İsmet Berkan

Demokrasi sandıktan ibaret midir değil midir?

3 Eylül 2013
Üç tartışmamızın birinde ‘Demokrasi sandıktan ibaret midir, değil midir’ cümlesi geçiyorsa, bu ülkede fevkalade yanlış giden bir şeyler var demektir.

Önce kısaca hatırlayalım, yakın dönemde bu tartışmayı gündemimize Cumhurbaşkanı Abdullah Gül soktu. Cumhurbaşkanı, Gezi olayları bağlamında, ‘Demokrasi sandıktan ibaret değildir’ deyiverdi.
Günahını almayalım, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hiçbir zaman çıkıp, ‘Hayır, demokrasi sandıktan ibarettir’ demedi ama onun yerine ‘Demokrasi sandıktan ibaret değildir’ diyenleri topa tuttu. Son olarak Mısır darbesi bağlamında bu konu yeniden gündeme geldiğinde Başbakan Erdoğan, ‘Demokrasi sandıktan ibaret değildir’ diyenleri darbenin destekçisi ilan etti.
Herhangi bir Batı demokrasisinde konusu bile edilmeyecek önemsizlikteki bir ilkenin Türkiye’nin Başbakanı ile Cumhurbaşkanı arasında tartışılması, medyasında her gün bu tartışmaya değinen en azından bir yazının yayımlanması, ‘Ah biz Türkler geri kalmış bir milletiz, demokrasiyi de anlamıyoruz’ kolaycılığıyla geçiştirilecek bir şey değil.
Hiç kuşkunuz olmasın, bu tartışma aslında önemli sinir uçlarına dokunuyor.
Balığın baştan kokması hesabı, bizim tartışmamız da aslında 14 Mayıs 1950’deki Demokrat Parti’nin seçim zaferine dayanıyor. DP seçimi kazanıp iktidarı devraldığında sandığa dayanıyordu kuşkusuz. Ama arka planda çalışmakta olan ve rejime ana karakterini veren anayasa hâlâ tek partili sistemin anayasasıydı. O Anayasa ile İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, bütün valiler ve belediye başkanları CHP’nin aynı zamanda il başkanı olmuş, devlet ile parti ayrılamaz hale gelmişti. En basitini söyleyeyim: Muhalefette kalan CHP’nin sembolündeki Altı Ok tek tek anayasada sayılıyordu.
DP’nin o sırada dünyada gerçek bir patlama yaşayan özgürlükçü demokrasilere bakıp Türkiye’ye gerçek bir demokratik restorasyon yaşatma şansı vardı; en azından anayasada ve demokrasiyle temel insan haklarının kullanılmasına engel olan kanunlarda özgürlükçülüğü seçebilir, Türkiye’yi İtalya, Almanya, Fransa, Japonya, Avusturya, Belçika, Hollanda gibi demokratik bir ülke yapabilirdi.
Ama DP, demokrasiyi inşa etmek yerine iktidarı seçti. Bugün, ‘Tek parti diktatörlüğü’ diye anılan dönemin anayasasına ve temel yasalarına neredeyse hiç dokunmadan, sadece sandık sonucuyla yetinerek ülkeyi yönetmeyi tercih etti.

Yazının Devamını Oku

‘Ayna nöron’larımız böyle olmasaydı insan olur muyduk?

1 Eylül 2013
Dünyada beyin, insan beyninin çalışma biçimi ve son elde edilen gelişmeler konusunda ciddi bir kitap patlaması yaşanıyor.

Bir yandan nörologlar yazıyor bu kitapları, bir yandan felsefeciler. Sayısız deney ve araştırma yapılıyor olmalı bu alanda.
Beyinle ilgili araştırmaların ve dolayısıyla yaşanan yayın patlamasının arkasında yeni tıbbi görüntüleme teknikleri yatıyor. Eskiden, nörologlar beyinle ilgili bilgileri yaşanan özel rahatsızlıklardan yola çıkarak derleyebiliyorlardı; deney yapılıyordu ama çok sınırlıydı. Beynin anatomisi ve beynin çeşitli bölgelerinin ne işe yaradığı bu yolla çıkarıldı, listelendi.
Ancak bu yine de eksik bir harita ve listeleme. Beyinle ilgili olarak hâlâ bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında çok az.
Tam da bu sebeple herhalde, ABD Başkanı Barack Obama birkaç ay önce beynin tam bir haritasının çıkarılması için bir seferberlik başlattı, bu amaçla bir araştırma bütçesi ayrıldı.
Beynin sırlarının çözülmesi, insanlıkla ilgili pek çok sırrın da çözülmesi anlamına gelecek.
Dedim ya bir yayın patlaması var diye, daha önce bu köşede artık Türkçede de çıkan David Eagleman’ın The Incognito’sundan söz etmiştim. Bu sıralar, V. S. Ramachandran’ın ‘The Tell-Tale Brain - A Neuroscientist’s Quest for What Makes Us Human’ını okuyorum.
Ramachandran, kitabın alt başlığından da anlaşılacağı gibi, insanı diğer canlılardan ayıran temel özelliğin beynimizin geçirdiği özel evrimde olduğunu düşünüyor.

Yazının Devamını Oku

Tehlikeli gerginlikler, tedavi edilemez nefretler

31 Ağustos 2013
Önce Afyon’da, Büyük Taarruz’un başlaması nedeniyle düzenlenen törende Cumhuriyet Halk Partili ve Ak Partili kalabalıklar karşı karşıya geldi; gerginlik elle tutulur düzeydeydi.

Ardından İzmir’de İzmir Fuar’ının açılışında iki partinin bayrak ve flamalarını taşıyan kalabalıklar karşılıklı sloganlar atarak bu gerginliği sürdürdü.
Bunun şaşırtıcı olmayan bir gelişme olduğunu söylemem gerek. Türkiye’de siyaset çoğu zaman siyasi programlar üzerinden değil kültürel ayrımlar üzerinden yapıldığı ve her seferinde keskin kutuplaşmaların altı çizildiği için bu böyle oluyor.
Karşıt görüşlü kalabalıkların karşılaşması, her zaman tehlikelidir; Türkiye’de daha da tehlikeli.
Daha da fenası, kutuplaşmanın ve ötekini düşman, hatta nefret objesi olarak görmenin neredeyse iyileştirilemez, geri döndürülemez bir hastalık olması.
Amerika’da Illinois Üniversitesi’nden Justin Helper ile Pennsylvania Üniversitesi’nden Dolores Albarracin’in daha birkaç gün önce yayınlanan bir araştırması, sadece Amerika için değil Türkiye dahil dünyanın pek çok yeri için de geçerli sonuçlar üretiyor.
Amerika’daki siyasi kutuplaşmanın Türkiye’den hiç de kalır tarafı yok. İki tarafın militanları medya başta olmak üzere her alanda kıyasıya birbiriyle dövüşüyor, hakaretlerin bini bir para.
Helper ile Albaracin’in araştırması şu soruyla başlıyor: Bir kişinin sağlık sigortasıyla ilgili tutumunu öğrenmek için onun mimariye olan yaklaşımını bilmek işe yarar mı?

Yazının Devamını Oku

Suriye konusunda Amerika ile büyük anlaşmazlık

30 Ağustos 2013
Amerika Başkanı Barack Obama, geçen yıl Suriye’deki Esed yönetimini uyarmış, kimyasal silahlara başvurulmasının ABD açısından ‘kırmızı çizgi’ olduğunu söylemişti.

Geçen hafta dünya medyasına da yansıdı, kimyasal silahla öldürülen siviller, küçücük çocuklar... Bölgede görev yapan bağımsız örgütler (Sınır Tanımayan Doktorlar gibi örgütler) ölümlerin kimyasal silah kaynaklı olduğunu doğruladı.
Peki kimyasal silahı kim kullandı? Esas şüpheli kuşkusuz Suriye rejimi; çünkü ellerinde fazlasıyla kimyasal silah stoku bulunduğu biliniyor. Tabii, dünya kamuoyunu provoke etmek için kimyasal silahı muhaliflerin kullandığı iddiaları da mevcut.
Kimyasal silah kullanılıp kullanılmadığını ve kullanıldıysa kim tarafından kullanıldığını saptamak için bölgeye bir Birleşmiş Milletler heyeti gitti. Heyet saldırılara uğradı. Henüz ortaya bir rapor çıkmadı, kesin kanı açıklayan bir raporun olup olmayacağı da belli değil.
Öte yandan Amerika ve İngiltere, şimdiden Suriye rejimine bir cezalandırma saldırısı yapmak için hazırlığa başladı. Özellikle dünkü The New York Times’da çıkan fazlasıyla ayrıntılı bir habere inanacak olursak, Amerikan ordusu şimdiden 50 civarında hedefi saptamış durumda. Cezalandırma saldırısının amacı ve hedefi Suriye’yi kimyasal silahları savaş araçlarıyla kullanamaz hale getirmek olacak; kimyasal silah depolarına ise saldırı olmayacak.
Yine The New York Times’ın haberinden öğreniyoruz ki Amerikan yönetimi bu ‘cezalandırma saldırısı’ ile Suriye’de rejim değişikliğini kolaylaştırmak istemiyor. Yani, savaşta dengeyi muhalifler lehine ve ciddi biçimde bozacak çapta bir saldırı yapmak istemiyor.
Eğer bu haber doğruysa (ki doğru olma olasılığı çok yüksek) Türkiye başta olmak üzere Suriye’de rejimin bir an önce devrilmesini isteyen ülkelerin bu durumdan hoşnut olmayacağı çok açık.
Şu sıralar Türkiye ile Amerika ve İngiltere arasında sürmekte olan telefon diplomasisinin neye yönelik olduğunu tahmin etmek de zor değil: Türkiye, Suriye ordusunu da büyük ölçüde etkisiz hale getirecek bir hava saldırısını tercih ediyor. Böylece muhaliflerin yeniden askeri üstünlüğü ele geçirmesi, hatta Esed rejimin devrilmesinin hızlanması umuluyor.

Yazının Devamını Oku

Ali İsmail’in katilleri neyle yargılanacak?

27 Ağustos 2013
Biliyorsunuz , cennet vatanımızda Gezi olayları sırasında bayrak satan, kafede ailesiyle oturup bira içen, o sırada alışveriş merkezinin önünde yürümekte olan kişiler ‘terörist’ suçlamasıyla yargılanmayı bekliyor.

Peki Eskişehir’de karanlık sokakta pusu kurup Ali İsmail Korkmaz’ı bekleyen, onu canavarca döven ve sonunda öldüren kişiler hangi suçtan yargılanacak?
Eskişehir’de bir savcının kimseyi dinlemeden ısrarlı soruşturması, Radikal gazetesinde de İsmail Saymaz’ın haberlerin peşinden bir gün bile ayrılmaması sonucu Ali İsmail’in dövülme görüntüleri ortaya çıktı. Burada kimin ne yaptığı çok net.
İstanbul’da Taksim meydanında bayrak satan adamı terörden yargılatan yasalarımız Ali İsmail Korkmaz’ın ölümüne neden olan saldırıyı yapanlara da işliyor mu acaba?
Şimdilik gözüken Ali İsmail’i öldürenlerin iyimser ihtimalle ceza kanunun ‘kasten adam öldürme’yi düzenleyen 81 ve 82. maddelerinden yargılanacakları. Savcı ‘kasıt’la ilgili yeterli delil bulamazsa davasını bu kez TCK 86’da düzenlenen ‘Kasten yaralama’dan açabilir. Kaldı ki bildiğim kadarıyla halen soruşturma TCK 86’dan devam ediyor.
İki ceza maddesi arasında dağlar kadar fark var. TCK 81 ve 82’nin bir arada kullanılması durumunda alınacak ceza net: Ağırlaştırılmış müebbet.
Buna karşılık TCK 86’da öngörülen ceza 1 yıldan 3 yıla kadar hapis.
Eksik bırakmayayım, bir de TCK 85. madde var, ‘Taksirle öldürme’ suçunu düzenleyen. Burada öngörülen ceza da 2 yıldan 6 yıla kadar hapis.

Yazının Devamını Oku

Nee, yoksa uzaylılar hiç gelmemiş mi?

25 Ağustos 2013
Sohbet her seferinde buna benzer bir biçimde gelişiyor.

- Sence uzayda hayat var mı?
- Uzayda bir yerde akıllı hayat olma olasılığının çok yüksek olduğunu düşünüyorum.
- Yani var.
- Olup olmadığını bilmiyorum ama burada bizim dünyamızda olduğuna göre katrilyonlarca diğer gezegende neden olmasın?
- Peki sence uzaylılar dünyaya geldi mi?
- Akıllı canlılar uzay gemilerine binip dünyaya gelseler haberimiz olurdu.
- Peki bu uçan daireler falan ne?

Yazının Devamını Oku

Şimdi okullu olduk imam hatipleri doldurduk... mu?

24 Ağustos 2013
Türkiye, geçen yıl zorunlu eğitimi 8 yıldan 12 yıla çıkardı.

Alel acele, plansız programsız ve bir geçiş süresi öngörülmeden yapıldı bu.
Özellikle bir geçiş süresinin öngörülmemesi yüzünden 2012-13 öğretim yılının başına kadar olmayan, daha doğrusu ortadan kalktığı düşünülen bir sorun yeniden belirdi: Okul ve derslik yetersizliği.
Bu memlekette her işimiz ‘Kervan yolda düzülür’ mantığıyla olduğu için, mesela okula başlama yaşının düşürülmesinin yarattığı sorunlar başlı başına can yakıcı bir şey zaten ama bugün ben o konuya değinmeyeceğim. Dediğim gibi, birden bire ortaya bir fiziki mekan sorunu çıktı.
Çünkü eğitim kademelendirilirken yaratılan dört yıllık ‘ortaokul’da imam hatip ortaokulları dahil bazı mesleki okulları seçme şansı da verildi öğrencilere. ‘Normal’ bir ilkokul ile imam hatip ortaokulunun aynı fiziki mekanda olması tuhaf olacağı için bu çeşit ortaokullara fiziki mekan bulmak gerekti, bu bir sorun yarattı. Hala yaratıyor.
Milli Eğitim Bakanlığı, bu dört yıllık üç kademeli eğitim değişikliğinden önce 2010 yılında önemli bir proje başlatmış, lise türlerini azaltma yoluna gitmişti.
Bu düzenleme içinde ‘düz lise’ tabir edilen liseler ortadan kalkacak; bunların hemen hemen hepsi ‘Anadolu Lisesi’ne dönüşecek ve bu liselere sınavla girilecekti.
İki yıl önceye kadar 8 yıllık zorunlu eğitimde yüzde 99’a varan okullaşma oranına ulaşılmıştı. Fakat 8 yıllık ilköğretim bittikten sonra liselerde okullaşma oranı birden bire yüzde 67’ye düşüyordu.

Yazının Devamını Oku

AB Bakanlığı Rum Vakfı’nın kiracısı olacak mı?

23 Ağustos 2013
Bir büyük ayıp daha resmen ortadan kalktı. Ama geride o kadar çok ayıp var ki...

Neydi o ayıp?
İstanbul’da yolu Ortaköy’e düşenler mutlaka görmüştür, Boğaz’ı kat eden ana yolun üzerinde bir bina var, kapısında Avrupa Birliği Bakanlığı İstanbul Temsilciliği yazıyor.
AB Bakanlığı bu binada İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kiracısı. Ama bina İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait değil.
Hikayesi şöyle: Bugün AB Bakanlığı İstanbul Temsilciliği olarak kullanılan bina eskiden Rum Aya Foka Kilisesi Vakfı’na ait bir ilkokuldu.
1949 yılında Kadastro Genel Müdürlüğü binanın tapusunda ‘malik’ bölümünü boş bıraktı. Çünkü o sırada yürürlükte bir genelge vardı ve azınlık vakıflarına ait malların tapularında o malın sahibini yazmamaya başlamıştı devletimiz.
Bu, o taşınmazların zaman içinde devlete geçmesinin kapısını açan bir genelgeydi. O sebeple çok sayıda ayıp yaşandı Türkiye’de. Vakıflara ait taşınmazlara önce el konuldu, sonra bunların bazıları üçüncü kişilere satıldı.
Ortaköy’deki okul daha şanslıydı. Aya Foka Kilisesi Vakfı 1985’te taşınmazın kendi adlarına tapuya tescili için dava açtı. Ama o sırada İstanbul Büyükşehir Belediyesi binayı kamulaştırdı. Kamulaştırma kararının gerekçesi, binayı yıkıp burayı ‘Park ve yeşil alan yapmak’tı. 1987’de kamulaştırma işlemi tamamlandı.

Yazının Devamını Oku