Paylaş
Konuşuyoruz ama hemen de unutuyoruz ve yeniden konuşmaya başlamamız için yeniden bir çok ölümlü vaka yaşanması gerekiyor maalesef.
Oysa adına ‘iş kazası’ denen ama yaygınlığına ve oluş sıklığına bakınca ‘kaza’ yerine ‘cinayet’ diye adlandırmamız gereken ‘vaka’lar için daha derinlemesine önlemler alınma zamanı çoktan gelmiş de geçmiş bile.
İş güvenliği konusu, temelde bir denetim ve denetimin sonuçlarının hayata geçirilmesi meselesi.
Türkiye’de on binlerce işyeri var, ‘riskli’ kabul edilen işlerin yapıldığı. Tehlikeli kimyasallarla çalışanlar mı istersiniz, yüksek inşaatlar mı, yerin altındaki madenler mi, tersaneler mi, kesici ve delici makinelerle çalışmak mı...
Biz bu on binlerce işyerini birkaç bin denetim elemanıyla denetlemeye ve denetim sonunda ortaya çıkan aksaklıkların giderilip giderilmediğini kontrol etmeye çalışıyoruz. İmkânsız bir görev.
İş müfettişleri kuşkusuz önemli görevler yapıyorlar ama ülke çapında her riskli işyerini onların bir düzene sokmasını sağlamak kolay değil. Bu denetim ve daha önemlisi kurallara uygunluk kontrolü işinin iş müfettişleri dışında paydaşlarca da yürütülmesi gerek.
Evet bunun için ‘iş güvenliği ajansları’ var; bunlar birer şirket. İşyerleri onları tutuyor, sözde onlar da o işyerindeki iş güvenliğini sağlıyor.
Bu sistemin yetersiz olduğu, çalışmadığı ve en önemlisi bir çıkar uyumuna neden olduğu için düzeltilemeyeceği de bence artık kanıtlanmış durumda.
Burada en önemli konu, denetleyenle denetlenenin bir çıkar uyumu değil çıkar çatışması içinde olmasının sağlanması.
Hazine Müsteşarlığı yıl başında bir tebliğ çıkartmış ve riskli işler yapan işyerlerine sigorta mecburiyeti getirmeye başlamış. Bu, yerinde bir önlem. Sigorta şirketi, o işyerini sigortalamak için orayı denetleyecek, önlemleri yetersiz görürse sigorta yapmayacak veya primi yükseltecek. Sigortasını yaptırmayan da işyerini (veya şantiyesini) açamayacak.
Ancak maalesef uygulama bütün riskli sektörler için değil henüz sadece kimya sektörü için başlamış durumda. Keşke Hazine işe inşaat sektöründen başlasaydı.
Yine de, tek başına sigorta bu işi çözmeye yetmez.
Bizim bir de, Borçlar Kanunu’nda düzenlenen ‘manevi tazminat’ hukukumuzu temelinden değiştirmemiz gerek.
Ayrıntıya girip boğulmayalım ama manevi tazminatla ilgili hukumuzun temelinde ‘tazminata mahkûm olanın fakirleşmemesi, tazminat kazananın da zenginleşmemesi ilkesi’ var.
Soma’daki toplu cinayet sonrasında da önerdim, bizim bu temel ilkeyi değiştirmemiz, bu çeşit iş cinayetlerinin yaşandığı işyerlerini çok ama çok yüksek manevi tazminatlar ödemeye mahkûm edebilme imkânını mahkemelerimize vermemiz gerekiyor.
Tazminat tehlikesi yüksek olunca, riskli işler yapan işyerlerinin sigorta primleri de artacak, o zaman sigorta aracılığıyla denetim ve kuralların uygulanması daha garantili olacaktır.
Bu savcılarla demokratikleşme imkânsız
İSTANBUL’da Beşiktaş’ın taraftar grubu Çarşı’nın bazı önde gelenlerine karşı ‘Hükümeti silah zoruyla devirmeye teşebbüs’ten dava açan savcıyla meşhur KCK davalarını açan savcılar arasında kategorik olarak hiçbir fark yok.
KCK’da eline silah almamış, gazetede, dergide yazı yazmış veya meşru siyasetten ayrılmamış insanlara ‘bölücü terörist’ muamelesi yapmakla, bir protesto gösterine katılan veya onu organize eden insanlara ‘darbeci’ muamelesi yapmak, Türkiye’nin ‘demokrasi’ ve ‘ifade özgürlüğü’ fikrine ne kadar uzak olduğunun açık delilleri esasen.
O protesto gösteri sırasında şiddete başvurulmuşsa, elde delil de varsa şiddet uygulayanları ve şiddet talimatı verenleri salt bu suçtan yargılamak dururken ‘hükümete darbe girişimi’ nereden çıktı?
Bu savcılar ve bu suç anlayışıyla mı demokratikleşecek Türkiye? Bu bakış açısı yerinde dururken mi ‘çözüm süreci’ yürüteceğiz, ‘Eline silah alacağına siyaset yap, ne diyorsan yine de’ diyeceğiz?
Yaman bir çelişki...
Davutoğlu’nun zor sınavı
Kimin hükümeti olduğuna karar vermek...
İSTANBUL’daki on ölümlü cinayetten sonra hükümet ağır bir eleştiri bombardımanı altında. Bu eleştirilerin sebebi büyük ölçüde Soma madenindeki toplu cinayetten sonra hükümetin aldığı tutumla ilgili.
Bir kez daha karar anı:
Böyle bir vahim olaydan sonra hükümet kendini kimin yanında hissetmektedir? Ölen ve öldüğü için suçlanan işçilerin yanında mı, yoksa onun işvereninin, son vakada olduğu gibi genel olarak müteahhitlik sektörünün yanında mı? Daha doğrudan sorayım: Hükümet işçinin mi hükümetidir, müteahhidin mi?
Paylaş