Paylaş
Bu yüzden “İzinli bir deli” ile aynı yıl içinde üçüncü kez röportaj yaptım. O hepimizi kahkahaya boğan bir “Güldürücü Amca”, birikimiyle Türk Tiyatrosu’na yön veren bir “Soytarı”... Yaşarken kendi cenazesinde Sezen Aksu’nun gözyaşlarını, Müjdat Gezen’in esprilerini düşünen bir “Hayalperest”... Şimdilerde “Küçük Prens”ten uyarladığı yeni oyunu “Küçük Prens Bana Dedi ki”yle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. İşte yaşamın gülen yüzü Ali Poyrazoğlu’yla her telden çaldığımız muhabbetimiz.
* Sende şeytan tüyü mü var ki yılda üç kere röportaj yapmak için kapını aşındırıyorum?
- Valla artık onu bana değil de kendine soracaksın (gülüyor). Ama sanırım beni soytarı, palyaço ve birazcık da izinli deli olduğum için seviyorsun.
* Ali Poyrazoğlu kendini böyle mi tanımlıyor?
- Sadece bu kadar değil tabii ki... Ben eğlendiren, eğlendirirken insanın zihninde başka ufuklar açan, kendini buna adamış, yaptığı işlerde insanları manen zenginleştirip, hayatlarını da buna dayandırıp daha çekilebilecek hale getirmek için uğraşan biriyim. Önce kendi, sonra herkesin hayatını panayıra, şenlik alanına dönüştürmeye çalışıyorum. Aaa bir de benim mahalledeki adım “Güldürücü Amca”, çocuklar arkamdan sokakta öyle bağırıyor (gülüyor). Onların benim için ne dediği çok önemli, çünkü sayelerinde bir sürü şey öğreniyorum.
* Çocukları güldürmek bizi güldürmekten daha zor değil mi?
- Onlar yaşama berrak, komplekssiz, sakin, soğukkanlı bir gözle bakıyorlar. Çocukların hayalgücü bizimki gibi engellenmiş, kısıtlanmış, ket vurulmuş değil. Sistem her yerde bireye saldırıyor. Oysa dünyaya yaratıcı bir enerji ve ruhla geliyoruz, çocukken hayal gücümüz çalışıyor ama sonra yavaş yavaş kanatlarımızı yolmaya başlıyorlar. “Aman çocuğum yapma”, “Etme”, “Elalem ne der”, “Aman ha”, “Oğlum icat çıkarma”lar içimizdeki o yaratıcı hayal gücünü iğneler ve çiviler batırarak söndürüyor. Bu yüzden de çocuk gerçeği görüyor ama büyük göremiyor. Zaten şu an sahnelediğim Küçük Prens de bunu anlatıyor.
* Büyüdükçe görme kaybı mı yaşıyoruz?
- Her anlamda evet (kahkahalar)... Küçük Prens, “Aslolanı görmek istiyorsan, aslolan göze görünmez” der. Ancak yüreğinin gözüyle bakarsan görebilirsin. Büyükler fazla hesap kitap yapıp, akıl gözüyle baktıkları için görünenin arkasına gizlenmiş olanı göremiyorlar. Oysa gülmek aklın kapısı, güldürü de bir yeraltı hareketidir. Bırakın içinizdeki bozulmamış, saf, çocuk yanınızın zincirleri kopuversin. İzin verin afra tafra satanlara gülsün içinizdeki soytarı yanınız.
* Soytarı sözcüğü biraz yanlış anlaşılıyor olabilir mi?
- Hem de çok. Soytarılık aslında bir ruh halidir... İnsanı değiştirebilme, alaşağı etme gücü soytarılıkta gizlidir. Gülün, alay edin ve kendinizden başlayarak herkesi yerin. Hatta mümkünse yerden yere vurun. Burnu büyükleri, kıçı kırıkları, hava atanları, meydanı boş bulanları, yerlerinden edilmeyeceklerini düşünenleri yerin... İşte hayatını buna adamış ve kahkahanın gerçeği açığa çıkaracağına inanan herkese “soytarı” denir. Soytarıların ve soytarılığın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir.
HER DEVİRDE VE MEMLEKETTE ASIL SALTANATI SOYTARILAR SÜRMÜŞTÜR
* Soytarılık makbul bir şey olsaydı, birbirimize “Soytarılık yapma” demezdik herhalde.
- O kadar yanlış ki... Rönesans zamanında İtalyan prensleri büyük şöhret sahibi soytarılarıyla iftihar ederlerdi. Birisine nezaket göstermek istedikleri zaman soytarılarını bir süre onların yanına gönderirlerdi. 16. yüzyılda da tiyatro sahnelerinde yer almaya, eğlendirerek gözleri açma işini gerçek efendileri olan halkla paylaşmaya başladılar. Hemen her devirde ve her memlekette asıl saltanatı soytarılar sürmüştür. Ülkeleri yönetenleri yönetmişler, onlara yol göstermişler, gözlerini açmışlardır.
* Ya bizim “soytarılarımız”?
- Osmanlı Sarayı’nda soytarı bulundurma geleneği II. Bayezit döneminde başlayıp, Tanzimat’la da sona erdi. Padişah ve himayesindekiler dahil, kimseden sözlerini esirgemezlerdi. Bu durum saraya zamanla ters geldi tabii... Yedikleri herzeler ortalara dökülünce de ortada soytarı moytarı kalmadı.
* Günümüzde, mizahta hâlâ o dönemden gelen baskının uzantısını yaşıyor olabilir miyiz?
- Gerçekten büyük bir baskı altında güldürme işi... Bu yüzden çok acil bir şekilde soytarılığa dönmeliyiz. Zaten Küçük Prens’i palyaço konseptiyle sergilememin nedeni de bu!
* Oyunda hemen hemen herkesin yüzü boyalı... Bununla subliminal bir mesaj mı vermek istiyorsun?
- Soytarının boyanmış suratı bir şenliğin başlayacağının işaretidir, gülüp eğlenirken muhalefet üretme şenliği; yaşamın anlamsızlığına, salaklıklara, acıya, yalnızlıklara kahkahalarla şamar atma şenliği...
* Vay be çok felsefi oldu!
- Hepiniz takılın soytarıların arkasına, zincirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var ki?
* Küçük Prens’in sana söylediklerini insanlara anlatma fikri nereden aklına geldi?
- Aslında çok uzun zamandır hayalimdi. Küçük Prens, dünyada 460 milyon satış rakamıyla, İncil’den sonra en çok satan kitap... Bir de üzerine bu sene Küçük Prens yılı seçilince, beklediğim zamanın geldiğini anladım.
* Oyun haline getirirken adını neden değiştirdin peki?
- “Küçük Prens Bana Dedi ki” ismini çok seviyorum, çünkü kitabın hayatımızda değiştirdiği yönlerimizi anlatıyorum. Yazar Antoine de Saint-Exupery de “İçinizdeki kimliklere yolculuğa çıkın” diyerek bunu bize tavsiye etmiyor mu zaten?
KÜÇÜK PRENS’İN YÜZÜ ASLINDA YAZARIN KARISININ YÜZÜ
* Merak ediyorum, bu oyunu yazmak için kaç kere okudun Küçük Prens’i...
- Oyun için 24 farklı inceleme okudum ama onun öncesinde de 100 kere okumuşumdur herhalde. Ancak bu süre zarfında rastladığım en etkileyici öykü kesinlikle yazarınkiydi...
* Bize de anlatacak mısın o hikayeyi yoksa “Herkes benim gibi 100 kere okusun kardeşim” mi diyorsun?
- (Kahkahalar) Bırak dalgayı da dinle, çünkü gerçekten romanlara konu olacak bir aşk hikayesi var adamın... Buenos Aires’te sıcak bir gün... Bir kadın tutkuyla tango yapıyor. Adam onu uzaktan izliyor. Sonra usulca yanına yaklaşıyor, beraber dans etmeye başlıyorlar. Adam kadını öpmek istiyor, ancak o yalnızca evleneceği adamla öpüşeceğini söylüyor. Ertesi gün de evleniyorlar.
* Bu kadar romantizm bizi bozar abi!
- İşte böyle düşünenler yüzünden bizde Küçük Prens çıkmıyor ya zaten... Exupery, çocukken kayıp bir ülke olduğunu ve bir gün oraya geri gideceğini düşünüyor. Yaşadığı o yılları “cennet” olarak tanımlıyor. “Elimde olmayan nedenlerden dolayı büyümek zorunda kaldığım için mutsuzum” diye de ekliyor.
* Ona Küçük Prens’i yazdıran şey bu mutsuzluk olabilir mi?
- Hem evet, hem hayır! Kitabın yaratılmasında bunun etkisi büyük ama asıl şekillendiren sıkıldığı zamanlarda çizdiği resimler... Onların arkasında içimi burkan öyle bir öykü var ki, işte o acı kitabın mayası...
* Karşılıksız başka bir aşk mı yoksa?
- Hayır da biraz daha zevzeklik yaparsan, senin soruların bundan sonra karşılıksız kalacak. Dinlesene be adam! Exupery, çocuğu olsun çok istiyor ama maalesef ki karısının doğurganlığı yok. O da içindeki bu arzuyu Küçük Prens olarak resmediyor; bir çocuğun yüzüne karısının suratını çiziyor. Karısına söylediği gibi, çocuğu olursa yüzünün ona benzemesini istiyor ve o da olmayınca kendisi yaratıyor.
* Yani Küçük Prens aslında Exupery’nin karısı mı?
- Duygu ve davranış olarak değil belki ama Küçük Prens’in yüzü karısının yüzü...
ULAN ALİ GEBERECEKSEN AĞUSTOSTA GEBERSEYDİN YA!
* Allah gecinden versin de, “Yaş kemale erdi, biraz ara vereyim tiyatroya da dinleneyim” demiyor musun hiç?
- Bak sana bir hikaye anlatayım. Hiç unutmam bir gün evde oturuyorum, en yakın arkadaşlarımdan Vitali (Hakko) “Sana geleyim, bir iki kadeh bir şeyler içerim, sonra da sen oyununa gidersin” deyip uğradı bana. Bir gece önce içkiyi fazla kaçırdığım için kendimi kötü hissediyordum. Ona “Kalbim deli gibi çarpıyor, oyuna da gideceğim, inşallah bir şey olmaz” dedim.
* Olmaz olur mu, tansiyonuna şekerine falan bir baksana...
- Sakin ol İzzet (kahkahalar). “Gitmesem mi acaba?” diye sorunca Vitali küplere bindi. Sinirden kıpkırmızı olmuş bir şekilde “İşine git efendi, işine... Öleceksen işinin başında öl! Moliere de sahnede öldü, Shakespeare de... Bir tiyatrocu için bundan daha büyük şeref mi olur lan? Keşke sahnede ölsen” diye lafı ağzıma tıktı. Ama gerçekten çok haklıydı! O günden sonra ömrümün sonuna kadar tiyatro yapma kararı aldım. İnşallah o şeref bana da nail olur da, sahnede ölürüm. Düşünsene sükseyi, herkes alkış kıyamet... Yıllarca unutulmaz vallahi!
* Öldükten sonra sana ne bunlardan...
- (Gülüyor) Merak etme, ben o hazzı yaşamadan şuradan şuraya gitmem. Bak sana kafamdaki cenaze törenimi anlatayım.
* Ali Poyrazoğlu son şakasını yaptı ama bu sefer güldürmedi...
- (Kahkahalar) Valla ben herkesi güldürerek gitmek isterim öbür tarafa. Düşünsene sahneye tabutum geliyor. Kimse bakmasa da yüzüm soluk görünmesin diye pür makyajım. E ne de olsa dünyanın binbir türlü hali var.
* Cenazeye güleceğim hiç aklıma gelmezdi...
- Bu ne ki, daha dur başındayız! Tabutum sahnede, herkes ağlaşıyor. Taşkınlık yapmamaya, kendilerini tutmaya çalışıyorlar. Güç bela ayaktalar. Tabii bir yandan da dedikodu kazanı kaynıyor.
* Hoppala cenazede dedikodu mu olurmuş?
- Aa ayıp ettin, dedikodunun alası asıl orada olur. Hele bir de artist cenazesiyse önce herkes bir ağlar sızlar, sonra ikili gruplar halinde fısır fısır gıybete dalınır. O sırada Bülent Kayabaş yanındaki Eser Ali’ye bir kız gösterip, “Bu tabutun başındaki duran fıstık kim lan, memelere bak taş gibi” der. Eser de “Abi gözlüklerini tak, o bizim tiyatrodan Berrak” diye cevap verir. Bülent de “Fark etmez, bütün kediler yatakta gridir” deyip bombayı patlatır.
* Sen de amma abarttın ya!
- Cenazelerdeki komediyi dikkatli bakan görür. O esnada birileri yaptığım dublajlardan bahsediyor; “Ulan Allah’ın cimrisi, bu işten ne para kırdı be!”
* Tövbe tövbe...
- Dur dur, asıl kim geliyor bak uzaktan...
* Kim geliyor, kim?
- (Gülüyor) Müjdat (Gezen) geliyor. Kış günü ölmüşüm, ortalık kar kıyamet. Belediye yolları bile açmakta zorlanmış, hayat durmuş adeta. Müjdat da hastalık hastası ya, 200 kat giyinmiş, üzerine bütün vitaminlerini içmiş de öyle gelmiş. Bir yandan da söyleniyor: “Bilerek yaptı, zatürree olup öleyim diye, inadına bu havada öldü. Ulan Ali gebereceksen ağustosta geberseydin ya! Üşütmesem bile bu kalabalıkta kesin mikrop kaparım!” (Kahkahalar)
DİLERİM BEN ÖLÜNCE SEVGİLİM GÖBEK ATMAZ
* Hayal gücün yine fazla mesaide...
- Hayatın gerçekleri bunlar! Mustafa Alabora da, “Benim palto Mehmet Ali’nindi. Yağmurda çekmiş, bana verdi. Şimdi yine ıslanırsa yeni palto almak gerekir. Ondan ben vınlıyorum” deyip erkenden cenazeyi terk ediyor. Sonra Nükhet Duru ve Sezen Aksu’yu görüyorum bir köşede. Siyah gözlüklerinin arkasında fısıldaşıyorlar. Nükhet hâlâ taşbebek gibi... Sezen de harbi kızdır, acayip üzülmüş.
* Bir tek o mu üzülmüş?
- Yani umarım sevgilim de üzülür. En azından ben öyle hayal ediyorum. “İyi ki nalları dikti” deyip göbek atmaz inşallah (kahkahalar). Neyse Sezen, Nükhet’e dönüp “Kaç zamandır aklımdaydı. Ali’nin oyununa gideyim diyordum. Geç mi kaldım acaba?” diye soruyor. “Merak etme ben iki kere gördüm sana anlatırım hayatım” diye teselli ediyor Nükhet onu. Sezen meraklı gözlerle “Beni anlatıyormuş oyunda, iyi mi konuşuyordu hakkımda?” diyor.
* Geldik zurnanın zırt dediği yere...
- “Şekerim bu oyuncu milleti için Shakespeare’in “Sağlığınızda adınız bunların diline düşeceğine, öldükten sonra mezar taşınıza kötü şeyler yazılsın daha iyi” dediğini duymadın mı hiç? Anla artık senin için neler dediğini...” deyip ortalığı daha da geriyor Nükhet. Sezen de zehir gibi akıllı tabii, hemen soruyor; “O zaman sen niye iki kere gittin oyuna?”
* Hakikaten neden gitmiş?
- Nükhet “Ay senin hakkında söyledikleri, dalga geçişi çok hoşuma gidiyordu. Çok gülüyordum ondan” cevabını verince Sezen’in gözleri yuvalarından çıkıyor (kahkahalar). Asıl curcuna bundan sonra başlıyor. Tabutum sahneden alınıp merdivenlerden aşağıya indirilirken, taşıyanlar kontrolü kaybediyor. Tabut yuvarlanıyor, ben küt diye merdivenlerin altındaki gişenin üstüne uçuyorum. Müjdat gördüğü manzara karşısında yine sessiz kalamıyor “Ulan bu herif amma paragöz, giderayak hâlâ aklı hasılatta!” diye takılıyor.
* Millet gülme krizine giriyor herhalde tabutunun başında...
- Dedim ya komikli şakalı bir ölü gömme töreni bu! Artık nihayet Zincirlikuyu’ya gelmişiz. Ama o da ne? Başka bir cenaze daha var, iki tabut karışıyor. Beni muhtar bir adamcağızın mezarının yerine gömüyorlar.
* Haydaaaa, ne bitmez çilen varmış be!
- (Kahkahalar) Berber geliyor, zamanında muhtar ona ruhsat vermediği için gizliden üstüme doğru işiyor.
* Abicim ne diyelim başımız sağ olsun...
- Dostlar sağ olsun İzzetciğim (gülüyor).
EVET CİMRİYİM ÇÜNKÜ ÇOK ZOR PARA KAZANIYORUM
* Bu oyunda Küçük Prens bize gerçekten ne diyor?
- Çok şey! Temel felsefesini anlatmak için fazlaca emek verdim, her şeyi ilmek ilmek işledim. Büyük küçük rol demeden tüm kadroyu oldukça profesyonel bir ekipten kurdum. Dekor ve kostümü de ödüllü arkadaşlara emanet ettim.
* Bu dönemde Küçük Prens’i tiyatro sahnesine taşımak riskli bir iş değil mi?
- Aslında hiç değil, çünkü bu kitap 450 milyon satıyorsa her yaştan, her kuşaktan insanları ilgilendiriyor demektir... Bir kere bu insanların içlerindeki çocukla buluşmalarını sağlayan terapi gibi bir oyun. O yüzden riskli değil. Ama haklısın, sahnelemek zor ve pahalı... Tonla para harcayıp uçak ve deniz bile yapıldı.
* Peki sen gerçekten zır deli olabilir misin?
- Neden be manyak! Durup, dururken niçin bana saldırıyorsun? (Kahkahalar)
* “Asi Kuş”u kapalı gişe oynayıp, üstelik bütün parayı tek başına cebe indirebilecekken, aklından zorun mu var ki avuçla para harcayıp başka bir oyun sahneliyorsun?
- Evet doğru söylüyorsun, günler öncesinden “Asi Kuş”un bütün biletleri satılıyordu ama ben bunu yapmak istedim.
* Bir de senin için cimri derler...
- Evet, cimriyim çünkü çok zor para kazanıyorum. Bu yüzden de iyi ve işe yarayacak yerlerde harcamak istiyorum. Çocuk okutuyorum, sanat eseri alıyorum. Herkesin bir para harcama yöntemi var. Ben Ferrari, ev, yat, kat almıyorum. Onları alanlara da karşı değilim.
* Ters köşeden bakıp böyle insanların da sana kıro diyebileceğini düşünüyor musun bazen?
- “Ulan biz neler alıyoruz, adama bak o paralara boyalı bir şeyler alıp duvarına asıyor” diyorlarmış mesela düşünse (kahkahalar). Şaka bir yana ben kimseye kıro gözüyle bakmam, o yüzden kimsenin bana kıro diyeceğini zannetmem. Ama benim hayatım tiyatro, parayı ona harcamayacağım da nereye harcayacağım! Bir de bu oyunun benim için çok farklı bir özelliği var. Farklı kimliklerle geçiyoruz bu dünyadan. Hepsiyle buluşmak, tanışmak için çok güzel bir kapı bu oyun. Bir de dediğim gibi yazarın çok tutkulu bir gönül meselesi geçmiş başından. Oyunda da bu aşkın izlerini içimizi titretecek cümlelerde göreceğiz.
KÜÇÜK PRENS İÇİN BU YIL BİRAZ YAŞLI KAÇABİLİRİM
* Çocuğu, yaşlısı maaile gelebilir miyiz, yoksa Ali Poyrazoğlu tarzında bir “Küçük Prens” mi izleyeceğiz?
- Çoluk çocuk, torun torba herkes seyredebilir. Hem çocukların hem büyüklerin zevk alacağı bir seyir olacak. Yaş sınırını soruyorsan, evet var ama diğer oyunların aksine 5 yaşın üstündeki herkes gelip gönül rahatlığıyla izleyebilir.
* Peki “Küçük Prens Bana Dedi ki”nin içine ülke gündemine göndermelik çeşniler de attın mı?
- Tabii ki oyun ülke gündemine dair çok fazla şey söylüyor. Hâl ve gidişatla ilgili, insanımızın bu yolculukta nasıl değiştiğini açık eden göndermeler var. Kitap zaten doğası gereği politik... Somut bir II. Dünya Savaşı eleştirisi... Nazilere ve faşizme karşı manifesto niteliğinde cümleler var içinde!
* Sen bu yaşta utanmadan Küçük Prens’i oynamayacaksın herhalde?
- Yok geçen sene olsaydı oynayacaktım ama bu sene biraz yaşlı kaçabilirim gerçekten (kahkahalar). Tabii ki ben oynamıyorum! “Her şey içinde bir öteki taşır” sözünün açılımı olarak, Küçük Prens’i Eser Ali ve Kıvanç İvriz canlandırıyor. Bir de kuklamız var, Küçük Prens imgesi için... Kısaca esmer Küçük Prens, sarışın Küçük Prens ve Küçük Prens’in içindeki kukla olmak üzere 3 tane nur topu gibi prensim var (gülüyor).
“ASİ KUŞ” GİBİ İLGİ GÖRÜRSE BUNU DA BAYILTANA KADAR OYNARIZ
* Senin rolün ne, bu oyunluk geri planda mısın?
- Deli misin, en büyük hayalim, hiç arkada kalır mıyım? Hem kitabın yazarı, hem de kahraman bir pilot olan Antoine de Saint-Exupery’i oynuyorum. Bir de hikayenin tilkili bir bölümü var, naçizane ona da hayat veriyorum. Tilki, Küçük Prens’e yaşamda evcilleştirmenin sırlarını öğretiyor, “Herkes ötekini evcilleştirirse ancak sevebilir ve dost edinebilir” fikrini anlatıyor. Hava atmak gibi olmasın ama muhteşem bir tilki elbisesi dikildi bana.
* Hakiki tilki kürkü kullanmadın herhalde!
- Olur mu yahu, insanların zevki için hayvanların katledilmesine inanılmaz karşıyım.
* Hayvan dostu “Küçük Prens Bana Dedi ki” ne zaman başlıyor?
- İlk kez dün akşam Trump Towers sahnesinde seyirciyle buluştuk.
* Ne kadar devam edecek?
- Vallahi “Asi Kuş” gibi bir ilgi görürse bayıltana kadar oynarım (kahkahalar). İlk İstanbul programı 20 gün, sonrasında İzmir’e turne olacak. Dahası Allah Kerim...
* Tiyatro sezonu biterken, yeni oyun sahneliyorsun...
- Evet ben genelde ilkbaharda prömiyer yaparım. Kışın da oynadığımız oyunlar oluyor ama başlangıcı bahara gelsin istiyorum ki ruhum şenlensin!
* Gezegenler arası yolculukta sana ve “Küçük Prens”ine başarılar diliyorum o zaman...
- Her zaman bekleriz, uzay gemisinde yer var.
Paylaş