Füzeye adını veren FD ‘Fang dung’un kısaltmasıymış, ‘Savunma kalkanı’ demekmiş.
Bu kararın ciddi ve derin siyasi yansımaları da var elbette ama işin o kısmına salı günü köşemde değineceğim. Bugün ‘bilim’ günü, o yüzden hem biraz füze savunması nasıl yapılıyor onu anlatmak hem de alımına karar verilen Çin sisteminin beraberinde getirebileceği teknik sıkıntılardan söz etmek istiyorum.
Füze savunma sistemi kabaca dört aşamalı. Önce bir saldırı füzesi atıldığını saptayacaksınız, sonra onu izleyeceksiniz, karşılayacaksınız ve yok edeceksiniz.
Uzun menzilli radarlarınız füze atıldığını saptayacak, onu izleyip rotasını belirleyecek, bu arada savunma füzelerinizi yöneten bilgisayara bu rota aktarılacak, savunma füzeniz havada saldırı füzesini yakalayacak ve yok edecek.
Kolay gibi gözüküyor değil mi? Hayır, hiç de kolay değil. Bütün bunlar için arkada müthiş bir bilim var, teknoloji var.
Birincisi, sizin savunma füzeniz her şart altında saldırgan füzeden daha hızlı olmak durumunda. Füzenin hızı çok kritik. Çin füzesi ses hızının 4.2 katına kadar hızlı uçuyor.
Ama sıra savunma füzesine gelmeden, önce radarlarınız çok iyi ve hassas olacak. Olacak ki, düşman füzesini fırlatılmasından hemen sonra saptasın.
Çoğu yazılmamak üzere olan bu sohbetin bir yerinde Dışişleri Bakanı, ‘Suriye’de rejim keskin nişancılarla, polisi ve istihbaratı eliyle muhalifleri öldürürken, yani iç savaşın ilk aylarında radikal islamcıların ve dışarıdan gelen savaşçıların sayısı birkaç yüz kişiydi. Savaş uzadı, rejim tanklarını ve ordusunu sokağa çıkardığında radikal islamcıların ve dışarıdan gelen savaşçıların sayısı birkaç bin oldu. Savaş uzadı, rejim uçaklarıyla ve balistik füzeleriyle halkını öldürmeye başladı, şimdi 10 bin kişiden, belki daha fazlasından söz ediliyor, bu iş uzarsa bu sayının daha da arttığını göreceğiz’ dedi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir haftadır Birleşmiş Milletler Genel Kurulu için New York’ta. Çok sayıda teması oldu, arada biz gazetecilerle de iki kez buluştu; The Washington Post’a, The New York Times’a demeçler verdi, düşünce kuruluşlarında konuşmalar yaptı.
Cumhurbaşkanı’na hemen hemen her temasında Suriye’deki El Nusra benzeri El Kaide’ye yakın veya radikal islamcı/cihatçı gruplarla ilgili sorular soruldu. Bu sorular çoğunlukla Türkiye’nin radikal gruplara yardımcı olup olmadığı imasını da içeriyordu. Ve Cumhurbaşkanı da ister istemez bir savunma pozisyonundaydı; her seferinde Ahmet Davudoğlu’nun uçakta bize anlattığı mantığı sıraladı; Suriye konusunda uluslararası toplum gerçek bir siyasi stratejiye sahip olmadığı için bu ülkedeki iç savaş uzuyordu. Uzadıkça da, ‘karıncayı bize ezmez’ insanlar radikalleşiyor, hatta terörist oluyorlardı.
Bir yandan düşünün ki, bir ülkede iç savaş var ve bu savaşta o ülkenin ordusu kendi halkını öldürüyor. Şu ana kadar ölü sayısı 100 bin olarak tahmin ediliyor. Aynı ordu kendi halkının üzerinde kimyasal silah kullanmaktan bile çekinmiyor, bu en feci öldürme aracıyla çoluk çocuk demeden insanları yok ediyor. Ama kimyasal kullanmasa da zaten yapılan yeterince fena: Kendi uçaklarıyla kendi kentlerini, mahallelerini, köylerini bombalıyor, top ateşi açıyor, balistik fzeler fırlatıyor, helikopterlerle kurşuna diziyor.
Ve dünya, bu durumdan çok İngiltere’den, Afganistan’dan, Çeçenistan’dan, Tunus’tan, Irak’tan, Almanya’dan, Türkiye’den kalkıp ‘Cihat’ amacıyla Suriye’ye gidenleri, onların çatı örgütü El Kaide’yi, El Nusra’yı ve başka örgütleri konuşuyor.
Cumhurbaşkanı Gül bir noktada dayanamadı, Suriye’de iç savaşın uzamasının Doğu Akdeniz’de bir Afganistan oluşmasına neden olacağını söyledi.
Peki bu oluşumda Türkiye’nin bir katkısı var mı? Suriye’de işleri hızlandırmak için Türkiye ‘Kim olursan ol geç, yeter ki Esed rejimine muhalif ol’ diyor ve böyle davranıyor olabilir mi?
1979’daki İran İslam Devrimi’nden beri belki de ilk kez bu ülkenin dünya sistemine geri dönmesi yönünde bir ümit belirdi.
Evet, bu ümitler çok erken ve çok büyük olabilir; hayal kırıklıkları yaşanabilir; İran’da son karar vericinin Cumhurbaşkanı değil dini lider Ali Hamaney olduğu söylenebilir.
Ama yine de, Ruhani’nin estirdiği havanın, eline geçen her fırsatta ‘İsrail dünya üzerinden silinmelidir’ diyen Ahmedinejat’tan çok farklı olduğunu kayda geçirmek gerek.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül önceki gün İran Cumhurbaşkanı ile görüştü. Ondan önce İranlı lider başka çok sayıda temas yaptı. Ama herkesin beklediği Amerika Başkanı Obama ile görüşüp görüşmeyeceğiydi.
ABD Başkanları, ilke olarak BM toplantılarında kimseyle ikili görüşme yapmıyor. Olsa olsa ayaküstü sohbetler veya yemek masasında bazı konuşmalar oluyor. Ruhani ile Obama da, Obama’nın liderler şerefine verdiği bir yemekte karşılaştılar. Bildiğimiz bu kadar.
İki ülke arasında anlamlı bir ikili görüşme için vakit çok erken. Görüşmenin anlamlı olabilmesi için önce olgunlaşması, konuşulacak konuların hassas biçimde hazırlanması gerek. Bu işi de Amerikan Dışişleri Bakanı ile İran Dışişleri Bakanı yapacak, yapmaya da başladılar sanırım, ikili görüşme oldu.
İran’ın bu denli bir ümit yaratması, Suriye konusunda da bir gelişme olabilmesi ihtimalini beraberinde getiriyor. Çünkü İran, Cumhurbaşkanı Gül’ün bizimle sohbetinde belirttiği gibi Suriye için kilit ülke, hatta ‘vekalet savaşı’ yürüten ülkelerden biri.
Ama bakın etrafımızda neler oluyor: Suriye’de içsavaş neredeyse rutine binmiş durumda ve uluslararası toplum bu savaşı durdurmak için hemen hemen hiçbir şey yapmıyor.
Yapmadığı gibi, Suriye’nin kendi vatandaşlarına karşı kimyasal silahla saldırması, Amerika ile Rusya’yı Suriye konusunda birbirine yaklaştırdı ve bir anlamda Suriye’de Esed rejimine nefes alabileceği en azından bir buçuk yıl daha yarattı.
Aynı anda İran’da seçilen yeni Cumhurbaşkanı Ruhani bir anda havayı değiştirdi ve bu ülke ile başta Amerika olmak üzere uluslararası toplumla (Batı diye okuyun) bir yakınlaşma başladı.
34 yıllık aradan sonra İran yeniden dünyanın bir parçası haline gelebilecek mi? Nükleer anlaşmazlığın çözülmesi ihtimali, İran’ın her türlü ambargodan ve daha önemlisi Amerikan kuşatmasının bitmesini beraberinde getirir mi?
Tamamı bizim etrafımızdaki bu gelişmeler yaşanırken Türkiye seyirci mi kalacak, yoksa bu gelişmelerin bir parçası mı olacak?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmayı bu bakışla okumak lazım.
Cumhurbaşkanı Gül, ‘Biz de varız’ diyor, BM kürsüsünden hem bölgesel hem de dünyanın tamamını ilgilendiren konularda mesajlar veriyor.
Farklar fikirlerde değil. Temel düşünceler aynı. Ama üslup ve yaklaşımda farklar var.
Suriye politikalarına bakalım.
Cumhurbaşkanı Gül de Suriye’de Esed rejimin kan döken baskıcı bir rejim olduğunu, halkın bu rejime karşı isyanının meşru olduğunu düşünüyor ve söylüyor.
Ama Gül Suriye’de rejim değişikliği için aktif tutum alma konusunda o kadar açık konuşmuyor. Bu demek değil ki Gül Suriye’de rejim değişikliğini arzulamıyor veya aktif tutum alınmasına karşı. Ama aktif tutum alma gereğini açıktan söylemiyor.
Gül, benim bildiğim en az geçen yıl mayıs ayından beri başta Amerika olmak üzere Batıyı Suriye konusunda eleştiriyor. Cumhurbaşkanı’nın temel eleştirisi ‘Başta çok aceleniz var hemen yarın Esed devrilsin istiyor gibiydiniz ama sonra ne oldu da geri durdunuz, Türkiye’yi öne itip yalnız bıraktınız’ cümlesiyle özetlenebilir.
Gül’ün birkaç gündür Suriye’de savaşan radikal unsurlar ve yabancı savaşçılarla ilgili sözleri, Türkiye’de başka bir yetkiliden duymadığımız sertlikte ve netlikte.
Irak politikasına bakalım...
İddiaya göre bazı YÖK üyeleri, ‘Felsefe okuyunca kafaları karışıyor, modernist oluyorlar’ gibi bir gerekçeyle hareket etmiş, çareyi de geleceğin ilahiyatçılarını bilgiden yoksun kılmakta bulmuştu.
Bu yöntemi tarihte Kanuni’nin meşhur Şeyhülislam’ı Ebusuut Efendi de uygulamış, yayınladığı ünlü fetvasıyla medreselerden İslami bilimler dışındaki bilimleri çıkartmıştı. Osmanlı’yı çöküşe götüren unsurlardan biri olarak bu fetvayı örnek gösterenler vardır.
YÖK’ün kararı üzerine küçük çaplı bir tartışma başladı, tartışmaya bir noktada Diyanet İşleri Başkanlığı da girdi ve felsefe eğitiminin faydalarını söyledi. Sonra YÖK bu kararını iptal etti, ilahiyat fakültelerinde geçmişe dönüldü.
Bu konularla yakından ilgili bir akademisyen olan Prof. Dr. Talip Küçükcan’ın verdiği bilgiye göre, 1980 yılında ilahiyat fakültelerinde islami bilimler-sosyal bilimler dengesi yüzde 59’a 41 idi. 2009 yılında bu denge yüzde 69’a 31 islami bilimler lehine değişti. YÖK’ün kararı uygulansa denge yüzde 79’a 21’e dönüşecekti.
Kuşkusuz bilimin disiplini ile yetişmiş, bilimsel metodolojiden haberdar, dine sosyal bilimci gözlüğüyle de bakabilen ilahiyatçılara ihtiyacımız var, o bakımdan YÖK’ün yanlışta ısrar etmemesi doğru.
Ama bizim felsefeyle ilgili yegane sıkıntımız ilahiyat fakültelerinde değil. Hatta ilahiyattaki sıkıntı geri kalanla kıyaslandığında çok küçük, yerel bir sıkıntı.
Batı felsefesi ile doğa bilimleri ve dolayısıyla bilimsel düşünce ile bilimsel metodoloji birbirinden ayrılamaz derecede iç içe geçmiş şeyler.
Elbette tek bir sebep yok ama bütün diğer sebeplerin ortaya çıkmasının vesilesi, olaylara da adını veren Gezi Parkı’nın yok edilmek ve yerine eskiden orada olan binaya benzerliği bile şüpheli bir bina yapmak değil miydi?
Peki, eski askeri kışlanın taklidinin yeniden yapılması kararını kim verdi?
Bu kararı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan verdi; kararını bir seçim vaadi olarak 2011 genel seçimlerinde telaffuz etti.
İstanbul’un bu değerli yeşil alanı için karar Ankara’da, merkezi hükümet tarafından alındı yani.
Ve buna gösterilen tepki, sonunda bugün ‘Gezi olayları’ diye adlandırdığımız ciddi çalkantıya neden oldu.
Bir an tersini düşünelim: İstanbul’la ilgili kararların İstanbul’da, Bursa’yla ilgili kararların Bursa’da, Adana ile ilgili kararların Adana’da alınması için gereken yasal ve Anayasal alt yapının kurulduğunu yani.
Daha Gezi olayları devam ederken bir sefer, ‘Belki de bölgesel özerklik önce İstanbul için lazımdır’ demiştim; PKK’nın talebine gönderme yaparak ve biraz da şaka amacıyla.
* * *
6360 sayılı kanunla sadece 13 yeni büyükşehir belediyesi yaratılmadı; artık toplamı 29’a ulaşan büyükşehir belediyesi ile yönetilen illerimizde ‘il özel idaresi’ denen sistem de kaldırıldı.
‘Yahu bize ne’ dediğinizi duyar gibiyim ama eğer bu 29 ilden birinde yaşıyorsanız, sizi çok ama çok yakından ilgilendiren bir konu bu.
Büyükşehir olmayan, dolayısıyla hala ‘İl özel idaresi’ne sahip olan 52 şehrimizde, Ankara’dan şehir hizmetleri için aktarılan paralar valinin başkanlığındaki il özel idaresi tarafından belirlenen önceliklerle harcanıyor. Yani, biz belediye başkanlarını ve belediye meclislerini seçiyoruz ama mali anlamda büyük ölçüde onun elini kolunu bağlıyoruz.
Ayrıca bu şehirlerde valilere gerekirse belediye bütçelerini veto etme hakkı dahil pek çok hak veriyoruz. Bunlar, ‘Merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki vesayeti’ olarak adlandırılıyor; hem de Anayasamızda!
Büyükşehir belediyesi ile yönetilen şehirlerimizde artık il özel idaresi olmayacağı için, vergi gelirlerinden toplanıp şehirlerimize gönderilen paranın hangi önceliklerle harcanacağı artık Belediye Meclisleri tarafından belirlenecek. Valinin vesayeti geçmişle kıyaslandığında bu şehirlerimizde çok azalıyor artık.
Ankara’dan atanan ve şehirlerde düne kadar seçilmiş yetkililerin üzerinde vesayet uygulayan Valiler, 30 Mart 2014’te yapılacak seçimden sonra artık sadece ‘Yatırım İzleme Koordinasyon Başkanlığı’ adıyla görev yapacak bir heyetin başkanı olacaklar. Bu heyet, merkezi yönetimin o ilde yapacağı yatırımların koordinasyonu ve izlemesinden sorumlu olacak.
Bu yapılanın anlamı, ülkemizde büyükşehirle yönetilen (nedense henüz sadece) 29 ilin ülkenin geri kalanına göre yerel demokrasiyi bir nebze daha fazla tatması olacak.