Paylaş
* İstersen önce gel “Bir gün bir Alman, bir Fransız, bir Türk” diye başlayan fıkraları andıran şecerenden başlayalım...
- (Kahkahalar) Bak hiç böyle düşünmemiştim. Hakikaten de durumun özeti bu! Annem Rum, babam Ermeni, anneannem İtalyan, babaannem Musevi, dedem ise Rus... Kuzenlerimin de bir ara ülkü ocakları başkanlığı yaptığını düşünürsek, sanırım gerçekten de biraz “little little in the middle”ız (gülüyor). Allah ne verdiyse, hepsinden var bizde...
* Peki bu mini mini “Birleşmiş Milletler karargahı” nereye konuşlanmıştı?
- Ben tam bir Beyoğlu çocuğuyum. Cihangir Caddesi’nin sonundaki otelin karşısındaki evde dünyaya geldim. Ama semtin şimdiki gibi bir imajının olmadığı zamanlardan bahsediyorum. Yoksul sayılabilecek bir aileydik. Komşularımız kapı önünde toplanır, çaydanlıkla çay indirir, çocuklar top peşinde koştururdu.
* “Asfaltların tozunu az attırmadım” diyorsun!
- Ayıpsın! Okullarım da hep oradaydı. Önce Firuzağa İlköğretim Okulu, Cihangir Ortaokulu, ardından da Taksim Atatürk Lisesi’ne gittim. Evdeki dominant karakter annem olduğundan, benim azınlık okullarına gitmemi hiç istemedi.
* Okulda Türkçe öğreniyordun da evde hangi dillerin boyunduruğu altında yaşıyordun?
- Annem anneannemle konuştuğu için Rumca’yı öğrendim, ama babamın dili Ermenice’yi maalesef ki bilmiyorum. Hoş zaten babam da Ermenice değil, Rumca bilir.
* Kendini hangi tarafa daha yakın hissediyorsun?
- Benim anlayışımda sınırlar, bayraklar pek bir şey ifade etmiyor. Ama yine de sıkıştırıp “Ulan ruhunda ne hissediyorsun?” diye sorarsan; rakı balık masasına oturduğumda Rum olmayı çok seviyorum derim.
* Anasına bak, oğlunu al misali...
- Aynen öyle... Ama biliyor musun ben hiçbir zaman azınlık psikolojisi yaşamadım.
* Haydi ya, bu konuda arabesk bir öykün yok mu yani?
- İnan ki azınlık olmamla ilgili bir travmam yok. Benim asıl travmam kendimi daima çok yalnız hissetmemdi. Zaten gittiğim okullara bakarsan, bizimkilerin benden fazlaca bir beklentisi olmadığını fark edersin. Okusam da olurdu, okumasam da...
* Ee zaten senin gibi birinin inek olmasını kimse bekleyemez.
- Aslında ortaokula kadar ben de gayet sıradan bir öğrenciydim. Hatta bir ara takdir, teşekkür rekabetine bile girdim. Belki bunlar şimdilerde yaşansaydı, bizimkiler beni çocuk psikiyatristlerine götürürlerdi. Çünkü hayatımda bir şeyin eksik olduğunu hissedip, devamlı ağlayan bir tiptim.
* O yaşta bir çocuğun ne derdi olur ki?
- Bazılarımız nefes aldığımızda sadece havayı solurken, diğerileri de ortamı her şeyiyle emer. Ben de o ikinci kısımdandım, çok duyarlı bir çocuktum. “Neden hep mutlu değiliz” diye düşünür dururdum.
15 YAŞINDA PAVYONUN NE OLDUĞUNU ÖĞRENDİM
* Gerçekten mutsuz bir çocukluğun mu oldu?
- Hayır, tam tersine inanılmaz fırlama bir tiptim. Düşünsene 15-16 yaşında pavyonun, hatta okula satırla gitmenin ne demek olduğunu öğrenmiştim. 10 yaşında aikido yapmaya başlamıştım. 14 yaşında ilk dövmemi yaptırdım. Etrafımda uyuşturucu kullananlar da gördüm, o anlamda her şeyi yaşadım. Tabii en büyük şansım da Beyoğlu’nda büyümekti. Dünya Klasikleri’yle de yolum orada keşişti.
* Nasıl yani İstiklal’de Cervantes ile mi karşılaştın?
- (Gülüyor) Dalga geçmeyi bırak da dinle... Kitap okuma alışkanlığı olan bir ailede büyümedim ben. Bir gün Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki sahaflardan kitap alırken, adamın biriyle tanıştım. Bana “Senin iyi beslenmen lazım” dedi. Bunun üzerine de 8 yaşında Nietzsche okumaya başladım. Ardından da Dostoyevski, Balzac geldi...
* O yaşta bir çocuğun Nietzche okuması güzel de, beynini fazla zorlayıp balataları yakmış olabilir misin?
- Bak bu olabilir (kahkahalar). Ya zaten çocuk yaştaki aklımla hiçbirini anlamadığımı biliyorum ama şimdi geriye dönüp baktığımda o kitapların insanları iyi analiz etmeme acayip katkısı olduğundan eminim. Ben gerçekten değişik bir çocuktum, yine 8 yaşında “Alinur Velidedeoğlu’yla çalışacağım” diye tutturmuştum.
* Bir insan neden 8 yaşında Alinur Velidedeoğlu’yla çalışmak ister ki?
- Bir gün televizyonda bir reklam gördüm. O çocuk aklımla “Bu reklamı yapan adamla çalışacağım” demişim. Adını sanını tabii ki o zamanlar bilmiyordum. Kim olduğunu yıllar sonra öğrendim. Ve 8 yaşında kurduğum o hayal bir gün gerçek oldu! Güzel Sanatlar Saatchi&Saatchi’de çalışmaya başladım.
* Boş saatine denk gelmişsin desene...
- Orasını bilemem ama hayatımın kırılma noktalarından biriydi. Aa bir de o zamanlar Ermeni bir kızla beraberdim. Patrikhane’de gönüllü olarak çalışıyordu. Bana da bir iş buldu. “Ama ben Ermenice bile bilmiyorum” dedim, “Olsun sende o kültür var” diye cevap verdiler (gülüyor). Bu vesileyle Patrik’le tanışma şansı yakaladım. Oxford’da burslu okumam için benim adıma mektup gönderdiler. Böylece Oxford’a kapağı atmış oldum. Karizmayı sonunda orada düzeltebildik. Ama oranın sadece bir etiket olduğunu da unutmadık.
ALLAH DA MI BENİ OLDUĞUM GİBİ SEVMİYOR!
* Ee peki o kıza ne oldu?
- İngiltere’ye gitmeden önce bizi evlendirdiler. Böylece 23 yaşında dünyaevine ilk kez girmiş oldum. Ardından iki sene Londra’da yaşadım. Dört yıl sonra da boşandık. Biliyor musun evlendiğimiz gün bana Hıristiyanlık’ta cinsellik diye üç ciltlik kitap verdiler. Daha ilk cümlesinin “Asla zevk için sevişmeyeceksin” olduğunu görünce hemen aldığım yere bırakıp oradan hızla uzaklaştım (kahkahalar).
* Tabii işine gelmedi...
- Bana göre inanç noktasında tüm dinlerin ortak bir kesişim kümesi vardır; o da Paganizm... Vicdana ve Allah’a inanıyorum. Gerisi bana uymuyorsa uymuyordur abi. Annem ben çocukken “Yaramazlık yaparsan Allah çarpar” deyince, “O da mı beni olduğum gibi sevmiyor?” diye cevap verdiğimi hatırlıyorum. Hayata klasik kalıplardan bakmıyorum.
* Zaten reklamcı olmandan belli...
- İngiltere’den döndükten sonra hayat benim için başka bir noktaya gelmeye başlamıştı. Reklamcılıktan çok da güzel paralar kazanıyordum. Hatta 21 yaşında kurduğum en büyük hayalim olan iki tane Ferrari’ye sahip olabileceğim tek sektör de buydu belki de... Fakat sonra bunların boş işler olduğunu, o arabayı konforu ve rahatı için kullanıyorsan tamam ama birine hava atmak için kullanıyorsan bir zavallılık haline geldiğini çakozladım.
* Bundan sonrasını zaten Ferrari’sini Satan Bilge kitabında okuduk...
- (Kahkahalar) Yok gerçekten böyle düşünüyordum. Ardından Vodafone’da çalışmaya başladım ama bir süre sonra orada da darlandım.
* Niye rahat mı battı?
- Çünkü yaptığım şeyler artık beni mutlu etmiyordu. Çocukluk yaşlarımdan beri zaten bir şeyler yazıyordum. Hatta yeni kitaplar almak için, yazdıklarımı zımbalayıp satardım. 99’da kendi web sitemi kurunca, yazılarım bir anda çok fazla okunmaya başladı. 2008’de de bir yayın evi gelip “Kitap yaz basalım” dedi. Üç gün Ağva’da otele kapanıp, ilk kitabım “Sen ve Ben”i yazdım. Geçmişten içimde ne kaldıysa, hepsini ona döktüm.
BU ÜLKEDE İŞSİZ KALAN HERKES KENDİNİ YAŞAM KOÇU İLAN EDİYOR
Türkiye’nin 3 milyon 824 bin 659’uncu yaşam koçu oldun...
* Çok haklısın abi bu ülkede işsiz kalan, emekli olan herkes kendini yaşam koçu ilan eder oldu. Ama ben onlardan biri değilim, guru ya da herhangi bir koç hiç değilim. Ben de kendi yolumu bulmaya çalışan bir herifim. Her insan gibi son nefesime kadar devam edecek o dönüşüm için çalışıyorum.
Gerçekten de nedir bu yaşam koçu bolluğu... Memlekette “Yürü koçum” diyen herkesin sertifikası mı var?
*Sanırım “size hayat öğreteceğim” sözü çok prestijli geliyor kulağa da ondan... Çuvaldızı kendime batırarak konuşuyorum. Söylediğim her şeyi ben hayatımda gerçekleştirebiliyor muyum? Hayır! Yüzde 100 anda yaşayabiliyor muyum? Yok öyle bir şey...
Nasıl yani bütün faniler gibi zaman zaman sen de geçmişe takılıyor musun koçum?
* Takılmadan olmaz ki! Ama en azından şunu yapabiliyorum; beş sene öncesine göre daha az takılıyorum. Ne olursa olsun, “başıma ne geldi diye sorma, yürümeye devam et” felsefesindeyim. O 37 yıla o kadar çok şey sığdırdım ki... Ve hep şunu gördüm, yaşam sadece yaşanarak öğreniliyor. Kimse de bana benim yaşamımı veremez.
Peki sen nasıl bize vermeye cürret ediyorsun?
* Vermiyorum ki abi, ben sadece bir model olabilirim. Sana bilmediğin bir şey de söyleyemem, en fazla “Ne yapıyorsun?” diye sorabilirim. Sümer Yazıtları’na bile baktığında aslında Mevlana’nın “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” mesajına benzer göndermeler var. Bunun üzerine de söylenecek bir şey kalmıyor.
AYNI HAMAMBÖCEKLERİ GİBİ YİYECEĞİZ, İÇECEĞİZ, SEVİŞECEĞİZ VE ÖLECEĞİZ
* Dün dünde kaldı cancağızım, sen bize yeni ne söylüyorsun?
- Artık “Gitme Zamanı” diyorum.
* Ve “Kitaba gelelim” diyorsun...
- (Gülüyor) Çok samimi bir şekilde söylüyorum ki bu sadece bir roman değil, işin içinde bir de gerçekten güzel felsefe var. İki bölümden oluşuyor; biri batın, diğeri de zahir bölüm...
* Nedir batın?
- Görünmeyen, sembollerle aktarılan demek! Düşün milyonlarca şirketten birinde çalışıyorsun ve hayat seni telef ediyor. Gününün çoğunu birlikte geçirdiğin insanlar yüzünden yaşamın alt üst oluyor. Bunun da nedeni aslında ego dediğimiz o lanet şey... Kendimizi o kadar kaptırıyoruz ki, sonunda da yarattığımız dünyada egolarla yaşamak inanılmaz zor bir duruma geliyor. Çünkü egonun derdi hiç bitmeyecekmiş gibi yaşamak istemek...
* Peki senin reçeten ne?
- Öleceğiz abi, hepimiz öleceğiz! Önce bunun farkına varmamız lazım. Biliyorum bu o kadar da kolay bir şey değil. Bilinçaltın doğal olarak “Bitecek bir şeyi ben niye yaşıyorum?” sorusuna cevap arıyor. Zaten bunu yaparken de yarattığımız kimlikler egolarımız oluyor. “Eğer sen kendini plana, şekle şemale sokmaya çalışırsan yanarsın!” Materyalist felsefeye göre aynı hamamböcekleri gibi yiyeceğiz, içeceğiz, sevişeceğiz ve öleceğiz.
* “Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez” mi diyorsun?
- Çoğunluğa bakarsan hayatın anlamı şöyle; al, al al, hiç durma biraz daha mal mülk al... E niye mutlu değiliz o zaman? Bana gelen adama bakıyorum, özel uçağı bile var. Mal mülk insanı mutlu edecek olsa o adam neden bana gelsin ki! Demek ki o da yetmiyor. Bütün kavga ve sorun da buradan çıkıyor zaten. Çocukluğumuzdan beri hep başkalarının takdir etmesi için değerli olmamız gerektiği aşılandı bize. Oysa bu çok büyük bir hata...
POPÜLERLİK RÜZGARI ESMEYE BAŞLAYINCA POPOM KALKTI
* Takdir edilmeye çalışırken, mutluluğa takatimiz mi kalmıyor?
- Aynen öyle! O yüzden ben artık kavgamı sadece kendi yüreğime göre yaşıyorum. Neysem oyum abi, düzeltmeye çalışmıyorum. Kitabı yazarken bir yere küfür yazdıysam onu öylece bırakıyorum.
* Peki “ben”likten birliğe, bizliğe geçilmesi gerektiğini söyleyen insanlardan biri olarak, röportajın başından beri ben kelimesini bu kadar sık kullanman biraz tuhaf değil mi?
- Ben kimseye bir şey öğrettiğimi iddia etmiyorum. Ben aslında sadece beni ortaya koyuyorum. Yaptığım hataları, düştüğüm halleri anlatıyorum. Bunu söylerken de bilerek daha çok ben sözcüğü kullanıyorum (gülüyor).
* Aslında paramızı alıp bizim üzerimizde bir deney yapıyor olabilir misin?
- Bilmiyorum, sadece ben kendimi ifade ediyorum. İfade ettikçe de kendimdeki dönüşümü görüyorum. İnsan hayatta her şeyi kendi için yapıyor. Ben de bunu en iyi yazarak yaptığımı fark ettim. İçimdekileri tutmayıp paylaştığım zaman kendi yolumu çizmeye başladığımı gördüm.
* Valla paketi üzerinde cümleler kuruyorsun. Yoksa sen gizli bir pazarlama gurusu musun?
- Bu yola çıkarken insanların sayemde mutlu olmalarını egomu beslemek için mi seçtim diye çok düşündüm. Onların mutlu olması bana yetecek mi diye de sorguladım kendimi. Tabii popülerlik rüzgarı estiğinde o tarafa kaydığım zamanlar da olmadı değil.
* Popon kalktı yani...
- Evet kalkmıştı ama popülerliğin boş bir durum olduğunu fark edip hemen U dönüşü yaptım (kahkahalar). Gerçekten yüreğini ortaya koyamayıp, bir pazarlama gurusu olsan, insanlar bunu anlayıp zamanla seni aşağıya indirirler. Çok şükür ki bende öyle bir durum olmadı. Benim pazarlama yapmadığımın en büyük kanıtı da bu!
HENÜZ BİR ŞEY OLAMADIM DÖNÜŞÜMÜM DEVAM EDİYOR
* Hayata tur bindirirken ilk yapmamız gerekenin ne olduğunu fark ettin?
- Her şeyden önemlisi içinden geldiği gibi yaşamak abi! Mesela ben zorunda olduğum hiçbir şeyi yapmıyorum.
* Nasıl yani, sokakta bir kadını beğenince gidip onu tak diye dudağından öpebiliyor musun?
- Bunu yapmasam da en azından rahatça açılabiliyorum. Hem ne kaybederim ki? Bizlerin hayattaki en büyük sıkıntısı elde edemediğimiz şeyler için üzülmek. Birçoğumuz elimizdekiyle yetinmeyi, gerçek ihtiyaçlarımızın ne olduğunu bilemez haldeyiz.
* Bütün bunlar iyi güzel de, bize kurgu bir hayatı anlatmadığını nereden bileceğiz?
- Çok rahatım çünkü zamanla gerçek ve sahte ayrışır. Hiçbir şeyin üzerini örtemezsin, istesen de örtülmez zaten. “Gitme Zamanı”nda yalandan gerçeğe gitme zamanından bahsediyorum. Kim olduğunu istediğin kadar saklamaya, değiştirmeye çalışırsan çalış, alışmadık sırtta gömlek durmuyor.
* Senin üzerinde ne var peki?
- Sadece kendi kıyafetlerim! Bak sana bir travmamdan bahsedeyim. Çocukken ahşap, elektrik aksamı açıkta duran, kalorifersiz ve yangın tehlikesi olan bir evde büyüdüm. En büyük hayalim bizimkilere bir ev alabilmekti. Çok şükür ki cebim para görünce alınmasına da yardımcı olabildim. Zamanında maaşının dörtte üçünü oyuncağım için harcayan babama, eve alınan iki balıktan birini tek başına bana yediren anneme borcumdu bu.
* Yapma Aret, “geçmişi bırak, anı yaşa!”
- Haklısın! Ama bu söylediklerim geçmişi bırakamadan önceki hallerim... Hem geçmişte yaşadığım her şey bugün beni ben yapan şeyler. Bunun da bilincindeyim. Ha hepsi doğru mu? Hayır değil! Bizim toplumumuzda çocuklar, aileleri tarafından bir şeyler yapmak üzere programlanarak büyütülüyor. Bu da insanın sırtında ciddi bir yük oluyor.
* Türk anne ve babasının en büyük yanlışının bu olduğunu söyleyebilir misin?
- Yüzde 1 milyon... “Bunların hepsini senin için yaptık” cümlesi kadar tehlikeli bir şey yok! Tamam yaptın da ben istedim mi ki? Hem onları yapmasan benim gözümde kötü baba olmazdın ki! O yüzden anne ve babalar yaptıklarını abartarak anlatırlar, çünkü değerlerini daha da artırmak isterler.
* Bunların hepsi bize yüklenmiş “mecburiyetler” mi?
- Her şey 0-3 yaş arasında şekilleniyor aslında. Ama ben yine de şanslı olduğumu düşünüyorum. Tüm bunların yanında o yoklukta ailesi tarafından Büyükada’da ev tutulup tatil yaptırılan biriydim. Ama ben olsam o yoklukta kendi çocuğum için böyle bir zorluğu yaşamayı tercih etmezdim açıkçası.
* Bu da biraz bencillik değil mi?
- Kendimi yok ederek çocuğu var etmeye çalışmam daha büyük bir hata olur. Kaldı ki çocuk 10 okuldan mezun olup 7 dil bilse kaç yazar iyi insan olamadıktan sonra... Ben beş yaşındayken anneme sormuşlar “Büyüyünce ne olacak?” diye, “Ne istiyorsa onu olsun” demiş. Şimdi 36 yaşındayım yine aynı şeyi söylüyor. Biraz böyle olabilmek lazım.
* Sonuçta sen ne oldun peki?
- Valla henüz bir şey olamadım İzzet abi (kahkahalar). Dönüşümüm hâlâ devam ediyor. Yolculuğum da aslında kurumsal hayattan bunalıp istifa ettikten sonra bir arkadaşımın Nişantaşı’ndaki hukuk bürosunda Yaşam Atölyesi’nin ilk toplantılarını gerçekleştirmemle başladı. Önceleri en fazla beşer kişi geliyordu.
Sonra nasıl keşfedildin?
- Atölyeyi kurduktan sonra Asmalımescit’te 750 lira kiraya kendime küçük bir daire tuttum. Hayalimdeki gibi insanların kendini önyargısız ifade edebildiği bir yer yaptım. Orada sadece sohbet ediyorduk.
ELİMDE FORMÜLLER YOK MUCİZE HAPLAR SUNMUYORUM
* Psikiyatristler ve psikologlar çıkıp “Haddini bil lan oğlum, sen kimsin” demiyorlar mı?
- Şu an için kızan yok çünkü kimseye ne yapmaları ya da yapmamaları konusunda öğüt vermiyorum. “Biri bana bir şey dese de onu yapsam” diye bekleyen de yok. Biliyoruz ki benim doğrum ya da bakış açım sana zarar verebilir. Herkes özgür bir şekilde fikrini söyleyip uygulayabilmeli. İşte Yaşam Atölyesi tam da buna imkan sağlıyor.
* Bu “mutluluk cenneti”nin kapıları herkese açık mı?
- Evet açık ama geçen yaşadığımız bir olayı anlatayım sana. Atölyeye bir transseksüel gelmeye başladı. Önceleri kimse bir şey anlamadı, sonra içlerinden biri “aa” deyip kimliğini çözdü. “O geliyorsa, ben buraya gelmem” deyince de bunu söyleyen kişinin atölyeyle ilişiği kesildi. Çünkü sen de gelsen karşımda İzzet Çapa olarak değil, İzzet olarak oturabilirsin. Kartvizitlerle işimiz yok bizim!
* Yapma Aret, buna inanmamı beklemiyorsun herhalde! İnsanlar yıllarca yaratmak için uğraştıkları sıfatlarını bu kadar kolay kaldırabilse zaten oraya gelmeye ihtiyacı olmaz ki...
- Ben sana gerçekte olanlardan bahsediyorum. Orayı felsefe konuşulan bir yer olarak düşün. Kimsenin hayatını değiştirmiyoruz. Sen oradaki konuşmalardan feyz alıp değiştirebilirsen ne âlâ... Şunu da söyleyeyim “Abi Aret’e gittim, bir halt da öğrettiği yok” diyenler de çıkıyor aralarından tabii ki. Bu tamamen senin bir şey almayı isteyip istememenle alakalı.
* Bize balık tutmuyor, balık tutmayı öğretiyorsun yani?
- Aslında balığın nasıl tutulacağını hep birlikte konuşarak öğreniyoruz. Yoksa “Bir hafta boyunca sabaha karşı kalkıp kafana üç yumurta beyazını sür. Sana bir aydınlanma gelecek” desem bunu yapabilecek yüzbinlerce insan var güzel ülkemizde. Benim elimde formüller yok, kimsenin önüne mucizevi haplar sunmuyorum. Zaten öyle bir şey de yok...
ÖNEMLİ OLAN YÜREĞİNİN İFLAS ETMEMESİ
* Ruhumuzun 10 bin kilometre bakımını tamamlamak ne kadar sürüyor?
- Genelde kullanılan 12 haftalık bir program var. O da haftada bir gün üç saat... İçinde sosyal sorumluluk çalışmaları, okuma programları gibi çeşitli aktiviteler var.
* Esnaf ağzıyla sorayım o zaman; günahı ne kadar bu işin?
- 12 haftalık programın fiyatı 2,750 lira. Günlük seminerler de veriyoruz. Düşünsene bugüne kadar 257 bin kişiyle buluşmuşuz abi...
* Dönüşüm dönüşüm diye tutturmuşsun. Kişisel gelişimle dönüşüm arasındaki fark ne?
- Çok basit, içeriyi halletmeden dışarıyı halledemezsin. İnsan neyse onu ortaya çıkarıyoruz. Ancak kendi gerçeğini kabul eden insan gelişmeye başlayabilir. Biz işin ilk etabıyla ilgileniyoruz.
* O adımı başarıyla geçtiğimizi nasıl anlayacağız?
- Çok net söylüyorum, öncelikle yüreğindekileri gerçek kılabildiğini fark edeceksin. Zimmetine para geçirip ruhunu satan ama sonunda istediği arabayı alan adam başarılı mıdır sence? Para toplumsal hayatta başarı gibi gösterilse de asıl başarı kendin olabilmek. Yoksa elindeki mal varlığını alsam kendini nasıl hissedersin? Önemli olan insanın yüreğinin iflas etmemesi.
* “Bir tek insanı dışarıda bırakmadan, her insanın hayalleri sevgi üzerine temellenmiş bir dünya gerçek kılmasını istiyorum” gibi bir laf etmişsin. Paralel evrende yaşıyor olabilir misin?
- Bu arzumun tam olarak hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğinin tabii ki farkındayım. Ama özellikle son bir senede Anadolu’yu karış karış gezip, oradaki insanların hayatlarında küçük dokunuşlar yapabildiğime inanıyorum. Ve ister inan ister inanma aslında bunlar bile çok fazla şeyin değişmesine sebep oluyor.
* Pollyanna taklidi yapmıyor musun yani?
- Söylediklerim yapılması hiç de zor şeyler değil. Mendil satan bir çocuktan mendil almak yerine başını okşayıp sohbet etsen ne kaybedersin ki? O çocuk insanların kendisini sevmediğine inandırılmış. Onun bu bakış açısını kırmak, vereceğimiz 3-5 liradan çok daha hayırlı olacak hepimiz için. Belki farkında olmadan gelecekteki bir canlı bombayı yok etmiş olacağız. Ben karşı tarafın hayatına dokunarak besleniyorum. Uzun süredir ne eğlence, ne haftasonu planları beni mutlu ediyor.
* Sonra yine çocukluğundaki gibi yalnız kalınca “mutsuzum” diye hüngür hüngür ağlama...
- Çok klişe olacak ama zaten hepimiz yalnızız be abi. Sevgilimizle seviştikten sonra arkamızı dönüp uyuduğumuzda da, kulaklıkla müzik dinlerken de yalnızız. Yalnızlık ne bitecek ne de yeri doldurulabilecek bir şey. Halbuki o senin kara kutun, onunla yaşamalısın. Yalnızlığını unutursan kendinden uzaklaşırsın...
KİMSE BANA MASKESİZ OLDUĞUNU İDDİA ETMESİN
* Tiyatro nereden çıktı şimdi?
- Tiyatro değil gösteri diyelim istersen. Nasıl kişisel dönüşümde felsefe ve edebiyatı birleştirdiysem, gösteride de Levent Özdilek’le söyleşi ve tiyatroyu birleştiriyoruz. Daha fazla insana ulaşmak için gösteri yapmaya karar verdim. Şimdi bir de sinema projesi üzerinde çalışıyorum. “Bir Nefes İstanbul”un film olma durumu var. Ama asıl önceliğim çok farklı bir televizyon programıyla ekranlarda olmak...
* Arı gibisin, iki dakika rahat durduğun yok...
- Durmayacağım da! Yazmaya ve ulaşabildiğim insan sayısını maksimize etmek için yeni kulvarlar bulmaya devam edeceğim. Ama şunu söyleyeyim, doğaçlama yapmayı sevdiğimden gösteri yaparken kendimi çok iyi hissettim.
* “Değme tiyatroculara taş çıkardım” mı diyorsun?
- Hepimiz birer tiyatrocuyuz aslında. Herkes oyunuyor. “Tibet’e gidip geldim artık çok sakinim, sinirlenmeyeceğim” diyor adam. Sen İstanbul’da Boğaz trafiğinde birileri arkandan korna çalıp küfür ederken sinirlerine hakim olabiliyor musun, onu söyle bana abi! Bu şehrin içinde yaşamak da, kurumsal hayatta çalışmak da, hatta siyaset de bir tiyatrodur.
* Hepimiz kendi tiyatromuzun başrol oyuncusu muyuz yani?
- Aynen öyle! Kimse bana maskesiz olduğunu iddia etmesin. İşe giderken, kayınvalidenle konuşurken, müdürün seni azarlarken hepimiz maskelerimizi takıp yaşamaya devam ediyoruz. Artık gerçeğimizi kabul edelim. Aret de bu şehirde yaşadığı sürece yeri geldiğinde maskesini takmak zorunda. Tamam mı? Bu iş bu kadar basit!
Paylaş