Yuva, birkaç yıl önce açılan yeni bir özel okulun parçası. Kızım kendi sınıfına girdiğinde, bahçede de ilkokul tören yapıyordu; önce okul müdürünün kısa konuşması, ardından İstiklal Marşı ve derken andımız okundu. Minicik çocuklar, ‘Varlığım varlığına armağan olsun’ diye seslendiler.
Hepimiz bu yoldan geçtik, sabahları kendi varlığımızı bizden daha yüce olduğunu düşündüğümüz ‘Türk varlığına’ armağan ettik, sonra da ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diyerek bitirdik.
Kimsenin kendi varlığını bir başka varlığa armağan etmek üzere yemin ettirilmemesi gerektiğini söylemeyeceğim bile.
Neyse ki, çoğu çocuk için de, onların anne babaları için de ‘varlığını varlığına armağan etmek’ sadece bir laftır, yerine getirilmesi gereken bir ritüeldir. Bu sözlerin anlamını fazla düşünmeyiz, düşünsek bile fazla ciddiye almayız.
Ama aslında bu sözler gerçeğin ifadesidir.
***
Bu, gerçekleştirilmesi o kadar da kolay bir hedef değil. Türkiye halen satınalma gücü paritesine göre hesaplandığında 1 trilyon 306 milyar dolarlık bir ekonomiye sahip. (IMF’nin 2012 tahmini)
G 20 üyeleri arasında ekonomisi bizden küçük Arjantin, Avustralya, Güney Afrika ve Suudi Arabistan var. Bizden büyük ekonomiye sahip ülkeler arasında bize en yakın gözüken Kanada, Güney Kore, Meksika ve İtalya var. Onlardan sonra 2 trilyon dolarlık ülkeler başlıyor.
Bir ülkenin ekonomisinin büyüklüğünü belirleyen çok sayıda faktör var. Doğal kaynaklar ve insan kaynağı bu kaynakların en kolay akla geleni. Örneğin Suudi Arabistan 907 milyar dolarlık ekonomisini büyük ölçüde petrole borçlu. Çin ve Hindistan ise 12.4 trilyon dolarlık ve 4.7 trilyon dolarlık ekonomilerini bir ölçüde ucuz insan kaynağına borçlu ama biraz sonra göreceğiz, bununla yetinmiyorlar.
Doğal kaynaklarının yanısıra ucuz olsun olmasın işgüçlerinin yaratıcılığına ve verimliliğine dayanan ülkeler en büyükler. Mesela bizim kadar nüfusu olan Britanya bizim iki katımıza yakın, bizden biraz fazla nüfusu olan Almanya neredeyse üç katımız ekonomiye sahip. Amerika’yı saymıyorum bile.
Peki ne demek işgücünün yaratıcılığı ve verimliliği?
Burada eğitim ve bilime verilen önem devreye giriyor.
İki hafta önce Rusya’nın St. Petersburg kentinde yapılan G20 zirvesi öncesinde Reuters-Thompson’un araştırmacıları David Pendlebury ve Bob Stembridge, G20 ülkelerini bilimsel yaratıları açısından karşılaştıran önemli bir rapor yazdı.
‘Atanamayan öğretmen’ler açısından baktığınızda belki böyledir, Milli Eğitim Bakanlığı başarısızdır ama şunu unutmayın, en azından okurumun atanmayı beklediğini söylediği 6 yılda bakanlık 100 binden fazla öğretmeni işe aldı ve ilk atamalarını gerçekleştirdi.
Dün yazmaya çalıştım, eğitim sistemimizin en büyük sorunu sınav düzeni veya sistemi değil, esas büyük sıkıntı Milli Eğitim’in çok az sayıda öğrenciye dünya standardında eğitim verebilmesi, geri kalan öğrencilerin ise sahiden çok düşük bir eğitim alması.
Bunu düzeltmenin yolu, öğretici kalitesini yükseltmek.
Ama mevcut düzenimiz o kalite yükselişine izin vermiyor. Mevcut düzenimiz, her yıl büyük kitleler halinde öğretmenleri işe almayı ve onları bir yerlere atamayı becerebiliyor; daha fazlasını da bence beceremez zaten.
Yine dün yazmaya çalıştım, ortadaki branş öğretmeni ihtiyacı ile gerçekten o branşın öğretmeni olanların sayısı arasında da müthiş bir uyumsuzluk var. Çoğu okulda öğrencilerin derslerine o dersle ilgili herhangi bir uzmanlığı bulunmayan, başka derslerin öğretmenleri giriyor.
Aslında bu açıdan okuyucumun söylediği doğru: Bakanlık, atama işini bile beceremiyor, doğru uzmanlığa sahip insanı ona ihtiyaç duyulan yere gönderemiyor.
Bir başka zorluk, bakanlığın atamaları ülke çapında yapıyor olması. Hakkari, Van gibi illeri saymıyorum bile ama mesela Çankırı’nın bir ilçesindeki öğretmen de bir an önce Ankara, İzmir, İstanbul gibi bir yere veya kendi ailesinin bulunduğu ile atanmak istiyor. Sistem içi yer değiştirmeler çok fazla.
Herkes yatıyor kalkıyor Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın iki hafta önce açıkladığı sistemi konuşuyor; o yetmezmiş gibi bakanın kendisi de gazetecilerle buluştuğunda en çok bu konu konuşuluyor.
Eğitimimizin sorunu keşke sınav sisteminden ibaret olsa. Ama değil. Hatta esas sorun bile değil sınav. Esas sorun kalite ve içerik.
Sabancı Üniversitesi bünyesinde çalışmalarını sürdürmekte olan Eğitim Reformu Girişimi’nin 2012 için ‘Eğitim İzleme Raporu’ da yayınlandı. Dün Hürriyet’te Sedat Ergin raporu değenlendirdi. Ben de raporda gördüğüm bir tablo üzerine görüşlerimi yazmak istiyorum.
Bu köşenin sürekli izleyicileri benim eğitim sistemimizin yarattığı eşitsizlik ve kalite düşüklüğü konusunda sık sık yazdığımı biliyorlar. Eğitimde hem kaliteyi yükseltip hem de okullar arası ve öğrenciler arası eşitsizlikleri azaltmamız gerekiyor.
Eğitim kalitemizle ilgili son çarpıcı uluslararası rapor, ‘Uluslararası Okuma Becerilerinde Gelişim’ projesi altında TIMMS sınavı ve sonuçları oldu. Çok sayıda ülkeden dördüncü ve sekizinci sınıf öğrencisi yaklaşık 600 bin öğrencinin girdiği bu sınavın ülkemiz açısından sonuçları çarpıcı.
Matematik alanında hem dördüncü hem de sekizinci sınıf öğrencilerimiz, bu testin ortalamasının altında başarılar elde ettiler. Singapurlu dördüncü sınıf öğrencilerinin puanı 606, Türkiyeli sınıftaşlarının puanı ise 469. Aradaki fark büyük. Sekizinci sınıfta da durum değişmiyor. Bu yaş grubunun birincisi Güney Kore’nin notu 613, Türk öğrencilerinki 452.
Aynı sınav fen bilimleri alanında da yapıldı, sonuç pek değişmiyor. Türkiye’de eğitimin çıktısı uluslararası rekabet edebilirlikten çok ama çok uzak.
Vakti zamanında İstanbul 2000 Olimpiyatları için başvurduğunda, yani 20 yıl önce çorbada azıcık tuzu bulunmuş biri olarak, olimpiyatın İstanbul’a çok yakışacağını ve ayrıca bu şehir için bir son kurtuluş fırsatı olduğunu düşünenlerdenim.
2000 için yapılan başvuru sayesinde bugün İstanbul’un çöp sorunu diye bir sorununun kalmadığını kaç kişi bilir? 80’lerde ve 90’larda İstanbul’da çöp dağlarında sık sık patlamalar yaşandığını, bu patlamalarda insanların öldüğünü, çöplerin günlerce yandığını, çöpün kokusunun bütün şehri sardığını kaçımız hatırlarız? İstanbul’un o zamanki SHP’li belediyesi olimpiyat konusunda pek bir gönülsüzdü ama yine de ‘katı atık projesi’ olimpiyat komitesinin gözünü boyamak için uygulamaya kondu, açık çöp depolama alanları kapatılıp rehabilite edildi ve İstanbul bu dertten kurtuldu.
Olimpiyat için yapılmış onlarca başka proje de vardı. Ulaşım projeleri gerçekleşmiş olsaydı, metrobüs gibi bir sistem çok daha önceden devreye girmiş olabilir, Halkalı, Bağcılar, Esenler ve Habipler bugünküne göre çok daha modern ve düzenli biçimde gelişebilir, olimpiyat stadı ile Başakşehir’e gidip gelmek bir işkence olmaktan çıkabilirdi.
2000’i alamadık. 2020’yi ise almaya çok yaklaştık. Ne var ki her yarışmanın bir kazananı olur; Tokyo kazandı, İstanbul kazanamadı.
İstanbul neden kazanamadı? Sportif, teknik ve siyasi pek çok sebep olabilir; ayrıca İstanbul mükemmel olsa dahi Tokyo belki de daha mükemmeldi, bu da olabilir.
Herkes benim gibi olimpiyatın İstanbul’da yapılmasını desteklemek zorunda da değil. Mesela Hıncal Uluç taa 2000 başvurusundan beri olimpiyatın İstanbul’da yapılmasına karşıdır. Onun fikri, elbette saygı duyuyorum.
Olimpiyat yapmanın milli bir mesele olduğunu da düşünmüyorum; bu devirde ve demokratiklik iddiasındaki bir ülkede herhangi bir milli mesele olabileceğini de sanmıyorum. Bir şeyin ‘milli’ olup olmadığını kim nasıl belirleyebilir ki?
Duygularımız, düşüncelerimiz, ‘ruh’umuz vs hepsi biyolojimizin bize yaşattığı yanılsamalardır. ‘Özgür irade’ diye bir şey yoktur; beynimizin faaliyetlerinin çok ama çok azı ‘bilinç’le yapılmaktadır, çoğunlukla bir bilince ihtiyaç duymayız.
Geçen hafta bu köşede neredeyse bütün kariyeri Amerika’da geçmiş olan Hintli nörolog V. S. Ramachandran’ın son kitabı ‘The Tell-Tale Brain’den söz ettim. Ramachandran, kitabında kavga boyutlarına erişmiş olan bu tartışmaya çok girmeden bence güzel bir özet yapıyor.
Önce Ramachandran’ın verdiği onlarca tuhaf vakadan bir tanesini aktarayım:
Beyninin V1 diye adlandırılan bölgesi hasar gördüğü için kör olmuş bir hasta. Kendisi de kör olduğunun farkında ve hiçbir şey göremediğini söylüyor. Oysa karşıdaki duvara mesela laser pointerla bir ışık tuttuğunuzda işler değişiyor. Hasta görmediğini söylemeye devam ediyor ama doktor ‘Duvardaki ışık noktasına dokun’ dediğinde de gidip tam o noktaya dokunuyor.
Çünkü hastanın retinası ile parietal lobu arasındaki bağlantı hala sağlam. Hasta ışığın rengini, bazı dikey ve yatay çizgileri görüyor ama gördüğünün bilincinde değil.
Hastanın görsel korteksi hasarlı ve burası bilinçle doğrudan bağlantılı. O yüzden hasta görmüyor. Ama öte yandan ‘görme’ eylemi dediğimiz şey sadece görmek değil; beynimizin başka yerleri mesela havadaki topu yakalamamıza veya anahtarı kilide sokmamıza yardımcı olacak karmaşık hesaplamalar yaparken de görsel algıyı kullanıyor. İşte hastaya duvardaki ışık noktasını buldurtan da o bölgeler. Biz o hesapları bilincimizin dışında yapıyoruz; unutmayın.
Evet bilinç ile bilinçdışı arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu bu örnekle hatırlattıktan sonra Ramachandran’a göre ‘ben’i oluşturan ana unsurlara geçebiliriz.
‘Ben’i ben yapan yedi unsur
2012-13’te, yani geçen öğrenim yılında Türkiye’de 5 milyon 593 bin 910 ilkokul öğrencisi vardı. Bunların 167 bin 381’i özel okullarda, geri kalanı ise devlet okullarındaydı.
Yine 2012-13 öğrenim yılında Türkiye’de 5 milyon 566 bin 986 ortaokul öğrencisi (5, 6, 7 ve 8. sınıf) vardı. Bunların 164 bin 294’ü özel okullardaydı.
Ve son olarak 2012-13’te Türkiye’de 4 milyon 995 bin 623 lise öğrencisi vardı. Bunların 138 bin 831’i özel okullarda, 2 milyon 269 bin 651’i ise mesleki ve teknik okullarda okuyordu. (Meslek lisesinde okuyanların 17 bin 854’ü özel meslek lisesinde.)
Özel okulların da aralarında ciddi seviye farkları var; hepsi devletin en iyi okullarından daha iyi değil ama yine de Türkiye’de daha hayata başlamadan eşitsizlik ve ayrışma burada başlıyor: Özel okula gidebilecek kadar şanslı olanlar, hayata birkaç adım önde başlıyor. (Lise öğrencilerinin yüzde 2.8’i özel liseye gidiyor.)
Eğitim sistemimizin yarattığı yegane eşitsizlik özel okul-devlet okulu ayrımında yatmıyor. Büyük kalabalık devlet okullarında olduğu için esas can yakıcı eşitsizlik de orada.
İlkokulda, ortaokulda bu eşitsizliğin varlığını herkes biliyor ama fazla hissedilmiyor. Ama ne zaman ki çocuklar liseye gitme yaşına geliyor, eşitsizliğin baskısı da başlıyor. Çünkü devlet liseleri arasındaki seviye farkını liseye geçişte uygulanan sınav sayesinde biliyoruz; fazlasıyla hissediyoruz.
Eğitim sistemimizin en büyük derdi sınavmış gibi davranıyoruz. Yıllardır liseye geçişte uygulanacak sınavla ilgili şikayetleri okuyoruz, yazıp çiziyoruz, 11 yıldır iktidarda olan Ak Parti hükümeti de sürekli bu sınav sisteminde değişikliklere gidiyor; daha iyi yapayım derken her seferinde geçmişi arar oluyoruz.
Kuşkusuz bütün milli eğitim bakanlarının, kendi yönettikleri bakanlığa ve eğitim sistemine duymaları gereken saygının bir gereği olarak, sınavlara yardımcı olmak anlamında dershane sektörünün kapanmasını kendilerine misyon olarak edinmesi gerekirdi. Ama Nabi Avcı bu temel ahlaki gerekliliğin de ötesinde, Başbakan’ın özel siyasi vaadi nedeniyle daha da acil biçimde bu konuya eğilmek zorundaydı.
Ortaokuldan liseye geçişte ve liseden üniversiteye geçişte yapılan merkezi sınavlara hazırlanmak amacıyla çocuklar dershanelere gidiyor. Yoksa, kimse haftasonlarını tatil yapmak yerine ders çalışarak ve soru çözerek geçirmeye meraklı değil.
Bu çocuklar sınavlara hazırlanmak için neden dershaneye gidiyor? İki temel sebeple: 1. Okullarda edindikleri bilgilerin sınavı kazanmaya yeterli olmadığını düşündükleri için; 2. Kendileriyle eşit veya yakın seviyedeki öğrencilere bir nebze olsun fark atabilmek için.
Bu iki temel ihtiyacın doğurduğu koca bir sektör dershane sektörü. Ve öyle ‘kapattım’ demekle ortadan kalkmayacağı da belli. Önce ihtiyaç ortadan kalkacak ki dershaneler de yok olsun veya özel okullara dönüşsün.
Peki Nabi Avcı yönetiminde Milli Eğitim Bakanlığı bu temel misyonu yerine getirmek için ne yaptı?
Üniversiteye hazırlık dershaneleri için ne yapıldığını bilmiyoruz; muhtemelen bakan ve ekibi çalışıyor, çeşitli yöntemler geliştirmek için arayışlarını sürdürüyor.
Ama bakan ve ekibinin ortaokuldan liseye geçişte dershane ihtiyacını azaltmak, hatta ortadan kaldırmak amacıyla ne yaptığını artık biliyoruz; önceki gün Nabi Avcı bir basın toplantısıyla eskinin SBS’sinin yerine geçecek yeni sınav düzenini açıkladı.