Paylaş
Ülke komple seçim atmosferine kilitlenmiş durumda; millet siyasetle yatıp politikayla kalkıyor. Biz yine her zaman yapmaya çalıştığımız gibi işin ehline gidelim dedik. Ve Boğaziçi Üniversitesi’nden “efsane” hocam Üstün Ergüder’le bir araya gelip “Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” gezindik. Ortaya gerçekten de çok ilginç bir panorama çıktı. Çünkü sohbetimizin konu başlıkları arasında, Üstün Hoca’nın öğrencisi, şimdiki Başbakanımız Ahmet Davutoğlu da vardı.
* Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemememi mazur görün hocam. Yıllar sonra soru soran tarafta olmak biraz tuhaf...
- Umarım geçmişteki sınavların intikamını almazsın şimdi benden (gülüyor).
* Estağfurullah hiç olur mu öyle şey... Hemen en merak ettiğim konularla başlamak istiyorum müsaadenizle. Bu okulun diğerlerinden farkı nedir ki, bir efsane haline geldi?
- Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye’nin en önemli medeniyet adalarından biridir... Buradaki özgürlükçü ortamın korunması hem öğrenciler hem de bütün Türkiye için çok önemli çünkü aynı zamanda ülkenin demokratikleşme sürecinde, işleyişiyle de örnek olan bir kurum Boğaziçi.
* Nerede o eski günlerrr...
- Yok, burası hâlâ o özelliğini korumak için elinden gelenin fazlasını yapıyor. Bunun yanında benim rektörlük yaptığım yıllar olsun, daha sonraki dönemler olsun birtakım tehditler de almadık değil...
* Tehdit derken?
- Biz milletçe merkeziyetçiliğe bayılırız. Birçoğumuzda “Biri olsun ve bizi yönetsin, yoksa Allah korusun kaos olur” zihniyeti var. Ama biz kurum olarak bu “yukarıdan buyurgan” sisteme karşı büyük bir savaş verip yoğurdu hep kendi usulümüze göre yedik. Farklı seslerle, zengin bir ülkede yaşamak istiyorsak bunu yapmak zorundaydık.
BOĞAZİÇİ 80 ÖNCESİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN İSVİÇRE’Sİ GİBİYDİ
* Boğaziçi’nde bu farklı renkler hâlâ bir arada yaşayabiliyor mu yoksa ülkedeki siyasi elektriklenme buraları da çarptı mı?
- Tabii ki her gruptan ve görüşten öğrenciler var ama biz 80 öncesinde bile polise kapıları açmayı tercih etmedik. Herkese eşit mesafede durup sorunlarımızı bu okulun sınırları içinde hallettik. Özgürlükçü duruşumuz yüzünden 12 Eylül öncesinde öğrenciler buraya “II. Dünya Savaşı’nın İsviçre’si” derlerdi.
* Ama bu etliye sütlüye hiç karışılmaz demek de değildi yanlış hatırlamıyorsam...
- Aksine Boğaziçi’nin çok kuvvetli bir sol damarı vardı; hâlâ da öyledir. Şöyle anlatayım. Zamanında aranan bir öğrencimiz vardı. Polisler gelip bize sordu, “görmedik” dedik. Çocuğa da “Hemen toz ol” diye haber uçurduk, o da ortalıktan yok oldu.
* Bir daha o çocuktan haber alabildiniz mi bari?
- Almaz olur muyuz! O gün polisten kaçırdığımız öğrenci bugün iyi bir üniversitede öğretim görevlisi oldu. 70’lerin radikal öğrencilerinden biri de şu anda rektör yardımcısı. Böyle kazandık biz o dönemin çocuklarını...
* Aynı anlayışı okula karşı eylem yapanlar için de sergiliyor muydunuz?
- Tabii ki... Mesela rektör olduğum dönem bir grup öğrenci A, B, C diye verilen notların daha detaylı olması için protesto yapmıştı. Oturduk, konuştuk ve çocukların haklı olduğuna karar verip AA, BA diye yeni ve daha ayrıntılı bir not sistemine geçmeye karar verdik. Bir üniversitede eylem tabii ki yapılacak ama önemli olan onun belirli limitler içinde olması...
* Belirli limitler derken neyi kastediyorsunuz?
- Fikir ayrılıklarını dile getirmek insanın en doğal hakkıdır. Bunu akıllıca eylemlerle yapanların karşısında boynumuz kıldan ince. Ama birinin kafasını kırmaya, yaralamaya, öldürmeye yeltenme, kabul edilebilecek durumlar değil. İşin nasıl yönetileceğinin bilinmesi çok önemli.
* MacGyver gibisiniz hocam, her durum için bir çözümünüz var...
- (Gülüyor) Yaratıcı olan her eylem, her istek bizim için göz ardı edilmemesi gereken konulardandır. Mesela 1990’lı yılların bozuk para nedir bilinmeyen enflasyonist ortamında yemek zammını protesto eden öğrencilerin rektörlük kapısına bozuk para atması ziyadesiyle akılcı bir çıkıştı. Ya da harçların arttığı dönemde öğrencilerin bankaya çuvalla bozuk para götürmeleri ayakta alkışlanmaz da ne yapılır.
* Hâlâ bütün eylemler bu kadar cici ve zekice mi?
- Tabii ki sınıra dayanan eylemler de oluyor ama bana sorarsan Boğaziçi şu anda da çok iyi yönetiliyor. Sen hiç Soma protestoları ya da Nevruz kutlamaları sırasında yaşanan bir sorunu okudun mu basında? Okuyamazsın çünkü çocuklar eylemi yapar, okul da polis olmadan bu işi çözer.
* 80 darbesinden darbe almadan ayakta kalmayı nasıl başardınız?
- Boğaziçi olarak fark yarattığımızı ve özel bir tavrımızın olduğunu söylemeyelim. Mesela 1980 öncesi dönemde karışıklığın eğitim programını aksatmasına izin vermedik. ODTÜ bile 2-3 dönem geriden gelirken, bizde en fazla 15-20 güne uzuyordu bu süre. Tutuklu olan öğrencilerimiz derslerinden geri kalmasın diye hapishanede sınav bile yaptık.
GİDEREK DAHA ÇOK KONTROL HASTASI BİR ÜLKE OLDUK
* O zamanlar YÖK yoktu galiba?
- İyi ki de yokmuş (gülüyor). Bu anlattıklarım devlet nezdinde hoş karşılanacak bir durum değil. Kurulduğu yıllarda YÖK’ü çok protesto ettik ama maalesef hâlâ aynı dert başımızda. Artık okulların özerkliklerine riayet edilmiyor, bürokrasi her şeye karışır oldu.
* Gerçekten YÖK artık denilecek bir durum var değil mi?
- Olmaz olur mu? Okullara müdahale oranı her geçen gün artıyor. Giderek daha çok kontrol hastası bir ülke haline geldik. Bu kontrol işini fazla abartanlardan biri de YÖK. Her değişen Cumhurbaşkanı’yla egemenliği biraz daha arttı, özellikle Ahmet Necdet Sezer’le başlayarak terazinin dengeleri iyice bozuldu.
* “Tren çoktan raydan çıktı” desenize...
- Aynen öyle! Düşünsene okuldaki insanların seçtiği değil, kendi istediği rektörü, dekanı atar olduk. Bunun en büyük örneğini İstanbul Üniversitesi rektör seçimlerinde yaşadık. Kanunların zamanla deforme olmasıyla birlikte üniversitelerin özerkliği bozulup siyasi bir fırtınanın içine çekildi okullar...
AHMET DAVUTOĞLU ÇALIŞKAN VE PARLAK BİR ÖĞRENCİMDİ
* Politik kararlardan şikayetçisiniz ama bir yandan da şu anda Türk siyasetini belirleyen isimlerin çoğu zamanında sizin öğrencinizdi...
- Haklısın, mesela Başbakan Ahmet Davutoğlu eski öğrencilerimden biridir... Hem lisansta, hem de doktora için beraber çalışmıştık.
* Nasıl bir öğrenciydi Davutoğlu?
- Her şeyden önce çok çalışkan ve parlaktı. Ama Boğaziçi’nde o yıllarda hakim olan profilden farklı bir öğrenciydi. Kendisinden çok şey öğrenmişimdir. Doktora dersimde benim bilmediğim, okumadığım, ilgi duymadığım ‘İslam’da demokrasi’ gibi ödevler yazıp getirirdi.
* Öğrenci Davutoğlu sınavı geçmiş belli ki, peki ya sizin gözünüzle Başbakan Davutoğlu’nun durumu nasıl?
- Boğaziçili olmasından dolayı kendisine tabii ki zaafım var ama Başbakanlığı arzuladığı gibi yapabildiğine inanmıyorum. Çünkü kendi fikirleriyle değil Cumhurbaşkanı’nın verdiği destekle oraya geldi.
Bu seçimlerde kendi birikimlerini ve kimliğini ortaya koyar, inandığı şeyler uğruna çabalarsa fikrim değişebilir.
* Sizi hayal kırıklığına mı uğrattı?
- Hayır öyle bir şey söylemedim ama bu işi çok istemeden yaptığı her halinden belli oluyor. Hani çok saygılı, efendi adam derler ya, Ahmet gerçekten tam da öyle bir öğrenciydi. Siyasete de isteyerek girmediğini gayet iyi biliyorum.
BAŞBAKAN’IN EN BÜYÜK ARZUSU AKADEMİK HAYATA GERİ DÖNMEKTİ
* Nasıl yani?
- 1994 yılıydı, Malezya’da yaptığı araştırmayı yeni bitirip Türkiye’ye dönmüştü. Uçaktan iner inmez yanıma geldi, Boğaziçi’nde hoca olmak istediğini söyledi. Ben de bu kararını destekledim çünkü onun gibi hem çok zeki hem de farklı birini okul kadrosunda görmek isterdim.
* Ne de olsa okulun altın çocuğu...
- Kesinlikle öyleydi. Not ortalamasının yüksekliğinden çok görüş farklılığı benim için önemliydi. Biliyorsun ki Boğaziçi, sol kökene daha yatkın öğrencilerin okuduğu bir okul.
Ahmet gibi değişik görüşten gelen birine ihtiyacımız vardı çünkü liberal ve sol görüşlü öğretim üye adayları zaten başvuru yapıyordu ama hiç sağ eğilimli arkadaşımız yoktu. Siyaset biliminde farklı görüşten insanların olması her zaman faydalıdır. Ama ne yazık ki başvurusu kabul edilmedi.
* Neden?
- Benim referansımla başvuru yapmıştı. Bölüm toplantısı olumlu geçmedi, başvuru sonuçsuz kaldı. Ardından Beykent ve Marmara üniversitelerine başvurduğunu duydum. Sonraki süreci tam takip edemedim. Yıllar sonra karşılaştığımızda da Ahmet Dışişleri Bakanı olmuştu.
* Dert yandı mı size o günlerden?
- Ee tabii konu ister istemez oraya geldi çünkü ortak geçmişimiz Boğaziçi... Konuştuğumuzda tekrar akademik hayata dönmenin en büyük hayali olduğunu söylemişti. Zaten 2011’e kadar direnip seçimlere girmemesi, akademik hayata dönmek istediğinin en bariz işaretidir.
ANKARA’DAN FIRÇA YESEK DE TÜRBANIN YANINDA DURDUK
* Davutoğlu’nun Boğaziçi gibi özgür bir üniversiteden mezun olup Başbakan olması hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Ahmet’in kısıtlamalardan hoşlanan bir yapısı olduğunu hiç sanmıyorum. Çünkü kendisi zamanında baskıya karşı en büyük mücadele veren öğrencilerimdendi. Türban sorunu yaşanırken Ahmet elinden geldiğince buna direndi.
* Başarılı olabildi mi bari?
- Biz türbanlı öğrencileri asla dışlamadık çünkü bizim için eğitim temel vazifeydi. Öte yandan her zaman ayrımcılığın karşısında dimdik durduk. Üstelik bunu Ankara’dan fırça yememize rağmen yaptık.
TÜRBAN YASAKLANDIKÇA BİR İSYANA DÖNÜŞMÜŞTÜ
* Türban bu anlamda bir karşı duruş muydu?
- Aslında bir isyandı! 60’lı, 70’li yıllarda öğrendiğim “Bir şeyi ne kadar bastırırsan, o kadar fazla ortaya çıkar” tezinin en güzel örneklerinden biriydi. Zaten yasaklandıkça da zamanla isyana dönüştü.
* O yıllarda kararınıza karşı çıkanlar da olmuştur mutlaka...
- “Dersimde türbanlı var, soruşturma açılsın” diyen hocalar da vardı, “Kapım açık, buyursunlar girsinler” diyenler de... Bu yüzden rektör olarak terazinin dengesini ince ayarlamak gerekiyordu. Bence serbest bırakılmasıyla gerçek bir rahatlama oldu.
* Bu işin üstesinden bu kadar kolay mı geldiniz?
- Tabii ki çok kolay olmadı ama “II. Dünya Savaşı’ndaki İsviçre” olarak bildiğimizi okuduk (kahkahalar). YÖK’ten devamlı türbanlı öğrencilerimiz hakkında şikayet yazıları gelirdi. Biz de bitmek bilmeyen disiplin soruşturmaları açıp onların hiçbirini sonuçlandırmazdık. Bu şekilde öğrenciler rahat rahat eğitim görmeye devam edip okul hayatını riske etmemiş olurlardı.
* Mezun olabildiler mi?
- Tabii ki... Ama sadece o karışık dönemde diploma törenine gelmemeleri için ricada bulunmak durumunda kaldım.
* Bugün geri dönüp baktığınızda bunun gurur kırıcı bir durum olduğunu düşünmüyor musunuz?
- Öyle aslında ama basına görüntü verdiğimizde işin sonu gelmeyecekti. “Gözünü seveyim çıkart da gel ya da başka yolunu bul” diyordum öğrencilere. Onlardan istediğim tek şey de bu olmuştu. Çünkü basın bunu görüntülerse üniversitenin üzerindeki baskılar daha da artırılacaktı.
KOALİSYON OLSA DA OLMASA DA DENGELER BOZULUR
* HDP barajı aşamazsa sokakların karışacağı konusunda ürkütücü komplo teorileri var. Sizin de böyle bir kaos öngörünüz var mı?
- Sokakların karışacağını zannetmiyorum. Ancak HDP barajı aşarsa, Kürt vatandaşlar siyasi sisteme daha çok entegre olabilir. Açıkçası mevcut siyasi durum için de bu oldukça gerekli... Burada kitlelerden bahsediyorum. Daha geri kalmış bölgelerin temsilinden dem vuruyorum. Onlar parlamentoda yer alsın ya da çok daha iyi temsil edilsinler ki sorunlar daha kolay çözülebilsin.
* Seçimlerden sonraki fotoğrafı nasıl görüyorsunuz?
- Göremiyorum, nokta!
* Nasıl yani?
- Sandıktan koalisyon çıkarsa 12 yıldır alışılan sistem kaybolmuş olacak. Cumhurbaşkanı bazı alışkanlıklar getirdi, koalisyon durumunda hepsi değişmek zorunda kalacak. Olmazsa, parlamentoda rahatlıkla kanun geçiremeyen bir AK Parti karşımıza çıkacak. HDP’nin de barajı geçmesi durumda farklı dengeler ortaya çıkar.
TAYYİP ERDOĞAN’I TAYYİP ERDOĞAN YAPAN CUMHURİYETTİR
* Olmayan dengemiz bir kez daha bozulacak yani desenize...
- Oturmuş bir siyasi sürecimiz olmadığı için bu durumun yaşanması doğal. AK Parti 400 milletvekili bile çıkarsa, artık hiçbir şey güllük gülistanlık olmayacaktır.
400 milletvekiliyle meclise giren AK Parti’nin Türkiye’ye hayrı olmaz.
* Bu durumda başkanlık sistemi de yalan olur mu hocam?
- Yalan olur mu bilmem ama doğru bir karar olmadığından eminim. Belki koalisyonlu bir hükümette, kontrollü bir alışma dönemi yaşanırsa şansı olabilir. Ancak tek adamın sınırsız güçle kendini donatmak istediği bir sistem asla sağlıklı olamaz.
* Deveye boynun eğri demişler nerem doğru ki demiş... Bizdeki de o hesap galiba...
- Aynen öyle... Sadece bize has bir başkanlık sistemi de olamaz. Konuyla ilgili dünyada geliştirilmiş bazı ilkeler var. Bu ilkelerin de en önemlisi kontrolsüz güçten uzak durmaktır.
* Yeni Türkiye’de yeni bir sistem de olamaz mı?
- Bu iddiayı ortaya atanların bir tanesinin bile “Yeni Türkiye”nin ne olduğunu bildiğini sanmıyorum. Cumhuriyet Türkiye’ye çok şey kazandırdı. Tayyip Erdoğan bugün buradaysa cumhuriyet sayesindedir. Yani, kendisi bir cumhuriyet çocuğudur. Ahmet Davutoğlu’nu Ahmet Davutoğlu yapan da cumhuriyettir. Bunu görmezden gelmek beni rahatsız ediyor.
KOMÜNİZMİN YERİNİ DİN ALDI
* Muhafazakârlaşma bütün dünyayı etkisi altına alan bir süreç mi yoksa bu durum sadece bizde mi böyle?
- Dünyanın her yerinde, özellikle de ABD’de din motifi her geçen gün biraz daha yükseliyor. Eskiden altta kalan sınıfların siyasetteki temsilcisi komünizm pastadan pay alma aracıyken, şimdi onun yerini din aldı.
* Hocam anlamadım yani siyasette din, komünizmin yerini mi aldı?
- Bir açıdan öyle... Din bugün alt, alt orta hatta çalışan sınıflara üye insanların, siyasete, ekonomik sisteme katılma aracı olmaya başladı. Eski solcuların AKP’ye oy vermesinin temelinde de aslında bu yatıyor.
TAYYİP ERDOĞAN’I ÇEKİCİ KILAN GELDİĞİ YER
* Tayyip Erdoğan’ın müthiş yükseliş sebebi de bu muydu?
- Tabii ki... Kendisini sosyolojik olarak incelediğinizde, alt orta sınıf mensubu olan, Kasımpaşa’da yetişmiş bir çalışan profil çıkıyor ortaya. Kendisini yüceltip çekici kılan da zaten geldiği yer.
* Genel seçimler yaklaşıyor, yine bayraklara, reklamlara boğulduk... Ne düşünüyorsunuz, bir sürpriz yaşanır mı?
- Bir sürpriz yaşayacağımızı sanmıyorum. Gerçi AK Parti’de de sıkıntılar var, israf sinyali veriyor. Yaşanan ekonomik darboğazda AK Saray ile ilgili çıkan haberler süreci etkileyebilir.
* Saray adı biraz şaşaalı mı kaçtı sizce?
- Ben Cumhurbaşkanı’nın bu şekildeki ikametine karşıyım.Amerika’daki hükümet binasının adı White House (Beyaz Ev), palace (saray) değil. Dönüp baktığında Washington’da, White House’dan çok daha gösterişli evler olduğunu görürsün.
* Devlet politikamızda aşırılık mı var?
- Evet ama biz Türk insanı olarak israfı seviyoruz zaten. Oysa devleti o kadar büyütmenin hiç alemi yok. Ankara’ya bir gidiyorsunuz sadece Ak Saray değil, Sayıştay binasından bakanlıklara kadar her şey çok abartılı.
Yapısal olarak çok fazla israf var Türkiye’de...
AK PARTİ’NİN ÇOK BÜYÜK OY KAYBI YAŞAYACAĞINI SANMIYORUM
* Bir politika hocası olarak seçim anketleri arasındaki tutarsızlık için ne diyeceksiniz?
- Çok haklısın! AK Parti’nin yüzde 38’e indiğini gösteren de var, yüzde 52’ye çıktığını söyleyen de... Bunlar gerçekten ciddi farklar ama ben çok büyük oy kaybı yaşanacağını sanmıyorum.
* Sandıktan koalisyon çıkar mı sizce?
- Olursa çok büyük sürpriz olur. Fakat AK Parti’de “anayasayı tek başına değiştirecek kadar bir çoğunluk çıkarır mı?” diye sorarsan onu da hiç sanmıyorum.
* HDP bu seçimin sürprizi olur mu dersiniz?
- Olabilir çünkü bu ara HDP’ye oy vereceğini açıklayan çok fazla insanla karşılaştım. Bir çoğu da CHP seçmeni. Tabii bu değişiklik HDP’nin kendilerine yakın olmasından ziyade, CHP’ye olan kızgınlıktan kaynaklanıyor.
ARTIK CANAN ERGÜDER EFSANESİ BAŞLADI
* Efsane rektörden, Canan Ergüder’in babası Üstün Ergüder olmaya nasıl terfi ettiniz?
- Bak işte onu ben de anlamadım (kahkahalar). Ama artık kızımın efsane olduğunun farkındayım.
* Peki bu efsanenin doğmasında sizin de desteğiniz oldu mu?
- Ben hiçbir şekilde onun meslek seçimine karışmadım. Annesi biraz konuştu ama benden ses çıkmadı. Sadece balerin olmasını bekliyordum ama o da olmadı.
* Amerika yolculuğu nasıl başladı peki?
- 1983’de, o 8 yaşındayken ABD’ye gittiğimizde ikinci sınıfı orada okumuştu. Okuldaki ilk günün akşamında “Burada ne konuştuklarını anlamıyorum” diye ağlaya ağlaya geri geldi. Ama sonra alıştı, Amerika’yı sevdi. Orada kitap karıştırmayı öğrendi. Müsamerelerde dans etti. O yılın Canan’ın üzerindeki etkisi gerçekten büyük oldu, kendini buldu. Sanırım o nedenle yükseköğretim için Amerika’ya gitmek istedi. Annesi de öyle düşünüyordu. Biz de arzusunu kırmadık. Zaten yüksek lisansını yaptıktan sonra oyuncu olmaya karar verdiği için geri dönmek gibi bir düşüncesi kalmamıştı.
* Hangi rüzgar attı kendisini Türkiye’ye?
- Onu Türkiye’ye getiren “Bıçak Sırtı” dizisinden aldığı tekliftir. Dizi biter bitmez New York’a dönmek istiyordu. Ama zamanla hem burada kendisi için imkanların daha fazla olduğunu hem de ülkesini çok özlediğini anladı, İstanbul’da yaşamak istediğini söyledi. Amerika’da oyunculuğu üst seviyelere kadar taşımıştı zaten; burada da şansını denemek istedi.
New York’ta sabahları oyuncu seçmelerine katılıp akşamları kafede çalışarak parasını kazandı. Zor bir hayatı vardı. Canan çok dişlidir, aklına koyduğunu yapar, o yüzden Türkiye’ye dönünce bir tereddütüm olmadı.
CANAN'IN DİZİSİNİ İZLEMEK İÇİN ÖZEL ÇABA SARFEDİYORUM
* Seyrediyor musunuz kızınızın dizisi “Güllerin Savaşı”nı?
- Vallahi bunun için özel çaba harcıyorum, üç saat çok uzun çünkü (kahkahalar). Şöyle bir çözüm buldum; dizi başlayınca televizyonu kaydedecek şekilde ayarlıyorum. Boş olduğum zamanlarda, reklamları atlaya atlaya yalnız Canan’ın olduğu sahneleri izliyorum. Ama annesi sabredemiyor, yayın saatinde seyrediyor kızını.
* Ekranda onu görünce ne hissediyorsunuz?
- Gurur duyuyorum çünkü işini çok iyi yaptığını düşünüyorum. Amerika’da Al Pacino’nun da eğitim aldığı Actor’s Studio’da, Bradley Cooper gibi dünya yıldızlarıyla sınıf arkadaşı olarak okudu. İşine aşkla bağlı, daha ne olsun.
* Allah herkese Canan gibi bir kız nasip etsin...
- (Gülüyor) Aslında Allah bana iki başarılı kız nasip etti; Faika ve Canan. Faika da Publicis Yorum Ajans’ın genel müdürü...
Paylaş