Paylaş
* “Eli lezzetli” durumun genetik mi?
- Valla bizim ailede boyun ocağa erince kahveyle işe başlayıp, daha sonra da mutfağı devralma durumu vardır. Yalnız bu miras, annemin odağı farklı olunca onu atlayıp direkt abime geçmiş, ondan da bana.
* Senin için “Anasına bak kızını al” diyemeyeceğim yani...
- (Gülüyor) Annemle babam çok yoğun çalıştıkları için eve bir hayli yorgun gelirlerdi. Abim başrolde, ben yardımcı oyuncu olarak yemekler yapıp sofralar kurardık. Bütün amacımız bizimkileri masa başına toplayıp biraz daha fazla görebilmek ve mutlu etmekti.
* O zaman referansın annen değil, abin...
- Aynen öyle... Abim inanılmaz beceriklidir. Üstelik benim boyumun ocak kadar, onunkinin de olsa olsa tezgahtan biraz yukarıda olduğu yıllardan bahsediyorum. Soslu biber kızartma ve salatalar, mercimek köfteler... O bunları kitaplardan okuyabilecek yaştaydı, ben de yanında yamaktım... Boynuz kulağı geçti mi bilmiyorum ama o günler benim hayatımı inanılmaz değiştirdi ve zenginleştirdi.
* Anlaşılan “yemek virüsü” abinden sana bulaşmış...
- Ailesiyle biraz daha fazla vakit geçirebilmek için bir erkek çocuğun yemek yapması müthiş büyülü bir şey. Hem mutfakta hem de hayatta alışılanın dışına çıkmayı o aşıladı bana. Her şeyin başı o (gülüyor)!
* Annenler ne iş yapıyorlardı ki, o yaştaki 2 çocuk mutfaktan çıkamıyordunuz?
- Bizim aile alabildiğine doktor (gülüyor). Annem, babam, abim, yengem, amcam, eniştem... Tek çirkin ördek yavrusu benim işte (kahkahalar). Maşallah hepsi çok hırslıdır... İşlerini en iyi şekilde yapıp, kafalarına koyduklarını bitirmeden başka bir şeye konsantre olmazlar. Bu mücadele azimleri kendi ailelerinden geliyor.
* O zaman haydi gel en başa saralım...
- Ama bak, bayağı büyük bir resimden başlayacağım, sakın sıkıldım deme. Dünya toz ve gaz bulutuydu (gülüyor). Baba tarafım Nevşehir’in İmran Köyü’nden... Ninemin doğurduğu 14 çocuktan 7’si hayatta kalıyor. Hane kalabalık. İç Anadolu köylerinin o dönem durumları belli. Bu yüzden herkes çocukluktan itibaren “dayanıklı olan hayatta kalır” evrim teorisiyle erkenden okullarını bitirip yaşama tutunmaya çalışıyor.
* Durumlar bu kadar sakatken, ailesi “Hadi oğlum, elin ekmek tutsun” diye baskı yapmamış mı?
- Yok, tam tersi! Okuyup “büyük adam” olsunlar diye dedem elinde sopasıyla ders çalıştırırmış. Çünkü kendisi de, babası ve 8 amcası Çanakkale’de şehit olduğu için annesiyle köyde tek başına kalmasına rağmen okumuş bir adam. Evdeki bu disiplin başarı hırsıyla birleşince, babam Tıbbiye’ye girmiş. Annemle de yolları burada kesişmiş.
* Tam da oraya geliyordum, valide sultan da mı “eli sopalı” eğitimden geçmiş?
- Annemin durumu daha ağır, askeri disiplinden geliyor (kahkahalar). Kıbrıs’ta doğduğu için Barış Harekatı öncesi ve sonrası yaşananların bire bir şahidi. Çok klişe olacak belki ama ondaki mantık şu: Yaptığı işle hayat kurtarmak, insanlığa faydalı olmak...
* Sanki bu da doktorluğun tanımı gibi...
- Aynen öyle... O da en az babam kadar hırslıdır. İngiliz disiplininde eğitim alıp, hayat kurtarma aşkı ve çalışkanlığıyla Tıbbiye’ye giriyor.
* Pederle, validenin hikayesinde aynı kutuplar birbirini çekmiş gibi görünüyor...
- Disiplin ve iddia anlamında bakarsak evet. Ama geniş açıdan aslında pek de aynı sayılmazlar. Babam Anadolu kültürüyle büyürken, annemde bir İngilizlik söz konusu... Neyse uzatmayalım, evleniyorlar ve İstanbul gibi, “Doğu Batı sentezi” olan abimle bendeniz dünyaya geliyoruz (gülüyor).
* Peki okulu bitirdikten sonra da bu idealizmlerini koruyup “Anadolu’nun doktor gitmeyen köylerine hizmet götüreceğim” mi demişler, yoksa kısa yoldan zengin olmayı mı seçmişler?
- Bizimkiler asla kısa yolu seçmez. O dönem okulu bitirenler ya Nişantaşı’nda muayenehane açıyor ya da üniversitede kalıyor. Bunlar bizimkilere uymayınca, basıp Küçükçekmece’ye gidiyorlar (gülüyor).
* Anadolu’da bir köye giden doktor çok gördüm de, Küçükçekmece’ye göç edeni ilk kez duyuyorum...
- Bizimkiler hep biraz “şey”dir zaten (gülüyor). Aslına bakarsan o zaman Küçükçekmece’nin durumu Anadolu’nun herhangi bir köyünden farksızmış. İstanbul’a uzak olmak ve oradakilere hizmet etmek çok iyi gelmiş onlara.
HAYATTA HİÇBİR ŞEY OLAMADIM, ÇÜNKÜ BABAM HASTANESİNİ DAHA ÇOK SEVİYOR
* Yani abinin Küçükçekmece’de kızartma yaptığı dönemler...
- Aynen öyle, her gün sanki acilde çalışıyorlarmış gibi deli bir temponun içindeydiler. İşlerine ne kadar aşık olduklarını sana bir örnekle anlatayım istersen...
* Valla ben örnek verince daha iyi anlıyorum.
- (Gülüyor) 8-9 yaşlarındayken Hamdullah Suphi İlkokulu’nda okuyordum. Devlet okuluydu ve sınıfta 65 kişi falandık. Bitlenmek için aşırı müsait bir ortam yani. Ben de o yaştaki pek çok çocuğun “başına gelen” bu olaydan muzdarip oluyorum ve saçlarım kesilip tam bir çirkin ördek yavrusuna dönüşüyorum. Ama annemle babam hastane açma hazırlığında oldukları için benim görünüşümle ilgili depresyonum arada kaynayıp gidiyor.
* Öğrencilik yılların hep böyle hüzünlü müydü?
- Yok, makus talihim Robert Kolej’de değişiyor (kahkahalar).
* Baktın kimse ilgilenmiyor, Refika da Robertli oldu...
- Çok iyi bir öğrenci değildim, ilkokul öğretmenim bende aileden gelen “şeylik” durumunu fark edince IQ testi yaptırmıştı. Bayağı da yüksek çıkmıştı. O hadiseden sonra beni Robert’e yollamayı kafasına koymuş. Ama annemlerle evde bir karşılaşamıyorum ki, öğretmenimin isteğini onlara söyleyeyim.
* Çocukları Robert’e girecek, aile ortada yok...
- Öğretmenim üsteliyor da üsteliyor, ben de çaresiz kıvırıyorum. En sonunda bir gün patlayıp; “Söyle babana ‘Çok akıllı bir çocuğum vardı ama hayatta hiçbir şey olamadı çünkü ben hastaneyi her zaman kızımdan daha çok önemsedim’ diye kapıya yazsın” dedi.
* Off sert, hatta über sert olmuş...
- Sorma! Rezil olduğuma mı utanayım, aileme laf edildiğine mi? Çözemedim ama çok ağladım. Bu olayı anlatınca bizimkilerin aklı suya erdi. Ailece hırslandık ve son 2 ayım Rambo maça hazırlanıyor gibi geçti, girdim sınavlara.
* Çok şükür... Sen okula girdin ben rahatladım.
- Ama Refika’da olay biter mi! Bende disleksi yani okuma bozukluğu var. O zamanlar bunu bilmiyoruz, üniversiteye kadar da teşhis konmuyor. Sınavda benden derece bekleniyor, gel gör ki alfabeyi doğru sırayla bile sayamıyorum.
* Alfabeyi bilmeyen kız, nasıl oldu da Robert’i kazandı?
- Sayısal dersler sayesinde tabii ki. Matematikte zehir gibiydim ama Türkçe’de olayı batırdım. Babamın “Ö’den sonra P, öp öp! Ne kadar zor olabilir ki” diye sık sık bağırdığını hatırlıyorum.
* İnşallah okula kapağı atınca huzura ermişsindir...
- Nerdeee (gülüyor). Robert’te herkes biraz “şey” olduğu için kendinizi hiçbir zaman çirkin ördek yavrusu gibi hissetmiyorsunuz. Bu inanılmaz keyifli bir duygu... Yalnız hemen ardından, içindekileri dışarı çıkarmak için kıvranma mücadelesi başlıyor. Lise 1’deyken, ortaokul öğrencileriyle dans gösterisi hazırlayıp, matematik ve fiziği birleştiren koreografiyle dünyanın oluşumuna alternatif bir teori geliştirmiştim. Hatta bu kuramda olanlar bugün hayatta nasıl tekrar ediyorlar diye döngüsel algoritması da vardı. (Bunları dinlerken içim bir tuhaf oldu.)
* Gerçekten biraz “şey”mişsin...
- (Yanakları kızarıyor) Öyleydim gerçekten! Hocalar izlediler ve “Seni Amerika’ya, full burs istediğin okula gönderiyoruz” dediler. Normalde not ortalaması en yüksek olanlar gidebilirken, bu danstan etkilenip beni 2 yıl takibe almışlar. Heyecandan uçuyordum.
* Tabii evdekilerin gözyaşları da mutluluktan sel olmuştur...
- Tam tersi “Gidemezsin” dediler.
* Hoppala...
- Öğretmenler, müdür falan eve ikna turları düzenlemeye başladı, ama bizimkiler Nuh dedi, peygamber demedi. Babam “Burada sınavı kazanmadan Boğaziçi’ne seni sokuyorum diye bir şey söz konusu olamaz, siz nasıl Harvard için bunu teklif edebiliyorsunuz” diye tutturdu. Onlar da “Biz direkt Başkan’a bağlıyız, ondan onay gelince Harvard’a kabul oluyor” demişler.
* Başkan derken, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’ndan bahsetmiyorsun herhalde...
- Yok yok bayağı o...
* Aksiyon, dram, heyecan... Hayat hikayesi değil, bildiğin Hollywood filmi mübarek...
- Ama ne yazık ki mutlu sonla bitmiyor... Annemler “Biz bu çocuğu Amerika için yetiştirmedik, ülkesine hizmet etsin” deyip, konuyu kapattılar.
* Dinlerken benim bile yüreğim cız etti, sen kafanı duvarlara vurmadın mı?
- Ara ara paralel evrende, Harvard’a girmiş bir versiyonumun olduğunu düşünüp kendimi avutuyorum (kahkahalar).
RÜYAMDA RESMEN KÖFTEYDİM!
* Evde durum ne? Terzi kendi söküğünü dikemiyor mu, yoksa Refika mutfaktan çıkamıyor mu?
- Yemek denemeyi hiç bırakmam. 7/24 elimde tencere, tava (gülüyor).
* Peki senin sektörde ilham perilerinin ziyareti nasıl oluyor?
- Her an her saniye gelebilirler, bunun için hep tetikteyim (gülüyor). Bazen rüyamda bile onlarla buluşuyorum.
* Tam bir “şey”lik durumu daha! Bunlar hep fazla zekadan...
- Dinle bak bu çok manyak bir hikaye... Soğuk bir günde totom açık kalmış, radyatörün önünde sızmışım. Bir baktım ki köfteyim.
* Hay bin köfte! Nasıl yani?
- (Kahkahalar) Geçenlerde rüyamda resmen bildiğin köfteydim, tavadayım ve ıspanakla birlikte bir güzel pişiyorum. Tavanın altı fazla açık diye hayıflanıyorum. Ispanak çok umursamaz halbuki o daha hızlı sönüyor, bir panik halindeyim ama sonra birden ortama ferahlık geliyor, meğer tepeme yumurta kırmışlar! Yumurta piştikçe şeffaflığı geçiyor ortam kararıyor. “Yumurta bu kadar hızlı pişmemeli, tavanın altı fazla açık” diye bağırarak uyanıyorum! İşte Refika’dan hızlı tariflerde önümüzdeki haftalarda izleyeceğiniz “Ispanaklı köfte” böyle ortaya çıkıyor.
* Allah şifa versin...
- (Kahkahalar) Amin, amin...
KiBARCA KAPIYI GÖSTERDi
* Harvard olayından sonra küsüp, “O zaman ben de okumuyorum” diye ailene tepki göstermedin mi?
- Yok canım, hayat trip atmak için çok kısa... Bir de bende çocukluğumdan beri anne ve babamı mutlu edip onları gururlandırmak gibi bir güdü vardı. Bu yüzden hız kesmeden Koç Üniversitesi’ne girip, psikoloji bölümünü bitirdim.
* Ee bu kadar doktorun arasında şaşırmamak lazım...
- Aileye yakışır bir evlat olma yolunda uygun adım ilerliyordum. Bu sırada “kazık kadar oldum kendi paramı kazanayım” duygusuna kapılıp, önce !f İstanbul’da, ardından da Medina Turgul reklam ajansında çalışmaya başladım.
* Onca yıl psikoloji okuyup, reklamcı olmak da ilginç bir deneyim olmalı...
- Ne yapayım, içimdeki yaratıcılık canavarı dur durak bilmiyor, farklı şeyler üretip, denemek istiyordum. Bunun en iyi yolunun da reklam olduğuna karar verdim. Bir yandan çalışıp, bir yandan da okurken 17 Ağustos depremi oldu. Her şeyi bırakıp gitmek istedim.
* İstedin de, bırakabildin mi peki?
- Okulu bitirip, İngiltere’de London Business School’da yöneticilik programına katıldım. Döndükten sonra annemlerle hastanede çalışmaya başladım.
* O yaşta hâlâ göze girme derdinde misin?
- Onlara layık olabilme duygusu dersek daha iyi olur (gülüyor). 5,5 yıl, haftanın 6 günü tatil bile yapmadan çalıştım. Ama bana aklım değil, vücudum “dur artık” dedi. Zona olup, kilo almaya başladım.
* Vücut bile sinyal verdi, sen hâlâ sağa çekmeyi düşünmedin mi?
- İstemez olur muyum? Etrafımdaki insanlar, “30’unu göremeden öleceksin” demeye başlamışlardı. Varmış bunda da bir hayır, çünkü ilk kitabın tariflerinin yüzde 80’i o dönemde ortaya çıktı.
* Nasıl yani, başını kaşımaya vaktin yokken bir de yemek mi yapıyordun?
- Yemeği kendimi rahatlatma yöntemi olarak kullanmaya başladım. Haftada bir boş günüm vardı. Zaten dışarı çıkmayı oldum olası seven bir tip değilim. Sevdiklerim gelsin, onlara sofra hazırlayayım, dünyanın en mutlu insanı olurum. O aralar denediğim tarifleri ufak ufak not almaya başladım.
* Kurumsal kimliği çıkarıp renkli dünyaya ilk adımın böyle mi gerçekleşti?
- Evet, o bunalımlı durumdan, üstüme biçilen tüm kimliklerden sıyrılıp, kim olduğumu keşfetme öyküm bu...
* Yani anne ve babana yaranmaktan vazgeçip, kendi mutluluğunun peşinden koştun...
- Hem de ardıma bile bakmadan (gülüyor). Zamanla onların da bana hak vereceğini düşünüp hastaneden ayrıldım.
* Bu “U dönüşünün” ispatı olan kitap fikri nasıl ortaya çıktı?
- Bir gün yine arkadaşlarıma meşhur kadayıf mantımı yapmıştım. İçlerinden biri “Refika bu tarifleri bastırmazsan, yarın televizyonda biri çıkıp senin buluşlarını kendi yapmış gibi anlatacak ve sen de hayal kırıklığına uğrayacaksın” dedi.
* Ve Refika’nın kafasında bir ampul yandı...
- Hatta fazla ısıdan patladı (kahkahalar). Hayatımın her önemli kararında olduğu gibi bunda da önce paniğe kapıldım. Yazdıklarımı toparlayıp, üstümden aylarca pijamalarımı çıkarmadan kitabı basılacak duruma getirdim.
* Yayınevine gittin ve “Hoşgeldinizz” mi dediler?
- Keşke! “Çok uğraşmışsın ama bunu kimse okumaz” deyip kibarca kapıyı gösterdiler.
* “Başarı merdivenleri dikenlerle doludur” deyip yılmadan yola devam...
- “Yıkılmadım ayaktayım”ı oynamaya çalışıyordum ama inanılmaz bozulmuştum. Çünkü nasıl bir egoysa “Böyle bir kitap yok, herkes bunu bekliyor” modundaydım. Ama verdikleri cevap tokat gibi geldi (gülüyor).
* İkinci denemede mutlu son mu?
- Maalesef bu kez de “Kitapta yeni bir şey yok” dediler. Ben de “Dalga mı geçiyorsunuz” deyip, 4 saat aralıksız ağladım. Finalde şimdiki yayıncımla anlaşıp “Refika’nın Mutfağı”nı görücüye çıkardım.
SEVDİKLERİME YEMEK YAPARKEN HEYECANLANIYORUM
* Hep denir ya yemeğe sevgimi katıyorum diye, sen de öyle bir tip misin?
- Kesinlikle... Yemeğin hangi duygularla pişirildiği lezzetinden belli olur. Mesela sevdiklerim için bir şeyler hazırlarken hâlâ ilk kez yapıyormuşum gibi elim ayağıma dolaşır. Yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşir.
* Buradan yola çıkarak kayınvalidesine yemek yapan gelinin yemeği tatsız olur diyebilir miyiz?
- Oradaki durum iki nedene bağlı. Bir gerçekten kaynanasını sevmemesi, iki heyecanlanması. Gelin performansının doruğuna çıkmak isterken, endişeye kapılıp olayı batırabilir de (gülüyor).
* Peki senin için pişirilen yemeği yediğinde, içindeki sevginin miktarını anlayabilir misin?
- Hem de ilk lokmada. Bir de benim yemek kıskançlığım vardır işte o fena.
* Tarifi senden önce yapmalarını mı kıskanırsın?
- Benim yanımda başkasının yaptığı yemek çok fazla övülürse arıza çıkarıyorum. Erkek arkadaşımı başka kadınlardan kıskanmam, ama başkasının yaptığı yemekten kıskanırım (gülüyor).
BU REKLAM SAYESİNDE DOSTUMU DÜŞMANIMI ANLADIM!
* Bu kadar doğal tarifler veren Refika’nın cips reklamında oynaması tuhaf değil mi?
- Bu reklamla beni gerçekten anlayanları, hatta dostumu düşmanımı gördüm (gülüyor). Ama olaya iyi tarafından da bakmak lazım, bu proje sayesinde kendi televizyon programım başladı. Teklifi farklı bir tat olduğu için kabul ettim. Ayrıca ben doktor ya da sağlıkçı değil, mutfak tarifleri ile ilgilenen bir insanım. Zaten bana bir bakarsan ne demek istediğimi anlarsın (kahkahalar).
* Jüri olduğun yarışma bu reklamla mı bağlantılı?
- Evet, Burcu Esmersoy’la birlikte yapıyoruz. O estetik kısmı, ben de lezzeti temsil ediyorum. İnsanlar kendi tariflerini yolluyorlar, başarılı bulduklarımız cips paketlerinin üzerine basılacak.
* Kim bilir belki bu yarışmadan sonra yeni bir Refika daha çıkar...
- Umarım (gülüyor). Ne kadar çok olursak mutfak rönesansı o kadar çabuk olur.
TÜRK MUTFAĞI KÖŞE DÖNÜYOR
* Ülkede yemek yapmaya olan ilgi giderek artıyor sanki, sürekli çocuğu aşçı olsun diye çırpınan insanlarla karşılıyorum...
- Evet böyle bir ilgi var ve bu beni inanılmaz mutlu ediyor. 5 yıl önce televizyona çıkan, formatları belli birkaç usta vardı. Şimdi ise yemek kanallarımız var. Bunların hepsi mutfağımızı zenginleştiriyor.
* Tanzimat mı yaşanıyor Türk yemeğinde acaba?
- Yenilenip gelişiyoruz. Tehlike var mı dersen, evet var! Bir köşe dönülüyor ve yapmamız gereken en önemli şey arşivleme. Tarifleri yazılı hale getirip saklayalım ki, mutfak bir kültür mirasına dönüşebilsin.
* Var mı bir restoran açma fikri?
- Bunu düşününce gözümün önünde şöyle bir resim canlanıyor; restoranın bir köşesinde kendi ellerimle ayağıma çimento döküyorum. Çakılır kalırım oraya, başka hiçbir şey üretemem.
* Peki bundan sonraki hayalin ne?
- Jamie Oliver ile program yapmak! Çok sağlam ekibi var, güçlerimizi birleştirip bir Voltran oluşturabiliriz (kahkahalar). İlerleyen günlerde ziyaret ve fikir alışverişi amaçlı bir görüşmemiz olacak, ama tabii ki hayal ettiğim gibi şey değil. Belki bir gün o da olur...
RESTORANA GİTMEYE UTANIYORUM
* Bir kitapla hayatın mı değişti?
- Bir kitap yazdım, hayatım değişti (kahkahalar). Şaka bir yana kendime güvenim yerine geldi, yaptığım işin tadına varmaya başladım. Bir de kitabım MoMA’da Destination Istanbul kapsamında sergilenince heyecanım ikiye katlandı. Orada kitabı olan ilk Türk oldum. Bu durumda bayağı bayağı hayatım değişti (gülüyor).
* “Bir kitap daha yazayım, o da Louvre’da sergilensin” diye hırs yapmadın mı?
- Şöyle bir hedefim var: Bir Fransız erkeği, kitabımdan bakarak sevgilisine Türk yemekleri yapabilsin... Bunu iki sebepten istiyorum. 1- Türk mutfağında kullandığımız uçsuz bucaksız teknikleri ve imkanları dünya tanısın. 2- Benim de bu işe katkım olsun (gülüyor).
* Refika’nın milli duyguları mutfakta ağır basıyor sanırım.
- (Gülüyor) Sandığımızdan daha zengin bir mirasımız var, ama biz sadece kuru fasulye, kebapla tanınıyoruz. İşte benim bu yüzden hatlarım karışıyor. Halbuki üç farklı kültürden oluşan bir mutfağımız var.
* Fatih Altaylı “Türk mutfağı yoktur” diye iddia ederken, sen üç farklı kültürden bahsediyorsun. Neymiş onlar?
- Refik Halit Karay’ın tanımladığı gibi; İlki karışık, ağdalı, zor ve uzun olan Osmanlı Saray Mutfağı... İkincisi Ermeniler’in, Rumlar’ın göçleriyle gelen, midyenin içine pirinç konan muzip İstanbul Mutfağı... Sonucusu da kendi evinin bahçesinde ne varsa onu yapan, yokluğu varlığa dönüştürebilen Anadolu Mutfağı...
* Peki bu kadar zenginlik varken neden hâlâ dünya bizim tatlarımıza uzak?
- Özentiyiz de ondan! Yemek yaparken ya Araplar’ı ya da Avrupalılar’ı taklit etmişiz. Dünyaya gözlerimizi kapatmayalım ama kendimiz olmayı da becerelim, sonra beğendiklerimizle yeni şeyler yaratırız.
* Biraz da at gözlüğüyle bakmamızın etkisi...
- Tam olarak öyle! Bu durum mutfağımızın gelişimini de engelliyor. Geleneği ve kuralı birbirine karıştırıyoruz. “Dolma illa ki şöyle şöyle yapılır” deyip o tarif dışında kalan her şeye gözümüzü kapatıyoruz. Halbuki gelenek, dolmanın özünde. Yaşayan her varlık gibi o da günümüz şartlarına adapte olacak.
* Sen bakış açını, matematik bilginle mi harmanlıyorsun?
- Evet, mesela kadayıf... Biz onu tatlı diye kodlamışız. Neden sadece şerbetleyelim ki? Neticede hamur kıymayla, yoğurtla, sebzeyle de birleşebilir. İşte burada algoritma devreye giriyor. Neyi, nasıl yaparsan, ne oluru hesaplayarak yol alıyorum. Aynı şey güllaç, yufka, lokum gibi birçok şey için geçerli...
* Anlattıklarının Türkçe’si, “Ben herkesin yaptığı mantıyı yapmam” mı oluyor?
- Zaten öyle yapsam, beni kapıdan döndüren yayınevlerini haklı çıkarmış olurdum (gülüyor).
* Bu kadar bilgiyle restoranlarda gurmelik taslıyor musun?
- Restorana ahkam kesmek için değil de zevkten gidiyorum. Daha doğrusu eskiden gidiyordum, artık biraz utanıyorum. Çünkü ben yerken mekan sahipleri yüz ifademden beğenip beğenmediğimi anlamaya çalışıyorlar.
Paylaş