Paylaş
Geçtiğimiz haftalarda yurtdışından bir grup arkadaşım geldi. Onlar gidelim diye ısrar edince, hep beraber düştük yola.
Mimari olarak da, içinde sergilenen birbirinden kıymetli eserler açısından da gerçekten muhteşem bir yapı. Ama benim aklım Topkapı Sarayı adını duyduğum andan itibaren Kaşıkçı Elması’ndaydı. Efsanelere, söylencelere konu olan o büyülü taşta...
Efsanelere zihnimizde ve gönlümüzde bıraktığı lezzeti katan bölüm, perde arkasındaki hikâye örgüsüdür.
Bu kimi zaman bir mekânın duvarlarına sinmiş gözyaşları, kimi yerde hazin bir aile dramı, bir başka sararmış tozlu sayfada ise yarım kalmış bir aşk öyküsü olarak çıkar karşımıza.
Her hikâye geçmişten bir macerayı zaman tünelinden süzüp getirir, karıştırır hayatımıza. İyi de eder...
Çünkü hayat efsaneler, söylenceler ve hikâyelerle gerçeklerden çok daha güzel...
Bugün size anlatacağım hikâye aslına bakarsanız bilindik bir efsane.
Hayalle gerçeğin, geçmişle geleceğin ve hepsini harmanlayan inanılmaz bir mucizenin, Kaşıkçı Elması’nın öyküsü efendim...
Kaşıkçı Elması hakkında çokça söylenti vardır aslına bakarsanız.
Ama bana sorarsanız bunlardan en ilginci, İstanbul’da Suriçi’nin en batı tarafında bulunan kadim Eğrikapı semtinde başlayanı...
Şimdi dönelim 1600’lü yılların sonlarına; Arnavut kaldırımlı İstanbul sokaklarına...
O zamanlarda da, aynen günümüzde olduğu gibi şehri arşınlayan kağıt toplayıcıları varmış. Adlarına da ‘baldırıçıplak’ ya da ‘arayıcı esnafı’ denirmiş.
Bu kişiler mahallelinin attığı kıyafet, çanak, çömlek, eski eşya artık o gün nasibinde ne varsa onu alırlarmış.
BALDIRIÇIPLAK DEYİP DE GEÇMEMEK LAZIM
Her bölgenin, her semt ve mahallenin ayrı bir toplayıcısı varmış.
Senenin başında Kadı tarafından atanır ve topladığı çöpe göre vergi ödermiş.
Bulduklarıysa kendilerine kalır, hayatlarını da bunları satarak kazanırlarmış.
İşte yine böyle bir sabah, Osmanlı’nın payitahtı sıradan bir güne gözlerini açmıştı.
Devleti Aliye’nin tahtında IV. Mehmed oturmaktaydı.
Yüce Osmanlı hükümdarının sıradan kulu ‘baldırıçıplaklardan’ birisi, başına geleceklerden habersiz, mahalledeki çöp toplama işine dalmıştı.
Her gün olduğu gibi Kadırga, Suriçi ve Eğrikapı’ya uğrayıp çöpleri alacak ve deniz kenarına inerek eşyaları yıkayıp, üçe beşe bakmadan kaça tutturabilirse satacaktı.
Aynen de öyle oldu.
Sahile indi ve çamurdan arındırdığı eşyaların arasında, yuvarlak bir taş buldu.
Taşı alıp, ‘oymacı’ diye tabir edilen kaşıkçıya gitti.
Ve söylenceye göre üç tahta kaşık karşılığında, taş parçasını sattı.
Nereden bilecekti ki biçare, o anda hayatının en büyük fırsatını kaçırdığını...
Kurnaz kaşıkçı ise taşı hiç vakit kaybetmeden, komşusu olan kuyumcuya götürdü.
Üç tahta kaşığa aldığı taş parçasını, tam 10 akçeye okuttu kuyumcuya. Daha ne olsun, keyfi yerindeydi...
TAŞI GÖREN KUYUMCULAR PAYLAŞAMADILAR
Aldığı taşın, çok daha fazla para ettiğine inanan kuyumcunun içi içini yiyordu.
Yoksa bir taş parçasına 10 akçe sayacak göz yoktu onda!
“Hiç olmazsa bir arkadaşıma danışayım” diye düşündü.
Öteki kuyumcu da görür görmez adeta büyülenmişti.
Başladılar atışıp, kapışmaya...
Kavgaları o kadar büyüdü ki, sonunda konuya ‘kuyumcubaşı’ dahil oldu.
O da daha ilk bakışta taşın kıymetinin farkına varmıştı.
Her iki taraf da işi fazla uzatmayıp seslerini kessinler diye, en şişkininden birer kese altın verip gönderdi.
Kıymetliler kıymetlisi taş, artık kuyumcubaşının zimmetindeydi.
Ancak bu durum ‘Saray-ı Hümayun’ çevrelerinde de konuşulmuş olacak ki, Osmanlı’nın en güçlü sadrazamlarından Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa’nın kulağına gitti mesele.
Paşa hem çok kültürlü, hem de zeki bir adamdı. Anında duruma el koyup, Hatt-ı Hümayun’la elması Osmanlı Devleti’nin malı haline getirdi.
Elden ele gezen taş, hemen sarayın elmas tıraşçısına verildi. Sonunda ortaya Topkapı Sarayı’nın en kıymetli parçalarından 86 karatlık Kaşıkçı Elması çıktı.
NAPOLYON’UN ANNESİ GÖĞSÜNDE TAŞIMIŞTI
Gelelim bir diğer hikâyeye...
1774’te Pigot adlı bir Fransız subayı, bu elması Hindistan’ın Madaras Mihracesi’nden alıp ülkesine götürür.
Bir zaman sonra tekrar satışa çıkarılan elması Napolyon’un annesi mücevherlerinin arasına katar ve uzun süre göğsünde taşır.
Ne var ki, Napolyon sürgüne gönderildiğinde oğlunu kurtarabilmek için elması elinden çıkarmaya çalışır.
İşte o esnada, Fransa’da bulunan Tepedelenli Ali Paşa’nın bir adamı, 150 bin altın ödeyerek elması alıp paşaya getirir.
Sultan II. Mahmud zamanında Tepedelenli Ali Paşa, devlete karşı ayaklandığı için öldürülür.
Varlıklarına el konulup, nesi var nesi yoksa hazineye devredilir.
Böylelikle, Napolyon’un annesinden satın alınan ‘Kaşıkçı Elması’ Osmanlı Hazinesi’ne girmiş olur.
Elmasın çevresini 49 adet pırlanta kuşatmaktadır.
Bu haliyle yıldızların ortasında pırıl pırıl parlayarak gökyüzünü aydınlatan dolunayı andırır.
Kıssadan hisse, sahip olduklarınızın kıymetini iyi bilin. Biraz çaba ve emekle elinizin altında muazzam bir servet yattığını fark edebilirsiniz.
Kim bilir belki de işin sırrı, biraz daha derinden bakmaktadır. Kim bilir!
Paylaş