Paylaş
Öylesine derin ki Fikret’in yalnızlığı, bu boşluğu hayatına giren bir “üç harfli” doğaüstü varlık ile doldurmaya çalışıyor. Bu çok ilginç ve aslında hepimizi yakından ilgilendiren romanın yazılış öyküsünü, yazarı psikiyatrist Haşmet Işıklı’yla konuştum. Romandaki aşk, ölüm ve cinsellik temaları tamamen gerçek ama korkmayın bu “üç harfliler” bildiğiniz “üç harflilerden” değiller...
Bir hekim olarak, bir psikiyatristin aşk, ölüm ve cinsellikle harmanlanmış fantastik hikayesini yazmak nereden çıktı?
- Doğrusunu istersen kitap yazmak yıllardır aklımdaydı. Belki de bunca yıldır gördüğüm hastalar, tanık olduğum acılar, bitmeyen sıkıntılar sürüklemiştir beni yazmaya...
Sahi bugüne kadar kaç kişi geçmiştir “rahatça arkaya yaslanabilecek” o hasta koltuğundan?
- Sanırım 10 binin üzerindedir. “Abbas” tecrübelerimden süzülen bir kişisel gelişim kitabı aslında... Çevremden gelen yoğun baskı da eklenince değişik bir tarz olmasını istedim. Kişisel gelişim kitapları genelleme içerdiği için insanlara zor olan şeylerin aslında basit olduğunu söylüyor. Bu da sonuçta insanların kendilerine olan inançlarını azaltıp güvensizliklerini ortaya çıkarıyor.
Nasıl yani, gelişelim diye aldığımız kitaplar bizi farkında olmadan bunalıma mı sürüklüyor?
- Bir anlamda evet... Çünkü kişisel gelişim kitaplarını alanlar orada yazılanları uygulamanın kolay olduğunu düşünüp başaramayınca da bunalıma giriyorlar. Mesela o kitaplarda herkesin mutlu ve huzurlu olabileceğini ifade eden cümleler var. Ama hayatın gerçekleri çoğu zaman öyle değil. Bu yüzden ben o tarzdan mümkün olduğunca kaçıp aynı mananın daha fantastik ve sembolik bir üslupla anlatılabileceğini göstermeye çalıştım. Herkes öyküden ne istiyorsa onu alsın diye düşündüm.
Peki romanın baş kahramanı olan psikiyatrist siz misiniz? Yoksa hikayedeki kişi ve kurumların gerçek hayatla bir ilgisi yok mudur?
- (Gülüyor) Kahraman ben değilim, tamamen hayal ürünü olan Fikret... Kişilik özelliklerimiz kesinlikle benzemese de insan ister istemez kendi anılarından bir şeyler ekliyor...
NE ÖLÜM KORKULACAK NE DE AŞK
İÇİNDE KAYBOLUNACAK BİR ŞEY!
Doğru söyleyin Hipokrat yemininize ters düşmemek için mi hayal ürünü diyorsunuz?
- Yoo, istesem isimsiz hasta öyküleri de yazardım. Mesleğim açısından bunun hiçbir sakıncası yok. Ama onun yerine ben bir karakter yarattım ve hayatına giren bütün kadınlarla vedalaşıp yeniden doğuşunu anlattım.
Fikret’in hikayesinden etkilenip biz de mi yeniden doğacağız yani...
- Valla çok değişik geri dönüşler alıyorum, insanlar benim hiç düşünmediğim yerlerden farklı sonuçlar çıkarıyorlar. Ama genelde çıkartılabilecek ders; ne ölüm korkulacak, ne de aşk içinde kaybolunacak bir şey! İnsan hayatını değiştirmeye kalkmadan önce geçmişle yüzleşmeli...
D&R’ın raflarında binlerce kitap varken neden gelip insanlar sizinkini alsın?
- Öncelikle çok sürükleyici ve hiçbir şeyi dikte etmeyen bir kitap... İçinde hayatın en önemli üçlemesi olan aşk, ölüm ve cinsellik üzerine felsefi tartışmalar var. Ayrıca doğaüstü varlıklar da dahil oluyor hikayeye...
“Üç harfliler” gibi mi?
- Üç harften kastına bağlı, mesela aşk da üç harfli (kahkahalar)... Günümüzde popüler olan melek terapileri gibi yöntemlerden bahsederek bu varlıklara önem atfetmenin doğru olmadığını göstermeye çalışıyorum.
Fikret bir gece uyanıyor ve karşısında doğaüstü bir varlık görüyor. Ardından da o varlık Fikret ile yaşamaya başlıyor.
Tövbe estağfurullah... Ferzan’ın “Davetsiz Misafirler”indekiler de böyleydi!
- Yok yok, Abbas ve arkadaşlarını diğer insanlar da görüyor. Lokantaya gidiyor, sokaklarda geziyorlar. Ama Fikret psikiyatrist olup devamlı böyle olağan dışı hikayeler dinlediği için Abbas’ı karşısında görünce şaşırmıyor. Hatta günümüzdeki yalnız plaza insanlarından biri olduğundan gitmesini bile istemiyor.
Çocuğu cin çarpmış olmasın!
- (Gülüyor) Olur mu öyle şey! Bunların doğruluğunu psikiyatrist kimliğimle kabul etmem mümkün değil.
HERKES ÖNÜNE KONULAN
HAVUCUN PEŞİNDE
Tam hikayeye kendimi kaptırıp gidiyordum ki, bilimsel kimliğinize takıldım. Peki günümüz şehir insanının da Fikret kadar yalnız ve mutsuz olduğunu düşünüyor musunuz?
- Maalesef ki öyle! Sanki insanların önüne bir havuç konmuş ve herkes onu almak için bir diğerinin ayağını kaydırıp, çetrefilli oyunlar oynamak zorunda... Ne yazık ki bizim memlekette en kurumsal firmalar bile aile şirketi gibi yönetildiği için bu durum daha da acımasız.
“Doktor derdime bul bir çare, ona doyamıyorum yaz memlekete bir reçete” desem...
- Son zamanlarda Türk insanının üzerine bir toz bulutunun çöktüğünü gözlemliyorum. Kimse eğlenemiyor, kimse heyecanlanmıyor ve hepsinden önemlisi kimse hayattan tat almıyor. Önce bunu yaratan sebepleri net olarak ortaya koymalıyız ki, o istediğin reçeteyi yazabilelim.
Peki milletin avuç avuç içtiği antidepresanlar bir işe yarıyor mu?
- Hayır o haplar yüzünden insanlar, gerçeği görmezden gelmeye başladılar. Keşke korkmadan her şeyle yüzleşebilse, gereken acılar yaşansa ve yeniden neşelenmeye başlasa insanlar... Ama tüm bunlara en büyük engel korku!
Diyelim ki korkuyu hallettik, başka neler çıkacak karşımıza?
- Bak sana çok ilginç bir şeyden bahsedeceğim. Aşk, uyku ve ölüm aslında birbirine çok benzeyen kavramlar çünkü hepsi yatarak yapılan şeyler. Her üçü de tamamıyla kendini kaybediş ve bırakış halidir. Cinsellik de bunun sonucudur. Eğer aşk olmadan seks yapılırsa, ruhlar yabancı olduğu için birbirlerini yaralarlar. Bir süre sonra da içten içe acı çekmeye başlarlar.
Ya aşk varsa...
- Bu acıyı tedavi edebilecek tek şeydir aşk! Yoksa sürekli yeni eşler, yeni partnerler, yeni aktiviteler aramaya başlarsın ama asla huzura kavuşamazsın. Halbuki tıpkı uyku ve ölüm gibi, aşkla yaşanan cinsellik insanın bütün hayat enerjisini deşarj eder.
Hocam akıllı telefonlarımızı, bilgisayarlarımızı, tabletlerimizi, saatlerimizi ve etrafımızdaki daha bir milyon çeşit makineyi şarj ederken kendimizi unutuyor olabilir miyiz?
- Haklısın, insan kendi cehennemini de, cennetini de, hapishanesini de kendisi inşa ediyor. Sonra da yarattığı dünyanın içine girip, onu yaşamaya başlıyor. Hayattaki bazı şeylerle fazla oyalanmak kötüdür, yaşamaktır iyi olan. İnsan yollarının tıkandığını görünce, başka bir patika aramayı da becerebilmeli...
Tamam doğru söylüyorsunuz da, aşk değil mi birçok insanın hayatının bu kadar sorunlu olmasının nedeni?
- O yaşadığın aşka ve aşk tanımına göre değişir. Bazen iki ruh, tek ruhun baş edemedikleriyle baş edebilir. Ama yeri geldiğinde de aşık olduğun insan kadar kimse seni üzemez...
MUTLULUK İÇİN ÖNCE
KENDİNİ BULMAN LAZIM
Bizden çok karşımızdaki insan değişenine mi bağlı mutluluk denklemimiz?
- Aşk, acı, pişmanlık, suçluluk, tatmin, zevk... Hepsi çok insani duygular ama kiminle ve nasıl paylaştığın önemli! Eğer eşit bir paylaşım değilse ne yazık ki dediğim gibi yok olup gitmek, dağılmak kaçınılmaz oluyor. Bu nedenle mutluluk denkleminde önce kendini bulman lazım (gülüyor).
Karşımızdakine fazla değer vermekten kendimizi bulamıyor olabilir miyiz?
- Oysa aşk bencildir! Bizim ilişkilerimiz ve ayrılıklarımızdaki en büyük kızgınlığımız da budur. Karşımızdaki beklentilerimize uymadı diye küplere bineriz. Halbuki onun aşık olduğumuz andaki gibi kalmasına izin versek her şey bambaşka olabilir...
Bu kadar basit bir kuralı “üstün zekalı plaza çalışanları” neden anlamıyor o zaman?
- Ne istediğimiz, nasıl istediğimiz birbirine karıştı da ondan... Aşk zaten bu yüzden içinden çıkılmaz bir duruma geldi. Mesela sevişmek yatakla ilişkilendirileli çok oldu. Ancak güzel bir yemek, zevkli bir sohbet, el ele tutuşmalar hepsi bir çeşit sevişme değil mi? Aslında seviyorsan bunların hepsi sevişmedir!
Sevişmekten sevemez hale mi geldik?
- Cinsellik insanın gelişimini sağladı ama değer verilmesi gereken şeyleri de ayağa düşürdü. Aşkın ve bu kadar cinselliğin altında da, aslında sonsuzluk arayışı olduğunu biliyor musun? İnsanlar aşık olup sonsuzluğa ulaşacaklarını sanıyorlar. Aşkı kaybedince de bu inançları dibe vurup yaşadıkları boşluğu cinsellikle kapatmaya çalışıyorlar.
Sonra da karşımıza Abbas’lar çıkıyor ve yalnızlıktan onlara bile kal diyecek hale geliyoruz değil mi?
- (Gülüyor) Umarım herkesin yalnızlığı Fikret’inki kadar fantastik olmaz...
Paylaş