben hemen esas duruş gösterip ‘‘Kanat Atkaya, İzmir. Emir ve görüşlerinize hazırım kom'tanım’’ dedim.

Uğur Abi anlayabildiğim kadarıyla içinde ‘‘Allahım... Nereden buluyoruz biz bunları... Hasta hakikaten bu çocuk galiba’’ gibi kelimeler geçen bir cümle kurdu ve uzaklaştı.

Pakize İzmirli olduğu için onun durumu daha kolay. Ben de İzmirli arkadaşlarıma güveniyorum diyeceğim ama onlarla İzmir şöyle oluyor: ‘‘Kalyon... Balık yemeye gidelim... Eko... Kahvaltı için Çeşme yolunda acayip bir yer var oraya gidelim... Doydoy... Eeee bu akşam ne yapıyoruz?..’’

Dolayısıyla bu ekiple sadece güzel İzmir'in eğlence yerlerini, restoranları vesaire denetleyebilirim.

İzmir'in bana emanet edilmemesi gereken sorunları muhakkak vardır. Fakat benim bu noktada görevim, biraz da sorunlarınızı size anlatmak. Tabii ‘‘Bana sorunumu niye anlatıyorsun kardeşim?’’ diyeceksiniz.

Fakat unutmayın ki; bu sayede sorunlarınızı sorumluların da okuma şansı doğacak.

*

Geçen sene Süper Lig'de İzmir takımı kalmamasını ‘‘Haksızlık bu!’’ diyerek karşılamıştım. Türkiye'nin en mühim illerinden birinin Süper Lig'de temsil edilmemesine bozulmak tabii ki bunda etkiliydi. Ama itiraf edeyim, biraz da İzmir'e gelme fırsatım azaldığı için bozulmuştum.

Şimdi İkinci Lig A Grubu'nu da yakından izliyorum. Ve gördüğüm kadarıyla ne Göz-Göz, ne Kaf-Sin-Kaf, ne ‘‘Büyük Altay’’, ne de ‘‘İzmirspor’’un umudu var.

Vestel Manisa çıkar, ben de Manisa maçı için İzmir'e giderim, oradan geçerim gibi planlar yapıyorum.

*

Tam bu umutsuzluk anında gelen ‘‘İzmir Mümessilliği’’ni bir ilaç olarak algıladım.

Şimdi ben bu aralar bir İzmir'e geleceğim tabii ki. aslında niyetim bayramda gelmekti ama İzmir'de kimseyi bulamazsın ki birader tatil gününde.

O yüzden şöyle bir şey yapalım.

Siz burada gözüken e-mail adresine, derdinizi kederinizi ‘‘öncelikli olanlar’’ı vurgulayarak yollayın. Eğer üşenmeyip, liste şeklinde yollarsanız, sorunları sıralamak ve tasnif etmek de kolay olacaktır.

Bir de rica edeceğim ‘‘Mahalle bakkalına gıcığım’’, ‘‘Evleneceğim ama vesikalık bulamıyorum’’ türü kişisel meselelere girmeyelim. Daha doğrusu ben girerim de, vakit kaybetmiş oluruz.

Başka ne diyeyim?

Bekliyorum işte.

Bu arada İzmir'le ilgili başka planlarım da var ama önce bir netleşsin...

Ferhan Şensoy gibi bağlamak gerekirse ‘‘Savul bre güzel İzmir, boyoz için, kumru için, Alsancak'ta yayılmak, Karşıyaka'da salınmak için geliyorum’.

Açtık bir kapı İzmir'e sonunda, hayırlı olsun.

Sarı Tebessüm'ün hakkını yemişler

HAFTALIK Dergisi'nden Bozkurt Işıklar, ‘‘Türk Sinemasının Altın Kestaneleri’’ başlıklı bir araştırma-haber hazırlamış.

Tanınmış 8 sinema eleştirmeninden son 20 yılın en kötü 10 Türk filmini seçmeleri istenmiş.

Jüride Agah Özgüç, Atilla Dorsay, Burçak Evren, Uğur Vardan, Ali Hakan, Tunca Arslan, Murat Özer ve Burak Göral bulunuyor.

Malum, ABD'de her yıl ‘‘Altın Ahududu’’ adı altında, Oscar'a alternatif olarak kötü filmlerin seçildiği ve ‘‘ödüllendirildiği’’ bir hikaye vardır.

Haftalık ‘‘Altın Kestaneler’’i uygun görmüş.

Uzatmayalım, liste şöyle oluşmuş:

1- Mumya Firarda- 6 oy

2- Asmalı Konak- 5 oy

3- Dansöz- 5 oy

4- Kız Kulesi Aşıkları- 5 oy

5- Avcı- 4 oy

6- Kuşatma Altında Aşk- 4 oy

7- Asansör- 3 oy

8- Mektup- 3 oy

9- Sarı Tebessüm- 3 oy

10- Son- 3 oy

Listeyi tartışacak değilim. Hepsini seyretmiş değilim ama seyretmiş olduklarımın durumunu biliyorum ve unutmak için hálá çabalıyorum.

Beni asıl üzen Sarı Tebessüm'ün durumu oldu. Hayatım boyunca film seyrettim. İyi takip ettiğim bir alandır. Kendimce bir kötü film anlayışım da var elbette.

Ama ‘‘Seyrettiğin bütün kötü filmleri, çektiğin o sancılı dakikaları gözden geçir ve tek film seç’’ deseler, cevabım şüphesiz ‘‘Sarı Tebessüm’’ olurdu.

Hatta bu kadar kötü bir film olduğu için sempati beslediğimi bile söyleyebilirim.

Bu sebepten sadece 3 oy alarak 9'uncu sırada kalmasını haksızlık addediyorum.

‘‘Büyük Yalnızlık’’ın listeye girememiş olması da düşündürücü. O filmin çıkışında ‘‘Bir daha Türk filmi mi... Aman diyeyim’’ şeklinde bir cümle kurmuştum. Çok özel durumlar dışında kendime verdiğim bu sözü hálá tuttuğumu söyleyebilirim.

Bu vesileyle ‘‘Sarı Tebessüm’’e oy veren üç jüri üyesini de sevgiyle anmak isterim: Ali Hakan, Uğur Vardan ve Burak Göral.
Yazının Devamını Oku

Siz tatildeyken

28 Kasım 2003
Merhaba sevgili tatilciler. Bayram tatili vesilesiyle yurdun ve dünyanın (Galiba büyük bölümünüz Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Fransa ve Hindistan'a uzamış) dört bir yanına dağıldığınız günlerde, bizler de İstanbul'u bekliyoruz.

İstanbul'u veya memleketin genel halini merak ediyor olabilirsiniz. Merak edecek bir şey yok. Bıraktığınız gibi duruyoruz aslında.

Genel manzara için ‘‘Bilemiyorum’’ dersem yalancı olmam. Çünkü gittiğiniz günden beri sis var İstanbul'da ve hakikaten etrafta ne olup bittiğini görmek mümkün olmuyor.

Bayramda güzeller güzeli Boğaziçi'nin tadını çıkaralım diyenler -ki aralarında bu fakir de var- evinin salonundaki tül perdeye saatlerce bakmaya denk bir deneyim yaşamış oldular.

***

Tabii 7 tepeli şehrimizin yüksek mevkileri bu durumdan çok etkilenmedi. Örneğin Beyoğlu.

Özellikle Ramazan Bayramı'nın ilk gününde Beyoğlu'na çıkma hatasına düşenler, ‘‘Gözü dönmüş Türk delikanlısı’’ modelini yakından inceleme imkanını yakalamış oldu.

Bayram tatilinde sokağa çıkmış bütün kadınların, o gün evlerinden kendileriyle yakın temas kurmak amacıyla evlerinden çıktıklarını düşünen bu kitle ikinci gün etkinliğini biraz azaltarak da olsa sürdürdü.

Laf atma konusunda bayağı gelişme kaydettiklerine bizzat şahit oldum. Yine de, İstiklal Caddesi'nin göbeğinde, karşıdan gelen iki kızın üzerine ‘‘Oookeeeeey!’’ diyerek plonjon yapan tipler gibisine rastlamadım.

Bir prezervatif reklamını ‘‘en saf hislerini’’ dile getirmek için kullanmayı akıl edebilmiş bu arkadaşların ruh halini tahlil etmeyi Ali Atıf Bir'e bırakıyorum. Hocam söz sizde...

***

Kalabalıkların buluşma noktası haline gelmiş Taksim ve benzeri bölgelerin dışında hayat normaldi.

Bizim mahalle -özel konumu nedeniyle- geçen haftaki iğrenç saldırılardan beri pek normal değil.

Konsoloslukların yoğun olduğu bir mahallede oturuyorum. Emniyet -haklı olarak- önlem almak amacıyla Taksim'den Dolmabahçe'ye inen İnönü Yokuşu'nu kapatmış durumda.

Bu sabah ben gazeteye gelmek üzere yola çıkarken mahallenin veletleri Alman Konsolosluğu'nun önünde çift kale maç yapıyorlardı.

Mahallenin parka dönüşmüş olması bir yerde olumlu bile görülebilir.

Ama benden uyarması, döndüğünüzde 10 numara bir trafik keşmekeşinin ortasına düşeceksiniz.

Bayramda, belli noktalarda trafik tıkanıklığı yaşandı ama normal tıkanıklıklardı bunlar.

Siz döndüğünüzde durum ne olur, işin o kısmını bilemem.

***

Neticede siz yokken, bol bol şeker-çikolata yedik, yaralı şehrimizin sokaklarını boş bırakmamaya çalıştık, moralimizi düzeltmek için çabaladık.

Özellikle moral düzeltme konusunda pek başarılı olamadık galiba. Gelince sizin de bir el atmanız gerekecek.

Geçmiş bayramınızı kutlarım.
Yazının Devamını Oku