Benim spekülatif yorumuma göre bakanlığın toplam enerjisinin en az yüzde 80’i bina yapma ve öğretmen atama işlerine gidiyor, kalan yüzde 20’den az miktarla da eğitim idare ediliyor.
Ben böyle eleştiriyorum ama bakanlığın eğitime ancak ayırabildiğini söylediğim o yüzde 20’den az enerjisi zaman zaman çok başarılı şeyler de yapıyor. Bugün o başarılı işlerden birinden söz edeceğim ama önce temennimi söyleyeyim: Keşke bakanlık bina yapma-öğretmen atama işlerinden kendini kurtarsa da enerjisinin tamamını eğitim konusuna verebilse.
Neyse, sadede gelelim. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Araştırma Geliştirme Genel Müdürlüğü oturmuş 2011 yılında ‘21. yüzyılın öğrencisi nasıl olmalı’ diye bir çalışma yapmış. Konunun ‘dindar nesil yetiştirmek’le ilgisi yok; eğitimin amacına ve 21. yüzyılın gereklerine uyarlanması için bir bilimsel çerçeve oluşturulmak istenmiş. Bu amaçla da, üç tane çok kapsamlı anket çalışması yapılmış.
Bunlardan birincisi, benim daha önce Türkiye’de örneğini hiç görmediğim bir öğrenci anketi. Lisenin ilk üç yılındaki (9, 10 ve 11. sınıf) öğrencilerden ülke çapında 100 binine ankete katılma daveti yapılmış, bunlardan 25 bini anket formundaki soruları cevaplamış. İkinci çalışmada ülke çapında 15 bin öğretmenden ankete katılmaları istenmiş, 10 bin 900’ü anketi cevaplamış. Ve son olarak da ülke çapında 3 bin okul yöneticisinden ankete katılmaları istenmiş, 1870’i anketi cevaplamış.
Bu devasa rakamlarla oluşturulan anket, bakanlığın 21. yüzyıl için öğrenci profili çıkarmasına yardımcı olmuş.
Çok kapsamlı ve ilginç sonuçları olan bu anket, en azından bana, ilk kez öğrencilerin gözünden okulu, eğitim sistemini, değerler sistemini gösterdi. Bugün, öğrencilerin gözünden okulu yazmaya başlıyorum; daha sonra öğretmen ve yöneticilerin gözünden sonuçları da yazıp karşılaştırmalar yapacağım.
Öğrenci kıyasıya eleştiriyor
TÜİK araştırmasına göre 2012 yılında nüfusumuzun gelirden en fazla pay alan yüzde 10’luk diliminde yer alan bireylerin ortalama geliri 78 bin 569 lira olmuş.
Yani, ailenizdeki bütün bireylerin ayda ortalama 7’şer bin lira gelir elde etmesi, sizi ‘en zengin yüzde 10’un üyesi yapmış.
7 bin lira ve en zengin? Bu rakamı ‘en zengin’ sıfatı için düşük bulabilirsiniz. Ama unutmayın bu bir ortalama.
Eğer o ‘en zengin yüzde 10’ denen gruba yüzde 1’lik, hatta yüzde 0.5’lik dilimler halinde daha yakından bakabilseydik, en tepenin en tepesinde yer alan bireylerle o tepenin biraz altındakiler arasında bile dehşetengiz farklar olduğunu görecektik.
Bakın, 2012 yılında elde edilen gelirler bakımından Türkiye’nin gelir vergisi rekortmeni Koç Ailesi’nden Semahat Arsel oldu. Arsel’e o yıl için tam 26 milyon 876 bin 425 lira vergi tahakkuk etti. Gelir vergisinde en yüksek dilimin yüzde 35 vergi ödediğini biliyoruz; kaba bir hesap Semahat Arsel’in o yıl 76 milyon 789 bin 785 lira kazandığını söylüyor.
Bu kazançla Türkiye gelir vergisi rekortmeni oldu Arsel. Onunla aynı listede ama listenin 100. sırasında Feride Kırlıoğlu vardı. Kırlıoğlu’na o yıl 2 milyon 158 bin 4 lira vergi tahakkuk etmişti. Bu verginin onun gelirinin yüzde 35’i olduğunu varsayarsak Kırlıoğlu’nun 2012 yılında 6 milyon 165 bin 725 lira gelir beyan ettiğini söyleyebiliriz.
2012 yılında Türkiye’nin en çok gelir elde eden 100’üncü ismi, birinci isminin ancak yüzde 8’i kadar kazanabilmişti.
Masayı paylaştığımız bazı arkadaşlarımız, kendilerinin ‘orta sınıf’a mensup olduklarını söylediler, lokanta fiyatlarından şikâyet ettiler.
Konuşmaların bir noktasında dayanamadım, ‘Siz, ben orta sınıf falan değiliz. Ama büyük ihtimalle masamıza servis yapan garson orta sınıf’ dedim.
Tartışmanın yönü değişti. Ertesi sabah evde oturup Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’in rakamlarına baktım ve masadaki arkadaşlarıma rakamları yolladım; haklılığımı kanıtlıyordu çünkü rakamlar.
Fransız iktisatçı Thomas Piketty’nin özellikle Amerika’da büyük hadise yaratan kitabı ‘Capital’i okuduğumdan beri gelir ve servet dağılımı konusundaki merakım iyice kabarmış durumda. Piketty’nin Batı Avrupa, Britanya ve Amerika için yaptığı analizlerin Türkiye için de yapılmasını bekliyorum ama maalesef bizdeki sayılar aynı analizi aynı zaman serisi içinde yapmaya olanak tanımıyor.
Çünkü geçmişte bizim pek adam gibi gelir dağılımı araştırmalarımız yok. 30’lu, 40’lı, 50’li yıllarımızı bilmiyoruz bile. Bütün bu yetersizliğin yanında bir de TÜİK 2006’dan beri yaptığı hane halkı kullanılabilir gelir araştırmasında uyguladığı yöntemle 2006 sonrasının gelir dağılımı rakamlarının geçmişle olan ilgisini kopardı, yani zaten yetersiz olan süreklilik tamamen koptu.
Ama yine de, 2006’dan 2012’ye kadar nüfusun yüzde 10’luk dilimlerinin kullanılabilir gerçek gelirleriyle ilgili tutarlı bir serimiz var. Ben de lokanta masasındaki iddiayı kanıtlamak için bu rakamları kullandım zaten.
Başka türlü de yapmak elbette mümkün ama ben toplumu üçe böldüm: En az gelir elde eden yüzde 30; ‘orta gelir grubu’ diyebileceğimiz yüzde 40 ve en fazla gelir elde eden yüzde 30.
Konuşuyoruz ama hemen de unutuyoruz ve yeniden konuşmaya başlamamız için yeniden bir çok ölümlü vaka yaşanması gerekiyor maalesef.
Oysa adına ‘iş kazası’ denen ama yaygınlığına ve oluş sıklığına bakınca ‘kaza’ yerine ‘cinayet’ diye adlandırmamız gereken ‘vaka’lar için daha derinlemesine önlemler alınma zamanı çoktan gelmiş de geçmiş bile.
İş güvenliği konusu, temelde bir denetim ve denetimin sonuçlarının hayata geçirilmesi meselesi.
Türkiye’de on binlerce işyeri var, ‘riskli’ kabul edilen işlerin yapıldığı. Tehlikeli kimyasallarla çalışanlar mı istersiniz, yüksek inşaatlar mı, yerin altındaki madenler mi, tersaneler mi, kesici ve delici makinelerle çalışmak mı...
Biz bu on binlerce işyerini birkaç bin denetim elemanıyla denetlemeye ve denetim sonunda ortaya çıkan aksaklıkların giderilip giderilmediğini kontrol etmeye çalışıyoruz. İmkânsız bir görev.
İş müfettişleri kuşkusuz önemli görevler yapıyorlar ama ülke çapında her riskli işyerini onların bir düzene sokmasını sağlamak kolay değil. Bu denetim ve daha önemlisi kurallara uygunluk kontrolü işinin iş müfettişleri dışında paydaşlarca da yürütülmesi gerek.
Evet bunun için ‘iş güvenliği ajansları’ var; bunlar birer şirket. İşyerleri onları tutuyor, sözde onlar da o işyerindeki iş güvenliğini sağlıyor.
1980 yılında Kore’nin endeks puanı 0.628’ken Türkiye’nin puanı 0.496 imiş. 1990’a varıldığında Kore 0.731’e sıçrarken Türkiye yavaş kalmış, 0.576’ya gelebilmiş. 2000 yılına gelirkenki 10 yıllık dönemde de, Kore daha hızlı sıçramış 0.819’a gelmiş, Türkiye 0.653 olmuş. Ama 2000’den 2013’e Kore’nin artışı hayli sınırlı olabilmiş, 0.891’e gelmiş, Türkiye ise bu dönemde Kore’nin artış hızını (Yüzde 0.65) neredeyse ikiye katlayarak (yüzde 1.16) 0.759’a yükselmiş.
Baktığınızda 1980’den bu yana geçen 34 yılda iki ülke de endeks değerlerine 263 baz puan eklemişler ama Kore bu dönemin ilk 20 yılındaki hızlı sıçramalarıyla bizden bir üst lige çıkmış, biz ise kendi alt ligimizin orta sıralarındayız.
Bu durumun arkasında yatan nedenle ilgili hep verilen bir örnek var. Bugün iki ülke nüfusunun 55-65 yaş aralığına baktığımızda, her iki ülkede de bu yaş aralığındaki nüfusun yüzde 10’unun üniversite mezunu olduğunu görüyoruz. Yani iki ülke 1980’nin hemen öncesinde aynı oranda çocuğunu üniversiteye gönderebiliyormuş.
Ama aradan 30 yıldan fazla zaman geçti. Şimdi iki ülkenin 25-35 yaş nüfusuna baktığımızda Kore’de bu grubun yüzde 65’i üniversite mezunuyken biz aynı yaş grubu çocuklarımızın ancak yüzde 17’sini üniversiteden mezun edebilmişiz.
Bugün biz Kore malı yüksek teknoloji ürünlerini evimize alıyoruz, onlar da iyimser ihtimalle Türkiye’de üretilmiş tekstil ürünlerini kullanıyorlar. Fark bu.
Gelin, dün başladığımız rakamsal kıyaslamaya devam edelim, Güney Kore ile aramızdaki ‘insani gelişmişlik’ farkının alt kırılımlarını görmeye çalışalım...
Bu, tek tek ülkeler tarafından BM’ye bildirilen çok sayıda göstergenin bir istatistiki metotla bir araya getirildiği bir endeks aslında.
Hafta içinde üç gün boyunca Hürriyet’te bu raporun çok güzel yazılmış bir haberini okudunuz zaten. Ben o yüzden ekdekse baz oluşturan verilerin bazı alt kırılımlarına bakacağım, endeksin kendisine değil.
Merak edenlere not: Bu yıl da Türkiye’nin dünya ülkeleri arasındaki sıralaması değişmedi ve 69. olduk. 2023 hedefi olarak ‘Dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olmak’ söyleniyor da, ‘İnsani gelişmişlikte ilk 30 ülkeden biri olmak’ gibi bir hedef kimsenin aklına gelmiyor galiba.
Neyse, konumuza geri döneyim: Endeksi oluşturan veri setinin bazı alt kırılımlarına bakarken de Türkiye’yi Güney Kore ile kıyaslamak geldi aklıma. Çünkü bu ülke, 50’li yıllarda çok gerimizden gelip bizi geride bıraktı. Sadece ekonomik büyüklük olarak değil, insani gelişmişlik olarak da. (Kore bizim 69. sırada olduğumuz listenin 15. sırasında!)
En temel kıyaslama ile başlayalım.
Korelilerin yüzde 72’si sahip olduğu yaşam standardından memnunken Türklerin yüzde 55’i memnun.Korelilerin yüzde 67’si gece karanlıkta şehir sokaklarında tek başına dolaşmayı güvenli bulurken Türklerin yüzde 55’i aynı şeyi söylüyor.
Korelilerin yüzde 33’ü hükümetlerinin çevreyi korumak için gösterdiği çabayı yeterli görürken Türklerin yüzde 45’i aynı şeyi söylüyor.Korelilerin yüzde 23’ü kendi hükümetlerine güvendiklerini söylerken Türklerin yüzde 53’ü hükümetlerine güveniyor.
Haberlerin kaynağı Edward Snowden adlı, 1983 doğumlu bir Amerikalıydı. Snowden, son olarak Amerika’nın dünya çapındaki elektronik istihbaratını yapan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) bir taşeronunda çalışıyordu.
Snowden, çalıştığı yerden epey büyük miktarda belgeyi kopyalayıp Hong Kong’a kaçmış, burada The Guardian’ın Amerika baskısı için çalışan Glenn Greenwald ve onun partneri belgeselci Laura Poitras ile buluşmuş, hem elindeki belgeleri gazeteciye vermiş hem de kameraya da çekilen bir mülakatla kendisini açığa çıkarıp bu sızdırmaları neden yaptığını anlatmıştı.
Hem Amerikan iç kamuoyu hem de Batı dünyası Snowden’ın açıklamalarıyla sarsılmıştı. Bu açıklamalar arasında Amerika’nın Almanya Başbakanı Angela Merkel’in telefonunu dinlediği de vardı; Britanya istihbaratının bir uluslararası toplantı için Londra’ya gelen Türk Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in otel odasına ve otel telefonlarına mikrofon yerleştirdiği de...
Türkiye o sırada Gezi olaylarıyla sarsıldığı için Snowden ve açıklamaları yeterince kamuoyuna yansımadı; ardından yaşanan gelişmeler de yeterince iyi izlenmedi.
Snowden Moskova’ya kaçtı, 39 gün havaalanında yaşadıktan sonra ona sığınma hakkı verildi. Halen Rusya’da.
Britanya polisi, The Guardian’ın merkez binasını bastı, gazetenin elinde olan Snowden belgelerinin saklı durduğu bilgisayar disklerinin silinmesini sağladı.
Bu arada Snowden belgelerini The Guardian adına haberleştiren ve Snowden’ın özel güvenine sahip olan Glenn Greenwald, eBay adlı internet sitesinin kurucusu Pierre Omidyar’ın sağladığı inanılmaz büyüklükte bir sermayeyle kendi internet gazetecilik portalı olan ‘The Intercept’i kurmaya koyuldu.
Haberlerin odağında iki önemli konu var: 1. Evinden, yaşadığı ilçeden çok uzaklarda (120 kilometreyi bulanlar var) bir okula kaydı yapılanlar; 2. Tercih etmediği halde imam hatip lisesine yazılanlar.
Bu iki önemli konuya değineceğim ama gördüğüm o ki, bu iki konuya harcadığımız tartışma enerjisinin bir benzerini genel olarak eğitim sistemimize ve özel olarak da bu yeni sınav yönteminin avantaj ve dezavantajlarına harcamaktan kaçınıyoruz.
En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Eğer illa Türkiye’nin dört bir yanındaki 1 milyondan fazla ortaokul mezununu merkezden tek bir dokunuşla ve sözde bir ‘eşitlikçilik’le liselere yerleştirmekte ısrar ediyorsak, Türkiye yıllardır aradığı sınav sistemini TEOG ile bulmuş gibi gözüküyor.
Çünkü TEOG’a sadece bazı öğrenciler değil, bütün orta son sınıf öğrencileri katıldı ve sınav da okullarda, öğrencilerin eğitim gördüğü temel ders kitaplarındaki konulardan yapıldı. TEOG bir anlamda öğrencilerin zaten girdiği ‘yazılı’ sınavlardan iki tanesinin yerine geçti.
Bu yöntem öğrencilerin dershane ihtiyacını da azalttı; dershaneye yine de gidilse bile bu kez test çözmek için değil, okul derslerine çalışmak için gidildi.
Ancak, başta da söyledim: Eğitimle ilgili ölçme değerlendirme, ders notu dahil bütün konularımızı merkezden tek bir bilgisayar dokunuşuyla çözmenin ‘doğru’ olduğunu kabul ediyorsak TEOG başarılı bir sistem. Burada aylar önce yaptığım bir çağrıyı yinelemek istiyorum: Milli Eğitim Bakanlığı, vakit geçirmeksizin TEOG’a ilişkin ham verileri bağımsız eğitim araştırmacılarının incelemesine açmalıdır.
Bu ham bilgilerden çok sayıda önemli sonuç çıkacaktır ama beni bir tanesi özellikle ilgilendiriyor: Türkiye’nin en düşük performanslı okulları.