2014 yılında tam 75 tane dizinin yayından kaldırıldığından haberin var mı?
- Yapma ya, 75 olmuş mu?
Vallahi duyunca ben de inanamadım ama olmuş!- Vay anasını!
Senin tuzun kuru tabii, “Paramparça” sapasağlam yerinde duruyor...- Çok şükür iyi gidiyor...
Nazardan korkmuyor musun?
- Evrende iyi ve kötü enerjilerin olduğuna inanıyorum. Ve bu kötü enerjilerin gelip benim üzerime yapışabileceğinin farkındayım. Ayrıca batıl inançlarım da fazlasıyla vardır.
Bu kötü enerjiler sana “yapışmasın” diye neler yapıyorsun?
Yılmaz Erdoğan, ‘Avustralya’nın Oscar’ı olarak bilinen ‘Australian Academy of Cinema and Television Arts’ta (AACTA) ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ ödülünü kaptı. Ülkemizde maalesef beklenilen ilgiyi görmeyen ‘The Water Diviner’; Robert Pattinson, Patrick Brammall ve TJ Power’ı atlatıp bu önemli ödülün Erdoğan’a gitmesini sağladı.
BELÇİM, MALKOVICH'IN FİLMİNDE!
Erdoğan’ın oğlu Rodin okulu nedeniyle, eşi Belçim ise John Malkovich’in çevireceği kısa İstanbul filminde rol alacağı için tören sırasında Yılmaz’ın yanında yer alamadı.
Otelin önünde toplanmış binlerce kişinin kendi ismini haykırdığını duyuyor, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu.
Babası Tevfik Halis Bey, kızının saçlarını okşarken “Toparla kendini” dedi, “Bunca insan seni görmek için gelmiş. Balkona çıkıp onları selamlaman gerekiyor.”
TÜRK BAYRAĞI OLMADAN ASLA ÇIKMAM
“Yapamam baba” dedi; “Türk Bayrağı olmadan asla çıkmam oraya...” Aşağıdaki kalabalığın sesinden çok, kulaklarında hâlâ birkaç saat önce ayrıldığı salondaki 2 bin kişinin ayağa kalkıp haykırdığı şu cümleler yankılanıyordu: “Vive la Mustafa Kemal”, “Vive la Miss Turquie” (Yaşasın Mustafa Kemal, yaşasın Türk Güzeli)...
Yukarıdaki cümleler, Ferhan Şensoy’un unutulmaz oyunlarından “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı”dan... Kaç defa izlediğimi hatırlamıyorum bile.
Belki de bu oyunun aklıma çivilenip kalmasının sebebi, bakkallarla süpermarketler arasındaki ‘galibi belli’ savaşın hâlâ devam ediyor olmasıdır.
Toplumun nabzını tutmak, ‘dışarıda’ olan bitene vakıf olmak, yalnızca böyle sosyal içerikli oyunları seyretmekle olmaz elbette. Sokağa çıkmak şarttır, ülkenin durumunu hakkıyla mercek altına alabilmek için. Gelin isterseniz işadamlarını, siyasetçileri, sanatçıları ülkenin entelektüel gücü olarak kabul edelim. (Tabii bu durum hepsi için geçerli değil ama haydi neyse...)
Entelektüel ‘çetenin’ halk diye adlandırdığı kesim, ülkenin kas gücünü oluşturuyor. Bu iki grup bir araya gelmediği sürece de kalkınma konusunda bir yere varamayacağımızı anlamak hiç zor olmasa gerek...
MİLLET GÖBEK ATIYOR AMAN DİKKAT!
Saffet Emre Tonguç ya da Murat Belge’nin yazdıkları gibi bildiğimiz yerler hakkında yepyeni şeyler anlatılmadığı sürece, bana sorarsanız kimse “Bunu yedim”, “Şuraya gittim” diye ‘ergen kızın hatıra defteri’ misali notlarını kaleme almasa da olur. Hatta daha iyi olur...
Ne de olsa artık bilgi çağındayız, arama motorları ya da benim gibi eski kafalılara kitapçıdan alınmış iyi bir rehber, gidilen şehirde ‘aylak turist’ olmamanız için yetiyor da artıyor bile. Hariçten gazele, lüzumsuz ahkama hiç gerek yok...
Ancak insan ilişkilerinin, deneyimlerin, birebir yaşanılanların kelimelere döküldüğü seyahat yazılarına da canım feda. Galiba ben her şeyin ‘kişiye özel’ olanını seviyorum... Dedim ya eski kafalıyım, yediğin içtiğin senin olsun, gezip-gördüklerini anlat kardeşim...
“İzzet yine ne saydırıyorsun, kimlere sallıyorsun?” diyenleri duyar gibiyim...
BU YAZI ASLA BİR GEZİ REHBERİ NİTELİĞİNDE DEĞİLDİR
Uzun burunlu, keskin bakışlı adamsa, bıyık altından gülen bir ifadeyle cevap verdi: “Komiserim, bu ülkede Galata Kulesi’ni alacak eşekler olduğu sürece hiç kusuruma bakmayın, ben de o kuleyi satarım!”Bu cevabı veren nev-i şahsına münhasır karakter, adını “dolandırıcılar tarihine” Sülün Osman olarak altın harflerle yazdırmış Osman Ziya Sülün’den başkası değildi...
Rahmetli babam daha nice hikayeler anlatırdı Sülün Osman’la ilgili...
Hepsine adeta birer Nasreddin Hoca fıkrası dinlermiş gibi kulak kabartırdım.
İşin şaka olmadığını anladığım yaşa geldiğimde, bu “duayen dolandırıcı” çoktan Beyoğlu’nda kaldığı otelde bir kalp krizi sonucu vefat edip kimsesizler mezarlığına defnedilmişti.
Devrimizin dolandırıcılarının yanında esamesi bile okunmazdı Sülün Osman’ın. Bugünlerde yaşasaydı belki de “en iyi girişimci işadamı” ödülünü alıp, cemiyet hayatının aranan isimlerinden biri olurdu...
Şöhretini Galata Kulesi’ni, Boğaz Köprüsü’nü, elektrikli tramvayı ve Dolmabahçe’deki saat kulesini satarak ya da kiralayarak yapmış bu “kolpa mühendisin” en önemli özelliği, ava gideni avlamasıymış. Anlayacağınız Osman’ın asıl mağdurları, zaten niyeti bozuk olanlarmış...Düşünsenize, Dolmabahçe Saat Kulesi etrafında saate her bakandan para alan bir adam görüyorsunuz. “Aaa ne güzel iş, keşke ben yapsam” deyip bu adamın yanına yaklaşıyorsunuz.
Sonra da gelen geçenden “akrep ve yelkovan haracı” kesmek üzere parasını bastırıp bu adamdan o saati kiralıyorsunuz... Şimdi sorarım size, asıl kötü niyetli saati satarmış gibi yapan Sülün Osman mı, yoksa onunla anlaşıp saati almaya heveslenen enayi mi?
Saçlarının doğal rengi bu değil mi?
- (Kahkahalar) Vallahi öyle geliyor bana artık.
İnan bana da öyle geliyor, bir kere olsun “Bu kadının kafası niye mavi?” demedim ama pek çok insanın aklına ilk gelen soru bu olabiliyor... Mavi saçlarından kim suçlu Günseli Kato?- 20 küsur senedir maviye boyuyorum saçlarımı. İlk yaptığımda hayatımda bir değişikliğe ihtiyacım vardı, tabii aradan onca yıl geçince bu doğal görüntüm haline geldi.
Neydi seni bu değişikliğe iten peki?
- Zor bir dönemden geçiyordum. 40 yaşında evliliğimi bitirme kararı alıp Tokyo’dan anne-baba ocağına dönmüştüm. Pek çok fedakarlık yaparak, dişimi tırnağıma takıp üzerinde çalıştığım kariyerim düşüşe geçmişti. Korkunç bir mutsuzluk ve sükut-u hayal hisleri içerisindeydim.
Psikolog yerine kuaföre mi gittin?
- (Gülüyor) Vallahi ne yalan söyleyim, ikisine de gittim.
Neden mi bu kadar iddialı konuşuyorum?
Gaziantep’e gidenler bilir. 128 yıldır “Nerede yemek yiyelim?” diye soranlara verilen ilk cevap “İmam Çağdaş” olmuştur.
Bendeniz de geçenlerde bir kez daha ziyaret ettim bu meşhur restoranı. Ali Nazik’le başlayan “serüvenim”, karışık kebapla devam etti. Finali de tabii ki baklavayla yaptım. Arada kaşık kaşık içilen o muazzam ayran da cabası.
Daha önce bir kez daha ziyaret etmiştim bu “lezzet durağı”nı...
Hacı Hüseyin Çağdaş’ın 1887’de Halep’ten Antep’e geldikten sonra temelini attığı bu “imparatorluğun” başına ikinci olarak İmam Çağdaş geçmiş. Bugün ise “tahtta” üçüncü jenerasyonun temsilcisi Burhan var.
İlk ziyaretim sırasında Burhan’la oturup muhabbet etmiştik. Uzun Çarşı 14 numaradaki bu dükkanın bir asırdan fazla kalitesinden nasıl ödün vermediğini, anlattığı şu hikayeyle özetlemişti:
Bir zamanlar Beyran çorbası İmam Çağdaş’ın en sevilen yemekleri arasındaymış. Günde bin porsiyonun üzerinde satıyorlarmış bu çorbadan.