1. Anayasal demokrasilerde hukukun kaynağı, Türkiye’nin de imzacısı olduğu BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir.
2. İnsan hakları ile ilgili her iki temel uluslararası hukuk metni de, bireysel özgürlükler arasında ifade özgürlüğünü de sayar.
3. ‘Darbe olsa da şu hükümetten bir kurtulsak’ demek illa ki ifade özgürlüğü değildir. Bazı Anayasal demokrasilerde bu ‘özgürlük’ olarak tanımlanır, bazılarında tanımlanmaz. Ben, bunun da ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu düşünenlerdenim.
4. İfade özgürlüğünün sınırı, şiddete, şiddet çağrısına ve nefret suçlarına kadardır. ‘Bir darbe olsa ne güzel olur, keşke olsa’ demekle, ‘Hadi arkadaşlar oturalım bir darbe planlayalım’ demek arasında fark vardır. İkincisi, dünyanın her yerinde suçtur.
5. Suçtur ama orada da şuna bakılır: Bu darbe planlamaktan söz edenler planlasalar bile o darbeyi yapabilirler mi? Böyle bir kapasiteleri, araçları, imkanları var mı?
6. Bizim Ergenekon davamızda, ‘Bir darbe olsa ne güzel olur’ diyenlerle ‘Hadi bir darbe planlayalım’ diyenler aynı sepete kondular, birlikte yargılandılar.
7. Darbe planlayanlar bu planlarını gerçekten yaptılar. Yakalanmayacaklarını düşünüyorlardı herhalde, planlarını PowerPoint sunumlar haline bile getirdiler. Bir plan suya düşünce ikinci planı yaptılar. Darbeleri yapamamış olmaları, onların bu darbeyi yapmak için gereken imkan, araç ve kapasiteden yoksun oldukları anlamına gelmez.
Başınızdan geçenler, gözünüzle gördükleriniz, kulağınızla işittikleriniz...
Büyük Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın Roshomon filmini herkes bilmeyebilir. Filmde bir suça tanıklık eden dört kişinin anlatımlarındaki farkları görürüz. Aynı şeyi görmüşlerdir ama hepsinin anlattığı farklıdır; hatta birbiriyle çelişmektedir.
Hatıraların güvenilmezliği, özellikle suç araştırmasında görgü tanıklarının güvenilmezliği hakkında çok ama çok geniş bir literatür var. İşin ilginci kimse yalan da söylememektedir.
Tabii bir de, uzaylıların kendisini kaçırdığını ‘görenler’ var; kulağında sesler duyanlar var. Onlar da yalan söylemiyor; gördüğünü söylediği şeyi ‘görüyor’ ve duyduğunu söylediği şeyi de ‘duyuyor’ o insanlar.
Peki nasıl oluyor da oluyor?
Bilmemiz gereken birinci şey, gözümüzle değil beynimizle gördüğümüzdür. Yani gördüğümüz şeyleri bize beynimiz gösterir.
İkincisi, beynimiz mutlaka ve mutlaka ‘gördüğümüz’ şeyleri manipüle eder.
Hiç umulmadık bir anda hiç umulmadık bir yerden dışarı kaçıverir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi vatandaşlarına nüfus kayıtlarında gizli bir kod (adı da ‘soy kodu’) verdiği ve onları öyle izlediği bilgisininin resmen doğrulanması için bir çocuğun anaokuluna kayıt olmak için mücadele vermesi yeterli oldu. Haftalık Agos Gazetesi sayesinde hepimiz haberdarız artık.
Öğrendik ki, devletimiz Ermeni ‘soy’undan olanları 2 rakamıyla kodlarmış. İddiaya göre Rum ‘soy’una 1, Yahudi ‘soy’una ise 3 rakamları uygun görülmüş.
Maksat vatandaşları vatandaşlık haklarından yararlandırmak, onlara Türkiye’yi kuran uluslararası antlaşma diyebileceğimiz Lozan’daki haklarından yararlandırmak değil de, onlara eziyet etmek olunca böyle şeyler başa geliyor işte.
Tek görevi o azınlık mensubu vatandaşlara hayatı zehir etmek olan bir resmi komisyonumuz var bizim, eskiden adı ‘Azınlıklar Tali Komisyonu’ idi, bugün kim bilir ne oldu?
Eziyet daha okul çağından başlıyor. Bir azınlığa mensupsunuz ve çocuğunuzu cemaatinizin okula kaydettireceksiniz. Devlete kendinizi ispat etmeniz gerekiyor, ‘Evet çocuğum da o azınlığa mensup’ diyerek. Devletimiz elbette cemaatin kendi kayıtlarını yeterli görmüyor, kendi kayıtlarından bakıp o çocuğun sahiden o cemaatin ‘soy’undan gelip gelmediğini kontrol edip onay veriyor.
Halbuki okul bu; eğitim kurumu; keşke sadece o cemaatlere değil isteyen herkese açık olabilse.
Gezi olaylarıyla bu enerji patlama yaptı; sönmek de istemiyor; bir biçimde canlı kalıyor.
Belli ki hükümet de bu enerjiden ürküyor, bu enerjinin toplu olarak dışa vurulma ihtimali bulunan şeylere, furbol maçları başta olmak üzere, çeşitli kısıtlamalar getirmek için çaba içine giriyor.
Bu muhalefet enerjisini bir araya getiren ve bir arada tutan belki onlarca unsur sayılabilir ama bunlardan bir tanesi merkezi öneme sahip: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında Ak Parti iktidarından memnun olmama ve demokratik yollarla o iktidardan kurtulma özlemi.
Bundan daha doğal, bundan daha meşru bir özlem olamaz. Demokrasilerin ayırt edici bir sürü özelliğinden bir tanesi de, muhalefetin varlığıdır. İktidar her rejimde olur; o iktidarın eleştiricisi ve gelecekteki alternatifi manasında muhalefet ise sadece demokrasilerde vardır.
Türkiye’de herhalde beklenen şey, Ak Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın dönüp bir özeleştiri yapması ve ‘Bizden geniş kitleler memnun değil, öyleyse biz iktidarı bırakıyoruz’ demesi değil.
Mevcut muhalefet enerjisinin bir siyasi güce dönüşmesi ve Ak Parti’yi sandıkta yenmesi gerekir.
Gezi olaylarını sadece muhalefete ve siyasete indirgiyor değilim. Gezi’nin Türkiye’ye verdiği önemli kültürel ve parti siyasetini aşan siyasi mesajları oldu. Onları kimse inkar edemez. Ama bugün konumuz parti siyaseti.
Soruşturmalardan birincisi, elbette savcılık soruşturması olurdu. Vatandaşların nasıl ve hangi yolla öldüğü belli; onları bombalayan uçakların Türk Hava Kuvvetleri uçakları olduğu belli; bir basit soruşturmayla o uçakları kullanan pilotları saptamak mümkün. Sonra pilotlara kalk emri veren, ‘Bombaları at’ emri veren otoriteyi saptamak da kolay.
İkinci soruşturma idari soruşturma olurdu. İdare, kendi davranışlarıyla ilgili araştırma ve soruşturma yaparken temelde iki amacı hedefler. Bunlardan birincisi, hukuk ihlallerini ortaya çıkarmaktır; ikincisi ise o olayda idarenin işleyişinde bir hata olup olmadığına bakıp, eğer hata bulunursa aynı hatanın tekrarlanmaması için öneriler geliştirmektir.
Bu olayda devlet eliyle kullanılan silahlar yüzünden insan öldüğü hatırlandığında, idari soruşturmanın iki yönlü bir hukuki araştırmayı içermesi beklenir. Birincisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silah kullanma yetkisinin hukukiliği yönünden; ikincisi, silah kullanma kararına giden yolda elde edilen bilgilerin değerlendirilmesinin hatalardan arındırılması yönünden.
Hem savcılık hem de idarenin yürüteceği araştırma ve soruşturmaların hızla yapılıp sonuçlarının kamuoyuna duyurulması gerekirdi. Ama bakın gerçekte ne oldu:
1. Savcılık, kendi soruşturmasını olayın üzerinden bir yıldan fazla zaman geçtikten sonra Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’na devretti; bugün hala bu konuda bir iddianame yok ve bir yargılama başlamış değil.
2. İdari bir soruşturma açıldığı söylenmişti ama böyle bir soruşturma gerçekten yapıldıysa bile sonuçlarını bilmiyoruz; bırakın bu olayda ölenler yüzünden birilerinin suçlanmış olma olasılığını, idarenin bir daha aynı çeşit hatayı yapmamak için kendi kendine bir önlem alıp almadığını bile bilmiyoruz.
Önce meseleyi ve mekanizmayı biraz anlatmaya çalışayım:
Çeşitli üniversitelerden çeşitli bilim insanları, yaz aylarında ilginç ve önemli buldukları konularda öğrencilere ve akademyaya yönelik yaz okulu düzenlemek isteyebiliyor. Bu tür okul dışı aktiviteler için TÜBİTAK bir maddi destek sağlıyor.
Sağlıyor ama TÜBİTAK Bilim Kurulu şemsiyesi altında çalışan ‘bağımsız’ ve ‘kendi alanlarında yetkin, söz sahibi bilim insanlarından’ oluşan ‘panel’lerin sunulan projelere yeterlik notu vermesi gerekiyor. kurullarından geçer not alması gerekiyor.
Bilimler Akademisi Derneği’nin bildirisine konu olan ‘Matematiksel Evrim Yaz Okulu’ projesi bu bilim kurulundan yeterli notu alamadığı için reddedilmişti. Bu yaz okulunun bilim kurulunca reddedilme gerekçeleri pek de bilim diline benzemiyordu; daha çok evrim teorisini reddeden ve ‘yaradılışçılık’ adıyla bilinen inanca dayalı sözlerdi bunlar.
Nitekim Bilimler Akademisi Derneği de, bu konuda TÜBİTAK’tan çok bu ‘bilimsel panel’ini eleştiriyor, TÜBİTAK’a da bilim kurullarının oluşturulma sürecinde daha iyi bilimsel kıstaslarla hareket edilmesini öneriyordu.
Akademinin bildirinin son bölümü şöyleydi:
‘Destek programlarıyla Türkiye’de bilimin önünü açması beklenen TÜBİTAK’ın bilimdışı ve ideolojik önyargıları yansıtan gerekçelerle verdiği bu karar, yurt içinde olduğu kadar uluslararası arenada da Türk bilimine gölge düşürecek ve Türk bilim camiasının itibarını zedeleyecek niteliktedir. Daha da önemlisi bilimi anlayıp değerlendiremeyen bir toplumun bir bilgi toplumu olarak gelişmesini sürdürebilmesi zordur.
Ama dün de söyledim, Mayıs ayının son günleri başlayan Gezi olaylarından beri iktidar ‘savunma’ pozisyonunda ve gündemin kontrolu da eskisi gibi onda değil.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Haziran ayı başından beri Gezi eylemcilerine karşı bir ‘rıza üretme’ peşinde. Gezi eylemcilerinin ‘darbeci’, ‘anarşist’, ‘kamu malına zarar veren’, ‘esnafı zarara uğratan’, ‘masum amaçlar peşinde koşmayan’ kişiler olduğuna, bu eylemcilere karşı göz açtırmayan polisin ise kahraman olduğuna toplumu iknaya çalışıyor.
Birileri de ikna oluyordur herhalde ama soru şu: O ikna olanlar, büyük olasılıkla zaten ikna edilmesi gerekmeyen Ak Partili kitleler. Oysa Başbakanın derdi, Ak Partilileri de aşan, yüzde 50’nin daha da üzerine çıkaracağı bir kesimi ikna etmek.
Ak Parti anketlerinde partinin oyunda bir artış eğilimi gözleniyor ama daha ilginç eğilim, Gezi olaylarının siyasi partilerin aldıkları ve alacakları oyları değiştirmeyeceğine dair sonuçlar.
Ak Parti’nin kendi anketinin ne kadar güvenilir olduğunu tartışabilirsiniz elbette ama şunu unutmamak gerek: Başbakan, siyasi davranışlarını genellikle bu anketlere bakarak belirliyor.
O zaman soru şu: Halkın oy verme davranışını pek de etkilemeyeceğini söyleyen ankete rağmen Başbakan neden sabah akşam Gezi olaylarından söz ediyor?
Ve başbakan Gezi olaylarından söz ederken esasen epey çatışmacı bir dil kullanıyor. Bu dil yüzünden, gelecekte Ak Parti anketlerinde Gezi ile ilgili hükümetin tutumunu benimseyenlerin sayısı artarsa şaşırmamak gerek. Ama öte yandan bu çatışmacı dil, Ak Parti’nin toplamak istediği yüzer gezer oyların sayısını da sınırlayacaktır.
Başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere Ak Parti ileri gelenlerinin ve hükümetin gündemini hala Gezi olayları belirliyor.
Akıllarının ve fikri enerjilerinin önemli bir bölümü Gezi olaylarında takılı kaldığı, burada da belki Ak Parti iktidar olalı beri ilk kez ‘savunmacı’ bir çizgide olunduğu için, bütün dünyayı bu pencereden görme eğilimi var.
‘Elinizdeki tek alet çekiçse bütün sorunları çivi olarak görmek’ gibi bir şey bu. Gezi olayları, Başbakan için de, iktidar için de fikri anlamda bir dönüm noktasını oluşturuyor. Mısır’daki askeri darbeye de Gezi penceresinden bakılıyor; Suriye’de olan bitene de; Avrupa ve Amerika ile ilişkilere de.
Ve elbette demokratikleşmeye, özgürlüklerin genişlemesine, geniş toplum kesimlerinin devletle olan sorunlarının bitmesi ihtimaline de Gezi penceresinden bakılıyor; ekonomiye de, uluslararası piyasalara da, Merkez Bankası’nın faiz arttırır gibi yapmasına da...
Bütün bunlar ciddi tökezleme belirtileri.
Bu tökezlemenin ardında yatan ise tek bir neden var: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tek başınalığı, kendi kendini soktuğu yalnız durum.
Kastım şu: Bundan tam bir yıl sonra Türkiye’de siyasetin kartları yeniden karılmış olacak. Ve bu kartların ne şekilde karılacağına dair esas kararı da Başbakan Erdoğan verecek.