Toparlandım dediği anda, bu defa da ikinci kez ölümden dönmüş bir trafik kazasıyla. Ve peşinden kader onu ruhunu onaracak, kalbinin acılarına derman olacak bir manevi kapıya sürüklemiş. İşte o günlerde ilk adımını atmış Arzu Canik, tasavvuf denizinin derin sularına. Bu meşakkatli maceradan, tasavvufla astrolojiyi harmanladığı yepyeni bir terapi metoduylu çıkmış. Onunla Metin Hara’nın İnsana Güven Akademisi’nde tanıştık. Tek cümleyle özetlesene yapmaya çalıştığını dedim, şöyle bir cevap verdi: “Biz insanlara, özlerindeki Tanrı parçacığına ulaşmaları için yardım ediyoruz...”
*Bildiğim kadarıyla gayet iyi bir işin varken, ne oldu da bir anda tasavvuf astroloğu olmaya karar verdin?
- Gel o zaman hikayemi en başından anlatayım sana. Yaşadıklarım beni o tarafa sürükledi. Denizci bir babayla, hemşire bir annenin çocuğuyum. Bizimkilerin görevi icabı Değirmendere’de yaşarken, 17 Ağustos Depremi’nde evimiz ağır hasar gördü. Ailece sağ salim çıkabildik enkazın altından. Ama etrafımda her saniye bir insanın, insan gibi olmayan vefatına şahit oldukça dehşete kapıldım. O yaşa kadar bir tane bile ölü görmemişken, binlercesine aynı anda tanık olmak değişimimin başladığı noktaydı sanırım.
*O anda ‘neden ben’ diye mi geçirdin içinden?
- Elbette... Önümde iki seçenek vardı; ya iman edecektim, ya da isyan... Açıkçası “Rabbim bu insanlar ne yaptı ki böyle bir ceza veriyorsun?” sorusu aklımdan hiç çıkmıyordu. Bulabildiğim tek cevap ise; “Allah kulları için böyle bir felaket istemez, demek ki Allah yok!” oldu. İnançlarım da dahil olmak üzere her şeyimi kaybetmiş gibi hissediyordum...
Aslında her fırsat bulduğumuzda bir araya gelmeye çalışıyoruz ama yaz başından beri biraz ara vermiştik. Gündem yoğun, kafamdaki onunla ilgili sorular boldu.
Fatih Altaylı duygularını pek belli etmeyen ‘poker face’ dedikleri türdendir ama belli ki o da doluydu.
Hiç uzatmadan doğrudan sordum: “Fatih Bey, epeydir spor dışında yazı yazmıyorsunuz, millet merak ediyor. Küslük mü var, protesto mu, yoksa...”
Manidar bir gülümsemeyle cevap verdi: “Gazetecinin küsmeye de, protestoya da hakkı yoktur. Zaruret diyelim...”
Hatırladığım kadarıyla 3. havalimanıyla ilgili yaptığı eleştirilerden sonra devamı gelmemişti siyasi yazılarının...
Halbuki o cümlelerinin arkasında televizyonculuğun mutfağında ülkenin en büyük projelerine imza atılmış uzun yıllar vardı... Armağan Çağlayan, hangi işe soyunsa tarzını ve farkını hemen hissettiren biri... Şimdilerde Radikal’de yaptığı muhteşem röportajlarla kalemini her geçen gün biraz daha sivrileştiriyor. Onunla bol dedikodulu, oldukça atarlı, yer yer göndermeli uzun bir muhabbet ettik. Buyrun yazabildiklerimle güzel bir pazar keyfi yapın. Sonra, yazdıklarım buysa bir de yazamadıklarımı hayal edin...
* Çocukken de dilin böyle pabuç kadar mıydı?
- Yok be hiç de öyle değil, pamuk gibiymişim! Zeynep Kamil’de doğup; ipek halılarıyla meşhur, kutu gibi sevimli Hereke’de büyüdüm. Ama bir görsen, usluluktan ölüyormuşum... Hiçbir zaman sokaklarda oynayan bir çocuk olmadım. İşim gücüm defterler, kalemlerleydi...
* Ailece ilginçsiniz galiba... Millet taşı toprağı altın diye İstanbul’a gider, sizinkiler tutup Hereke’ye göçmüş.
DUBAI OUT MUMBAI IN!
Yazdığı her harfe ve kelimeye deli gibi özenir... Tek bir kare fotoğraf için bile saatlerce hazırlanır... Sevseniz de sevmeseniz de Türkiye’de röportaj denilince akla gelen ilk isim odur. Zekâsı, azmi ve yaratıcılığıyla, aptal sarışın imajını yerle bir eden kadınların öncülerindendir... Elbette Ayşe Arman’dan söz ediyorum efendim.
Geçtiğimiz çarşamba günü Ayşe, benimle İstanbul Life dergisinin eylül sayısı için bir söyleşi yaptı. Yılların röportajcısı karşımda olunca heyecanlanmadım desem yalan olur. Kolay mıdır Ayşe Arman’ın sorularına cevap vermek! Nice politikacılara, sanatçılara, işadamlarına karşısında ter döktürmüş birisinden bahsediyoruz sonuçta.
Dua ederek Beyoğlu’nda tarif ettiği adresin yolunu tuttum. Baktım bizimki kapıdan iki dirhem bir çekirdek içeri süzüldü. Gerçi her daim öyledir Ayşe. Ama bu kez halinde bambaşka bir aydınlık vardı. “Hayırdır nedir bu gözlerindeki mutluluk? Yeni gelinler gibisin kız” diye takıldım.
“Okumadın mı bugünkü gazeteleri İzzet? Kocam Hindistan Castrol’ün genel müdürlüğüne atandı” dedi.
Daha önce Mısır, Pakistan, Irak, Rusya, Azerbaycan, Norveç, Baltık ve Belarus gibi ülkeleri yönetmişti Ömer. Yedi yıl da Ayşe ile beraber Dubai’de yaşadılar. Ve şimdi sıra Mumbai, yani eski Bombay’da. Anlayacağınız Ayşe ve Ömer için Hindistan günleri başlıyooo...
“Yılda 200 canlı yayın yapan bir sunucu olarak elbette gaflarım, hatalarım olmuştur ama hiçbirinde art niyet yoktur” diyor. Neredeyse 40 yıldır ekranlarda bizi eğlendirmek için ter döküyor. Huzurlarınızda yaşı olmayan, yerinde duramayan, tepeden tırnağa zırdeli bir adam; Mehmet Ali Erbil... Ama bu kez bir farkla; alışık olduğumuz yüzüyle değil, yaşamının hüzünlü ve trajik yönleriyle...
* Ergen denebilecek yaşlardan beri göz önündesin. O zamandan günümüze, bol kahkahalı devrinin neredeyse her ayrıntısını biliyoruz. Peki ya çocukluğun? İstersen gel birlikte zaman makinesinin içine girelim.
- Valla öyle bir şey bulsam hiç düşünmeden girerim zaten (kahkahalar).
* Anlaşıldı bu röportaj da “Biraz yardımcı olabilir misiniz Mehmet Ali Beyyyyyyyyy?” kıvamında geçecek...
Gecenin başında mikrofon elden ele dolaşırken Güler’in kadim dostu Nebil Özgentürk duygularını şu sözlerle ifade etti: “Türkü, Kürdü, Egelisi, Ermenisi, Şebinkarahisarlısı, sanatçısı, politikacısı, bu kadar farklı insanı aynı masa etrafında toplayabilmek ancak Ara Güler’in başarabileceği bir işti. Onun için altını çizerek söylüyorum, Ara Güler Türkiye’dir!”
Gerçekten de Şener Şen’den Can Dündar’a, Osman Okkan’dan Hayko Bağdat’a, İlber Ortaylı’dan Züleyha’ya, Çiçek Arif’ten naçizane bendenize kadar normalde buluşması akla hayale gelmeyecek insanlar büyük usta için bir araya gelmiştik.
Jash’tan içeri girdiğimizde belgeselci Osman Okkan, Alman televizyonu için Ara Güler’in hayatı ile ilgili bir belgesel çekiyordu. Fakat Ara Abi, belgesel ekibine burada yazsam RTÜK’ün kulaklarını çınlatacak öylesine “sinkaflı özdeyişler” patlatıyordu ki; yapımcılar kara kara bunları nasıl tercüme edeceklerini düşünerek bakıyorlardı birbirlerine. Aklıma o anda gençliğimin efsane Alman filmleri geldi. Ergenlik çağımızda az ter dökmemiştik video kasedi takıp ekran karşısında onların ne dediklerini anlamak için...
Bir ara mikrofonu eline alan Şener Şen, Ara Güler'in doğum günü için 'Yaprak Gibi' şarkısını söyledi
Pek çok kadının idolü, Ajda’nın genç kalma konusundaki en büyük rakibi ve trend avcısı Ertuğrul Bey’den böyle bir cümle duyunca hemen mevzuya balıklama daldım.
Ne yani 80’lerde Yeşilçam’da yaşanan furya tersine mi dönecekti yoksa?!
“Abi biraz açar mısın meseleyi? Kafam karıştı” deyince başladı anlatmaya...
“İzzet artık insanlar kadın vücudu görmekten sıkıldı. İnternet ve televizyon bu konuda milleti tıka basa doyurdu. Göreceksin yakında ortalık Davud Heykeli vücutlu tiplerden, bunu yayınlayan medya mecralarından, filmlerden ve dizilerden geçilmeyecek. 21. yüzyılın seks objesi kadın değil erkektir. Anlayacağın erkek gövdesi uzun yıllar sonra geri dönüyor.”
YÜKSELEN TREND GAY’LİK Mİ OLACAK?
Bütün patavatsızlığımla o hınzır soruyu sormaktan kendimi alıkoyamadım; “Ne yani yükselen trend gay’lik mi olacak?”
Cümlemi bitirmeme izin vermeden, hararetle devam etti; “Hayır bunun gay’likle falan alakası yok. Sanat insan gövdesinin yeni alanlarını iskana açıyor. Daha doğrusu, yeni bir arkeolojik serüven başlıyor.
Bu yılki D-Marin Festivali’nde Onur Ödülü’ne layık görülen bu “kemanlara hükmeden dahi”yle; Atatürk’ten Sultan Mehmet Reşad’a, Yehudi Menuhin’den Suna Kan’a kadar geçmişten günümüze yaşam öyküsünü ve sanatını konuştuk. Sohbetimize tesadüfen Fransız piyanist ve besteci Stéphane Blet de katıldı. Hem bizim “demokrasinin beşiği” diye bildiğimiz Fransa hem de Türk müzik sektörünün perde arkasında dönen dolapları anlattı, sohbetimize bambaşka bir renk kattı. Buyrun efendim iki renkli insan bir arada...
* Bu topraklardan çıkan gerçek dahilerden birisiniz... Kemanlara hükmeden kadın olmak nasıl bir his?
- Aslına bakarsan hayatım hep kapalı odalarda keman çalarak geçti. Bu yüzden de yıllarca gökyüzüne, doğaya, güneşe hasret yaşadım. Evimizin başlıca konukları arasında Fuad Köprülü, Yunus Nadi, Yahya Kemal ve babamın doktor arkadaşları vardı. Onların en büyük eğlenceleri de küçük Ayla’ydı. Nefret etmeme rağmen eve her geldiklerinde misafirlerimize, küçücük yaşta kemanımla konserler vermek zorunda kalırdım. Hepsinin tek takıntısı vardı, o da çalarken omzumun doğru pozisyonda olup olmadığı (gülüyor)...
* Konserlerle aranızda aşk-nefret ilişkisi varmış anladığım kadarıyla... Çünkü bir yandan “nefret ediyorum” diyorsunuz, bir yandan da çocuk yaşta kalabalıklara konserler veriyorsunuz...
- Bak hiç böyle düşünmemiştim (kahkahalar). Doğru söylüyorsun, ilk konserimi 10 yaşında Saray Sineması’nda, Çocuk Esirgeme Kurumu yararına vermiştim. O yaştan beri keman çalarken gözlerimi kapatırım. Son parçayı bitirip gözlerimi açtığım anda gördüğüm sahne hayatım boyunca aklımdan çıkmadı. Çünkü o kadar içli çalmışım ki, tüm salon karşımda ağlıyordu.