Kanat Atkaya

Siz tatildeyken

28 Kasım 2003
Merhaba sevgili tatilciler.Bayram tatili vesilesiyle yurdun ve dünyanın (Galiba büyük bölümünüz Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Fransa ve Hindistan'a uzamış) dört bir yanına dağıldığınız günlerde, bizler de İstanbul'u bekliyoruz.İstanbul'u veya memleketin genel halini merak ediyor olabilirsiniz. Merak edecek bir şey yok. Bıraktığınız gibi duruyoruz aslında.Genel manzara için ‘‘Bilemiyorum’’ dersem yalancı olmam. Çünkü gittiğiniz günden beri sis var İstanbul'da ve hakikaten etrafta ne olup bittiğini görmek mümkün olmuyor.Bayramda güzeller güzeli Boğaziçi'nin tadını çıkaralım diyenler -ki aralarında bu fakir de var- evinin salonundaki tül perdeye saatlerce bakmaya denk bir deneyim yaşamış oldular.***Tabii 7 tepeli şehrimizin yüksek mevkileri bu durumdan çok etkilenmedi. Örneğin Beyoğlu.Özellikle Ramazan Bayramı'nın ilk gününde Beyoğlu'na çıkma hatasına düşenler, ‘‘Gözü dönmüş Türk delikanlısı’’ modelini yakından inceleme imkanını yakalamış oldu.Bayram tatilinde sokağa çıkmış bütün kadınların, o gün evlerinden kendileriyle yakın temas kurmak amacıyla evlerinden çıktıklarını düşünen bu kitle ikinci gün etkinliğini biraz azaltarak da olsa sürdürdü.Laf atma konusunda bayağı gelişme kaydettiklerine bizzat şahit oldum. Yine de, İstiklal Caddesi'nin göbeğinde, karşıdan gelen iki kızın üzerine ‘‘Oookeeeeey!’’ diyerek plonjon yapan tipler gibisine rastlamadım.Bir prezervatif reklamını ‘‘en saf hislerini’’ dile getirmek için kullanmayı akıl edebilmiş bu arkadaşların ruh halini tahlil etmeyi Ali Atıf Bir'e bırakıyorum. Hocam söz sizde...***Kalabalıkların buluşma noktası haline gelmiş Taksim ve benzeri bölgelerin dışında hayat normaldi.Bizim mahalle -özel konumu nedeniyle- geçen haftaki iğrenç saldırılardan beri pek normal değil.Konsoloslukların yoğun olduğu bir mahallede oturuyorum. Emniyet -haklı olarak- önlem almak amacıyla Taksim'den Dolmabahçe'ye inen İnönü Yokuşu'nu kapatmış durumda.Bu sabah ben gazeteye gelmek üzere yola çıkarken mahallenin veletleri Alman Konsolosluğu'nun önünde çift kale maç yapıyorlardı.Mahallenin parka dönüşmüş olması bir yerde olumlu bile görülebilir.Ama benden uyarması, döndüğünüzde 10 numara bir trafik keşmekeşinin ortasına düşeceksiniz.Bayramda, belli noktalarda trafik tıkanıklığı yaşandı ama normal tıkanıklıklardı bunlar.Siz döndüğünüzde durum ne olur, işin o kısmını bilemem.***Neticede siz yokken, bol bol şeker-çikolata yedik, yaralı şehrimizin sokaklarını boş bırakmamaya çalıştık, moralimizi düzeltmek için çabaladık.Özellikle moral düzeltme konusunda pek başarılı olamadık galiba. Gelince sizin de bir el atmanız gerekecek.Geçmiş bayramınızı kutlarım.
Yazının Devamını Oku

Sokağı bırakmamak gerekiyor

22 Kasım 2003
ŞU anda okuduğunuz yazı, perşembe günü, Beyoğlu ve Levent'teki saldırıların yapıldığı gün yazılıyor. Malumunuz, bu köşede hayatın eğlenceli yanlarına dalmaya, kafa ütülemeyen yazılarla hafta sonu macerasına yumuşak geçiş yapmaya çalışıyoruz.

Ama şu anda bu inanın mümkün görülmüyor.

Beyoğlu'nda bombanın patladığı nokta, aylaklık yaptığım zamanlarda önünden 10 kere filan geçtiğim bir nokta.

İstiklal Caddesi'nin kalabalığından kaçış için arka sokakları kullandığımdan, Galatasaray veya Tünel'e gideceğim zaman kullandığım bir yol.

Patlayıcı yüklü kamyonun İngiltere Başkonsolosluğu'na girdiği noktanın tam karşısındaki Fehmi Baba Lokantası, Viktor Levi, Pano gitmeyi, ara sıra uğrayıp personeliyle laflamayı, deyim yerindeyse iki dakika geyik muhabbeti yapmaya bayılırım.

Şu anda o sevdiğim, tanıdığım insanlara ne oldu bilemiyorum.

*

Bombanın patladığı yol, güzel bir yoldur. Bir ucu Balıkpazarı tarafına bakar. Balıkpazarı'na giden yolun ağzında börekçi, incik boncukçu, turşucu vardır.

O sokaktaki fırının ekmeğini 11 yaşımdan beri bilirim. Alışveriş yaptığım manav, hemen Şütte'nin önünde tezgah açar.

İşte şu anda o insanların yüzleri geliyor gözümün önüne sürekli.

Hayatını o sokakta, esnafın verdiği karton kutunun içinde uyuyarak geçiren, arada sırada ortada bir neden yokken, ‘‘Bakın buradayım’’ demek için bir havlama solosu geçen köpek geliyor aklıma.

O gürültüde ne yapmıştır?

Pano'nun barmeni Murat arkadaşımdır. Acaba çalışıyor muydu o saatte?

Bu soruların cevaplarını, sizler bu yazıyı okurken büyük ölçüde öğrenmiş olacağım.

Bu yazı bitecek, ben ceketimi alıp çıkacağım ve kiminin adını bilmesem de arkadaşlarım olarak gördüğüm insanlara bakmaya gideceğim.

Kötü bir haber almak istemiyorum.

Siz bu yazıyı okurken, büyük ihtimalle ben yine orada bir yerde olacağım.

Arkadaşlarımı yalnız bırakmaya hiç niyetim yok çünkü.

*

Sokağımı, muhitimi bırakmak niyetinde de değilim.

Bu cumartesi yine klasik turuma çıkacağım İstiklal Caddesi'nde.

Kahvemi yine hep içtiğim yerde içeceğim. Gazeteler de orada okunacak tabii ki.

Karayip Korsanları'nı hálá seyredemedim. Belki Atlas'ta, belki Fitaş'ta gidip o filmi seyredeceğim.

Balıkpazarı'na zaten giderim. Bir çeyrek Zümküfül (Bilen bilir ama bilmeyene anlatayım. Biber ve sosisi çöp şişte kızartıyorsunuz. Sonra üzerine patates kızartması ve domates sosu döküyorsunuz. Enfestir!) zaten götürülür. Yanına ayran tabii.

Sonra Balıkpazarı'na gidilmişken Aslı Han'daki sahaflara tabii ki gidilecek.

Kitaplara, çizgi romanlara, film afişlerine bakılacak. O sırada oturup tanıdıklarla çay içilecek, belki yıllardır aynı şeyler konuşuluyor olabilir, olsun yine onlar konuşulacak.

*

Benim sokağımı kimseye bırakmaya niyetim yok. Korksak da, korkmasak da sokağı bırakmamak gerekiyor çünkü.

Ben bugün sokağımda olacağım yine.

Sizleri de beklerim.
Yazının Devamını Oku

Korku

21 Kasım 2003
TERÖR korkuyla beslenir. Terörle ilgili yapılan pek çok tanımda (ki kabul edilmiş tek bir tanım yok), esas amacın ölü sayısını artırmaktan çok, korkunun çapını geniş tutmak olduğunu görürsünüz. Kaç kişinin öldüğü, kaç kişinin yaralandığının hesabını tutmak için yapılmıyor bu eylemler. Amaç sindirmek, korkutmak ve otoritenin ötesinde, sıradan insanları ezerek güçlü konuma geçmek.

İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, olayın ardından yaptığı açıklamada medyanın görev ve sorumluluklarını hatırlatıyor ve ‘‘Halkı korkuya ve ümitsizliğe sevk edecek yayınlardan kaçınılması’’ gerektiğini söylüyordu.

Aksu, devleti temsil eden bir sorumlu olarak tabii ki kendince haklı. Levent'te ve Beyoğlu'ndaki patlamalar, televizyonlar aracılığıyla televizyon bulunan her odada bir kez daha patlamış oluyor.

Tabii Aksu'nun demecinin ardından medyaya yayınlarını kısıtlayan yasaklar geldi. Böylece Aksu, meselenin en önemli kısmını hemencecik halletmiş oldu.

Şimdi beklediğimiz gelişmeler belli değil mi? Önce Arap mıydı, Türk müydü, Afgan mıydı ona bakacağız.

Sakallı mıydı, değil miydi onu tartışacağız.

Kamyonet miydi, otomobil miydi; kamyonetse ne renk ve ne markaydı, otomobilse ne renk ve ne marka?..

Sonra DNA örneğiyle eylemcinin kimliği belirlenecek ve fotoğrafı bulunacak.

Sonra?..

***

Sonra, gelmesi muhtemel saldırıları bekleyeceğiz.

Büyük resme bakmayacağız.

Biz bu duruma niye geldik düşünmeyeceğiz, tartışmayacağız. Tartışırsak da yine sığ sularda gezdireceğiz fikir teknelerimizi.

Bu saldırıların amacı, daha önce de belirttiğimiz gibi korku salmaksa eğer, kendi adıma konuşuyorum, korktum.

Sadece ben değil; beni arayan yakınlarım, gazetedeki arkadaşlarım, durumlarını öğrenebilmek için telefonla ulaşabildiğim esnaf arkadaşlarım korktu.

Korkmamış gibi yapacak durumda değildi kimse. Benim Beyoğlu'nda yaşayan biri olduğumu bilen eşime dostuma telefon açtıklarında ‘‘Korkmayın! Cesur olun! Bakın biz korkarsak güçleniyor bu çirkef!’’ diyemedim. Kendim de inanmasam bile tek söyleyebildiğim ‘‘Korkmayın’’ oldu.

Onlar ne cevap verdi peki: ‘‘Korkuyorum!’’

***

İngiltere Başkonsolosluğu'nun karşısındaki Fehmi Baba Lokantası'nda, yine aynı bölgedeki Pano ve Viktor Levi'de çalışan, her gün selamlaştığım insanlara ne oldu.

Balık Pazarı'ndaki manav arkadaşım, fırında çalışanlar, Şütte'de tezgahta duranlar ne durumda şu anda bilemiyorum.

Konsolosluk duvarının önündeki ayakkabı boyacısı öldü mü diye düşünüyor ve ölmüş olmasından korkuyorum.

Yani klişe konuşmalar, lanetlemeler, ‘‘Korkma’’ çağrıları durumu değiştirmiyor.

İnsansın işte, korkuyorsun.
Yazının Devamını Oku

TV karşısında buhran

15 Kasım 2003
HER şey, eve battal boy televizyonun girmesiyle başladı. İki yıldır sakin süren hayatım bir anda değişiverdi. Çoğu zaman sadece haber, maç ve film seyretmek amacıyla kullanıyorum. Ama bazen, hafta içi gündüzleri evde olduğum durumlarda filan işin rengi değişiyor.

Aslına bakarsanız, Seda Sayan'ın ‘‘Eyvan’’ adlı programlarüstü programda bir cüceyi leğende kafasını sabunla köpürtmek suretiyle yıkaması hadisesine kadar yine normaldi hayatım. Bu olaydan daha önce de bahsetmiş olduğumdan detaylara girmeyeceğim.

Fakat yapımcısına bir program bantını Guggenheim Müzesi'ne yollamasını bütün samimiyetimle öneriyorum. Koca İstanbul Bienali'nde bile böyle video yerleştirme yoktu. Sanırsın Bunuel filmi...

Neyse, o tuhaf günden sonra programlara başka bir gözle bakmaya başladım ve zamanla bir tür bağımlı haline geldim.

‘‘Sabah Sabah Seda Sayan’’sız, ‘‘A'dan Z'ye Esra Ceyhan’’sız., ‘‘Hoş Seda’’sız, ‘‘Pop Star’’sız yaşayamayacakmışım gibi geliyordu.

Bu arada İclal Aydın'la İdil Çeliker'in arasında kalan, ciddi fikir tartışmalarına giren, fraksiyonlara ayrılan insanlar olduğunu biliyorum.

Kimi İclal Aydın'ın programı olan ‘‘Hayat Güzeldir’’i desteklerken, kimi de bu görüşe karşı çıkıyor ve İdil Çeliker'in programını savunuyor: ‘‘Hayat Budur.’’ Kendi adıma ‘‘Bilemeyeceğim’’ demekle yetineceğim.

*

Neyse, evde sakin sakin otururken Topesto aradı ve ‘‘Hoş Seda'yı aç lütfen’’ dedi. ‘‘Öncelikle, az önce kurduğun cümleyi bir daha tekrarlayıp ne kadar saçma olduğuna bir bakar mısın?’’ dedim.

‘‘Aç abi, bir şeyler oluyor’’ dedi.

‘‘Açtım hakikaten bir şeyler oluyor. Dansöz Tanyeli, üç kadına ‘‘Kara Üzüm Habbesi' eşliğinde nasıl oynanır onu öğretiyor. Hayatında herhangi bir saatini Türk televizyonları karşısında geçirmiş biri bunun normal olduğunu düşünecektir. Bence de normal.

Bu sırada programın sunucusu ve iki konuğu da arka planda oynuyorlar. O da normal. Tanyeli, ‘‘Evlerinden izleyenler haydi siz de katılın’’ diyor. ‘‘Yok ben oynayamam’’ diyorum kendi kendime.

Buraya kadar normal di mi? Peki, stüdyonun bir kenarında, top sektiren bordo formalı arkadaşa ne diyeceğiz. Bir grup kadın oynuyor ve bir adam top sektiriyor. Meğer rekor deniyormuş. Bu arada adam top sektirirken formasını çıkarıp giyiyor filan.

‘‘Kara Üzüm Habbesi’’ faslı bittiğinde sunucu ve konuklar top sektiren arkadaşın yanına geliyor ve ‘‘Kaç oldu? Kaça katıran sektirebiliyorsun? Hebele, hübele’’ diye adamı taciz ediyorlar.

Topesto, ‘‘Esra Ceyhan'ın programında gördüğüm yorgancılardan sonra en acayip televizyon anlarımızdan birini yaşıyoruz şu anda farkında mısın?’’ diye sordu.

‘‘Evet abi. Peki sen adama dikkat ettin mi hakikaten hiç düşürmedi topu’’ dedim.

‘‘Pöh’’ dedi ve kapattı.

*

Ya, bu konu burada kapanıyor da, ben size bu cumartesi rahat vermek niyetinde değilim. Hani birkaç sene önce HBB kapatma cezası almıştı. Tam geceyarısı, ekranda iki kadın dururken görüntü dondurulmuştu.

Sonra o görüntü birkaç gün, hatta bir hafta kadar kalmıştı. Zaplarken hep onları görmeye alışmıştık hatta.

Ne oldu acaba o insanlara?..


Steve Miller'dan

Abracadabra'lı Greatest Hits



STEVE Miller Band'in hastasıyım desem, Sanlı'ya ayıp olur. Çünkü asıl hastası odur. Hatta Hür FM'deki programının adının Joker olmasının nedeni de Steve Miller'ın ‘‘Joker’’ şarkısıdır.

Fakat Steve Miller Band'i bir tek Sanlı kardeşimiz sevecek diye bir kaide yok. Best Of tarzındaki albümleri, çeşitli formatlarda edinilmiş ve dinlenmiştir yıllar boyunca.

Fakat ben bu albümün ulaştığı boyuta, 22 şarkılık yeni albümün ‘‘Young Hearts-Complete Greatest Hits’’in iç kapağına yazan Joel Selvin sayesinde uyanabildim.

Steve Miller Band'in bende de bulunan ‘‘Greatest Hits 1974-1978’’i, 1982'de patlayan ‘‘Abracadabra’’ şarkısından sonra düzenli olarak satmaya başlamış.

Ama öyle böyle satmak değil. 20 yılda 13 milyon satmış bu albüm.

Şimdi bu albüm, elden geçirilmiş ve güzeller güzeli ‘‘Abracadabra’’ da eklenmiş vaziyette bir kez daha karşımızda.

Güzel günler yaratabilecek güçte bir albüm.


Barbara Ann meselesi


GEÇEN hafta cuma günü, yazdığım yazının içinde küçük bir bölümde yıllar önce dinlediğim ama bir türlü bulamadığım The Regents'in ‘‘Barbara Ann’’ adlı şarkısından bahsetmiş ve bulan varsa bir haber uçursun demiştim.

Bu kadar ciddiye alınacağımı sanmıyordum doğrusu. New York'tan mp3 formatında yollayanlar, ‘‘CD'ye çekip postaya verdim’’ diyenler, ‘‘O şarkıyı Beach Boys da söylemişti, onu da ekleyip yolluyorum’’ diyenler.

Hisleri pek gelişmemiş bir insan olsam bile bayağı duygulandım. Herkese teşekkür ederim.

O şarkıyı her dinlediğimde tuhaf bir şekilde sizler geleceksiniz aklıma. Kabul edin biraz garip bir durum oldu...
Yazının Devamını Oku

Erkek adamın film rehberi

14 Kasım 2003
HÜRİYET'in Washingtno muhabiri Kasım Cindemir'in geçtiği bir haber, Hürriyet'in sadece taşra baskılarında yer alabildi. Men'S Journal dergisine dayandırılan haber erkeklerin film zevkleri üzerineydi. Bu konuda bir araştırma yapan dergi, erkeklerin en sevdiği 10 filmi ve 10 oyuncuyu belirlemişti.

Önce filmleri hatırlatayım:

1- Dirty Hary

2- The Godfather (Baba)

3- Scarface (Yaralı Yüz)

4- Die Hard (Zor Ölüm)

5- Terminator

6- The Road Warrior

7- The Dirty Dozen

8- Matrix

9- Caddyshack

10- Rocky

Öncelikle gururla bu 10 filmin 9'unu seyrettiğimi ve 6 tanesini sürekli seyredebilecek şekilde evde hazır bulundurduğumu söyleyeyim.

Sonrada bu konuyla ilgili kıymetli fikirlerimi sizlerle paylaşayım. Film konusunda ‘‘Erkek adam erkek filmi seyreder’’ görüşüne bağlı olanlardanım.

Prensip olarak, 20 kişiden az insanın (veya yaratığın veya robotun...) öldüğü bir filmi seyretmem. Seyrettiğim filmde bir şeyler infilak etmeli, birileri zabada zubada dayak yemeli falan filan.

İngilizcede ‘‘chick flick’’ olarak anılan kız filmleriyle işimiz olmadı bugüne kadar. Mesela bir Meg Ryan filmini sonuna kadar seyretmişliğim yoktur. Pardon, yalan konuşmuş olmayayım; The Doors'da da oynamıştı o di mi? Seyretmişim demek ki!

Ama işte ne bileyim bir Barbra Streisand filmiyle işim olmaz. Müzikal seyretmem. Kadınların ağlamak için seyrettikleri filmlerde güldüğüm için zaten böyle filmlere gitmem önerilmez bile.

Örneği kuvvetlendirmek için söylüyorum; bir tom Hanks filmi de seyretmem mesela. Hemen ‘‘Er Ryan'ı Kurtarmak’’ diye atlayanlar olacaktır. ‘‘Er Ryan'ı Kurtarmak’’ resmen duygusal filmdir. Savaş filmi dediğin ‘‘Full Metal Jacket’’ veya ‘‘Apocalypse Now’’ gibi olur.

* * *

Bu arada yukarıdaki listenin biraz naif kaldığını da söylemek mecburiyetindeyim. Bana kalsa o listede Rocky'nin yerine bir John Woo (Hong Kong dönemi tabii ki. Hard Boiled veya Killer olabilir) olabilirdi.

Aynı şekilde Matrix'in yerine bir Tarantino filmi önerilebilir. Fakat o zaman Miike Takeshi'nin filmlerini ne yapacağız?

Mesela Miike Mateshi'nin ‘‘Dead Or Alive’’ında, erişte yiyen adamın pompalı tüfekle vurulduğu sahnenin karşısına Matrix'ten bir sahne koyarsanız, Matrix'teki sahne ‘‘Sense And Sensibility’’den alınmış gibi kalır.

O erişte sahnesini de anlatayım. Ama midesi zayıf olanlar bu bölümü atlasın lütfen.

Gece kulübü basılıyor. Bu sırada bir abi sürekli olarak erişte yiyor. Hatta 5 tabak filan yiyor. Neyse efendim, sırtından vuruyorlar bu abiyi.

Mermi ön taraftan mideyi parçalayarak çıkıyor ve tahmin edebileceğiniz üzere erişteler ağır çekimde salona doğru fırlıyor.

Sonra müfettiş gelip çubukla erişteleri alıp, ‘‘Hımm, bilmemne eriştesi bu’’ diyor hatta.

* * *

Listeye yine de saygım var. İlk 5 filmi ben de tek geçerim. Ama ikinci beş için ben size başka filmler önereyim. Bulursanız bir de onları deneyin.

İkinci 5 için listem şöyle:

1- Rezervuar Köpekleri

2- Johnny 100 Pesos

3- Dead Or Alive

4- Ichi The Killer

5- Hard Boiled
Yazının Devamını Oku

Güzel de onun adı Ebru değil ki

8 Kasım 2003
HÜRRİYET'in pet sayfasında birkaç hafta önce çıkan bir haber yüzünden ciddi bir tartışma patlak verdi bir grup arkadaş arasında. Bu bir grup arkadaş, benim arkadaş grubum oluyor. Olay şöyle gelişti. Ayça Barut, The Marmara'nın önünden geçmiş olan herkesin tanıdığı hergele köpeği haber yapmıştı.

Çok da iyi yapmıştı. İstanbul'un en çok tanınan köpeği olduğuna eminim. Hatta otelin pek çok yabancı müşterisi olduğu düşünülürse, dünya çapında tanınıyor bu sevimli hergele.

Peki bu haber yüzünden niye arıza çıkarıldı.

Olay aynen şöyle gelişti. Ayça Barut'un haberinde köpeğimizin adının (Semtimde yaşadığı için günde en az iki kez karşılaşıyorum. Köpeğimiz diyebilirim bu yüzden di mi?) ‘‘Ebru’’ olduğu belirtiliyordu.

Muhabbet sırasında biri (Bu ben oluyorum aslında net konuşmak gerekirse); ‘‘Yahu o köpeğin adı Ebru değil ki! Ben ona 'N'aber lan Artiz!' dediğimde bakıyor. Adı 'Artiz' onun’’ dedim.

Bunun üzerine Topesto, ‘‘Sallamaaaaa, sallamaaaa! Onun adı 'Kirli'. 5 yıldır Kirli'yle muhabbetimiz var bizim’’ dedi.

Olay ikimizin arasında büyüyecek sanırken, bir diğer eleman ‘‘Melon dediğimde böyle kafasını kaldırıp merdaneli çamaşır makinesi gibi iki yana sallıyor. Onun adı 'Melon' dedi.

Bu noktada ‘‘Melon diye köpek mi olur be!’’ şeklinde özetleyebileceğimiz ufak bir arbede daha çıktı.

İş böyle bir hal alınca başkalarını aramaya başladık. Köpeğe iddia edildiği gibi ‘‘Ebru’’ diyen çıkmadı bu biiir! Aynı ismi söyleyen iki kişi bile bulamadık; bu ikiiiii! Konumu itibariyle o köpeğin yani Artiz'in (!) milyon tane adı olması gerekiyor; bu da üüüüç!

En sonunda durumu hiç bozmamaya, eskiden olduğu gibi inandığımız ismiyle çağırma kararı alıp kan dökülmeden işi çözdük.

*

Aslında yeri gelmişken insanların besledikleri hayvanlara taktıkları isimler üzerine bir tahlil yapan olmuş mudur acaba?

Niye söylüyorum bunu açıklayayım. Ben evde hayvan beslemiyorum. Topesto terbiyesizi ‘‘Kendini beslediği için gerek görmüyor tabii’’ diyor. Ama nedenlerim var...

Hayvan besleyen arkadaşlarımın bir kısmı isim koymuyor. Bu iyi bir yöntem bence de. Bazıları ise hayvana öyle isimler veriyor ki; kedi veya köpek her neyse işte dile gelse ‘‘Abi ben sana ne yaptım da sen beni Çipilim diye çağırıyorsun’’ diyecek.

Sürahi diye kedi olur mu? Veya bir arkadaşım köpeğine nostalji amacıyla Kont adını takmış. Güzel fakat hayvanın kont olacak bir durumu yok. Çünkü ufacık bir şey. Adını dolduramıyor bu Kont adlı arkadaş ve bunalıma giriyor bence.

Ben tanımıyorum fakat Topesto'nun okuldan bir arkadaşının annesi sokakta bulup eve getirdiği kediye ‘‘Televole’’ diyormuş.

Oğlu da ‘‘Anne, bir sonraki kediye hangi ismi düşünüyorsun. Acun Firarda mı diyeceksin ona da’’ diye haklı bir tepki geliştirmiş.

Bir de artık şehir efsanesi olduğuna inandığım bir hikaye var. Aslında gerçek olduğunu ve kimin başından geçtiğini de biliyorum ama olmaz şimdi burada yazmak.

Bir arkadaşımız kedisine ‘‘Mahmut’’ adını takıyor. Mahmut aşağı Mahmut yukarı. Fakat kedi Siyam. Mahmut üzerinde pek iyi durmuyor.

Neyse efendim, Mahmut bir gün evden kaçıyor. Arkadaşımız da çok sevdiğine çeşitli vesilelerle bizzat şahit olduğum Mahmut'u bulmak için sokağa fırlıyor.

Kediyi nasıl arayacaksın, adını bağırarak tabii ki. Arkadaşımız bir anda sokaklarda ‘‘Mahmuuuuut! Mahmuuuuuut!’’ diye bağırarak gezmeye başlayınca millet de haklı olarak ‘‘Dünyanın çivisi çıkmış’’ gibilerden bakıyor elemana.

Hayvan isimleri üzerine başlayan bu tartışmanın bir yerinde, Artiz'e Melon diyen arkadaş, ‘‘Acaba onlar da bize isim takıyor mudur?’’ gibi manasız derinlikte bir soru attı ortaya.

Kafasına yumruk indirmek suretiyle şuurunu açtık neyse ki!

*

Bu konuda örnek bitmez! Bir arkadaşımın kedisinin adı Sümsük mesela. Yazık değil mi arkadaşlar o kediye, sorarım size. Kimse artık kedisine Mestan demiyor mu mesela bu memlekette. Peeeeh!

Yahu ben bu arada kendimi bayağı gaza getirmişim farkında olmadan. Bu konuda bu kadar cümle kurabilmiş olmama hayretler içinde kalarak ‘‘Size doyum olmaz’’ diyorum ve günün kalan kısmında Matrix'in üçüncü bölümünü seyredebilme umudunu içimde büyüterek (Dur bakalım daha ne kadar saçmalayabileceğim) huzurlarınızdan çekiliyorum.

Bir de sen tasarla yarışması

Taç nevresimlerini üreten Zorlu Tekstil Grubu, Ev Tekstil Tasarımcıları Derneği ile işbirliği içinde düzenlediği ‘‘Bir de Sen Tasarla’’ adlı nevresim deseni tasarım yarışmasının ikincisini yapıyor. Nevresim deseni tasarım yarışması, üniversitelerin Güzel Sanatlar Fakülteleri Tekstil Tasarım bölümlerinde öğrenim gören öğrencilere yönelik. Yarışma, Türkiye'de tekstil tasarım bölümü bulunan tüm üniversiteleri kapsıyor. Yarışma jürisinde Marmara, Mimar Sinan, Dokuz Eylül, Beykent, Yeditepe ve Mersin üniversitelerinden uzman birer öğretim görevlisi, Zorlu Grubu'ndan yöneticiler, Tekstil Tasarımcıları Derneği ve EVSİAD'dan
birer temsilci yer alıyor.
Yazının Devamını Oku

Beni şoke eden AB raporu

7 Kasım 2003
AB'nin Türkiye raporunu ‘‘Şoke edici gelişme’’ şeklinde değerlendirenleri anlayamayanlardanım. Yani el insaf arkadaşlar; hayatınızda kaç kere şok geçirebilirsiniz ki? Hakikaten, yürekten, inanarak şaşıran olmuş mudur? Pek sanmıyorum. Böyle birini tanıyorsanız da, ona gözünüz gibi bakın, bu kadar saf insan pek kalmadı dünyada.

AB'ye girmeyi isteyen ama bunun en azından ben yaşarken olmayacağından emin olanlardanım.

Çünkü... Yahu bunun çünküsü filan yok, adamlar istemiyorlar işte.

İstedikleri bütün tavizleri verseniz bile yenilerini bulacaklar. Israrlı havuç talebini, yediği dayaktan sonra havuç suyuna çeviren tavşanın hikayesine dönüyor bu iş.

Türkiye'den istenenlerin büyük bölümü hakkında ben de AB raporundaki gibi düşünüyorum o ayrı. Ama hepsini yapsak da yenilerini dayayacaklar burnumuza.

Olası istekleri küçük bir liste halinde sunuyorum. Bu arada, bu listeye inanan biri olursa onu da gözünüz gibi koruyun...

AB'ye aday ülke vatandaşlarının tümü dillerini burunlarına değdirebilmelidir. AB'ye üyelik için temel kriter kabul ettiğimiz bu hareket sırasında burnun parmakla üstüne bastırmak suretiyle dile yaklaştırılması kesinlikle yasaktır.

AB'ye aday ülke vatandaşlarının tamamının evinde Versace erkek yeleği bulunmalıdır. Bu koşula şu anda ülkenizde sadece İbrahim Tatlıses uyum gösterebilmiştir.

AB'ye aday ülkelerde, televizyon canlı yayınında leğende cüce yıkanmamaktadır. Elimizde Seda Sayan'ın bir cüce vatandaşı, kafasını sabunlamak (Türkeye'de bunun için ‘çitilemek’ tabiri de kullanılıyor) suretiyle yıkadığını gösteren bant bulunuyor. Bu noktada AB'nin genel söyleminin dışına çıkarak ‘‘Çüş!’’ dediğimizi de vurgulamak istiyoruz.

AB'ye aday ülke vatandaşlarının erkek olanları topu sol ayaklarında 100'er kez sektirebilmelidir. Bu işi 5'ten fazla yapamamasına rağmen futbol maçı eleştirisi yazdırdığınız bir vatandaşınız olduğunu (K.A. olarak geçiyor raporda) biliyoruz.

AB'ye aday ülke vatandaşlarının kadın olanları ise ofsaytın ne demek olduğunu açıklayacak seviyede futbol bilgisine sahip olmalıdır.

Bu metinde yer verilen son iki madde, cinsel ayrımcılık olarak algılanmamalıdır. AB üyesi ülkeler cinsel ayrımcılığa karşıdır. Bak bi daha söylüyoruz, karşıyız...

AB'ye aday olan ülke vatandaşlarının tamamı The Regents'in ‘‘Barbara Ann’’ şarkısını ezbere biliyor olmalıdır (Ben bu şarkıyı iki kere mi ne dinledim. 40 senelik filan bir şarkı. Bulamıyorum. Bulabilen varsa bi haber versin lütfen. Şarkı süper olduğundan değil de, takıntı böyle bir şey biliyorsunuz işte...)

AB'ye üye olan ülke vatandaşlarının hepsi Statler ve Waldorf'un kim olduğunu bilmeli, en az üç esprili diyaloğu sürekli hatırlayabilmelidir. (Bu elemanlar Muppet Show'daki aksi ihtiyarlar. CNBC-e yayınlıyor şimdi. Hálá gülebiliyorum...)
Yazının Devamını Oku

Sürklase

6 Kasım 2003
Galatasaray için bu yılki Avrupa macerasında dönüm maçı haline gelen Olympiakos karşılaşması, Türkçe sözlükteki karşılığıyla söylersek, ‘‘sürklase’’ olarak noktalandı. Olympiakos bu ligin tecrübeli ekiplerinden değil. G.Saray, malumunuz, en fazla katılan üç takımdan biri. Olympiakos'un stadı taşra şehri bile diyemeyeceğim bir kasaba stadını andırıyor. Hoş, hemen belirtelim yanlış anlaşılmasın, bu statta geçici olarak bulunuyorlar. Onlar da statlarını yenilemeye karar vermişler ve yıkıp seneye oynamaya hazır hale gelecek şekilde yenisine başlamışlar bile.

Neyse, işimiz statla değil. Rüzgarla birlikte maça başlayan G.Saray, rüzgar avantajını belki de futbol tarihinde en kötü kullanan takım oldu. Rakibin normalde isabetsiz olma ihtimali yüksek uzun toplarıyla başa çıkamayan G.Saray oyuncuları, bu topları neredeyse ara pas şeklinde rakibe bıraktılar. Ve rakip de mütevazı falan diyoruz ama enayi değil. Frank de Boer'in asisti hakikaten yıkıcı bir an oldu G.Saray için. Hoş, takım bir şey oynamıyordu ama yine de umut ediyorsunuz maç dönebilir diye. Fakat bu kadar moral bozucu bir hatanın ardından toparlanmak neredeyse imkansıza denk geliyor.

Yazık oldu

İlk devre tamamlandığında Hasan Şaş'ın müthiş bir beceriksizlikle kaçırdığı gol dışında G.Saray'ın bir pozisyonu bile yoktu. Buna karşılık Olympiakos 11 şut girişiminde bulunmuş, bunların 7'sinde de çerçeveyi tutturmuştu. Hani, futbolun adaletten sorumlu tanrısı G.Saray'a biraz gıcık olsa, ilk yarı rahat 5-6 farkla neticelenebilirdi.

‘‘İkinci yarıda G.Saray silkinir, en azından Avrupa macerasını biraz daha sürdürebilmek umuduyla bir gol bulup, sıralamada UEFA'ya devam etmek için rakibi haline gelen Olympiakos'la averajını dengede tutmaya çalışır’’ diyorduk. Fakat ne gezer? Sanırsın G.Saray istediği neticeyi elde etmiş, vakit dolduruyor. Kadrodan tek tek isim seçip, ‘‘şu kötüydü, şu biraz çaba gösterdi’’ demenin ne manası var, ne de kimseye faydası. Küllüyen kötüydüler işte. Yazık oldu. Başka söyleyecek başka bir laf gelmiyor aklımıza.
Yazının Devamını Oku