Bu sohbetle ilgili haberimi önceki gün Hürriyet’te okudunuzsa, haberin içinde geçen “Başbakan’ın anlatımları sık sık ‘Aman bunu yazmayın’ uyarılarıyla geçtiği için maalesef elimde bütünlüklü bir söyleşi gibi yazılabilecek materyal yok. O yüzden izlenim gibi yazıyorum, ancak yazılabilen bölümleri” paragrafı dikkatinizi çekmiş olmalı.
Başbakan uçakta bize ‘Yazmayın’ dediği bilgilerden bir bölümünü ertesi gün Dolmabahçe’deki Başbakanlık binasında yapılan Akil İnsanlar toplantısının basına kapalı bölümünde söyledi. Bunu, kendisi de bir ‘Akil İnsan’ olan Yıldıray Oğur’un pazartesi günü Türkiye gazetesinde çıkan yazısından anlıyorum.
Bunların artık yazılmış olmasından hareketle ben de Başbakan’ın aktardığı ve çözüm süreci, Kobani direnişi ve 6-7 Ekim’de meydana gelen, 40’a yakın vatandaşımızın öldüğü olaylar bağlamındaki takvimi bugün yazmak istiyorum.
Aşağıda yazacağım cümleler kelime kelime Başbakan’ın ağzından çıktığı haliyle değil benim özetlemelerimdir ama bilgilerin tamamı Başbakan tarafından verilen bilgilerdir. Bazı günlere ilişkin bilgiler ise doğrudan arşiv bilgisidir:
1 Eylül: Başbakan hükümet programını okur.
3 Eylül: Hükümet, çözüm süreci için bir ‘yol haritası’ çıkarıyor, bu harita aynı gün Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Hakan Fidan tarafından İmralı’da Abdullah Öcalan’a götürülüyor, Öcalan yol haritasına tam mutabakatını bildiriyor.
7 Eylül: Bir HDP heyeti İmralı’da Öcalan ile görüşüyor; Öcalan’dan yol haritasına tam mutabakat verdiğine dair teyit alıyor.
Denenen şey, otomotiv endüstrisini tepeden tırnağa değiştirecek nitelikte.
İsteniyor ki, bütün markaların her çeşit ve kategorideki taşıt aracı birbiriyle konuşsun.
‘Konuşsun’dan kasıt şu: İster kamyon olsun ister motosiklet, ister spor otomobil ister otobüs, aracınız sürekli kendi GPS koordinatlarını ve o anki hızını belli bir frekanstan yaptığı yayınla etrafına duyursun.
Sizin aracınız kendi pozisyonunu ve hızını duyururken tabii bir de yakın çevredeki araçların söylediklerini de duysun ve kendi bilgisayarında sürekli hesap yapsın.
Böylece kaza ihtimali çok azalsın, araçların birbirine çarpması aracın bilgisayarı marifetiyle engellensin.
Böyle yazınca basitmiş gibi duruyor ama aslında çok karmaşık bir konu bu. Mühendisler yıllardır çalışıyor.
Eğer denemeler başarılı olur, sistemin güvenli biçimde işlediği kanıtlanırsa birdenbire bütün otomobil tasarımı değişecek.
Anayasadan demokrasiye, seçimlerden sokak gösterileri ile başa çıkma yollarına kadar pek çok konuda görüşlerini Esad’a anlatmış, onu sokakta gösteri yapanların üzerine çok sert gitmemesi, tam tersine demokratik reformlar yapması için iknaya çalışmıştı Davutoğlu.
Bu görüşmenin içeriğini Davutoğlu defalarca anlattı; birkaç tanesine ben şahsen tanığım. Davutoğlu’nun Esad’a verdiği öğütlerden biri, ‘Etrafındaki güvenlikçilerin her dediğini yüzde 100 doğru kabul etme’ cümlesiydi.
Davutoğlu, Esad’a ‘Her şeyi güvenlik gözlüğünden görenlerin demokratik, sosyolojik gelişmeleri yanlış yorumladığını ve kendisini de felakete sürüklediğini’ söylemişti.
Gerçekten de cuma
namazı sonrası camilerin etrafında toplanıp barışçıl protesto gösterisi yapanlara gerçek mermilerle
saldırmasaydı Esad, onun yerine önce muhalefet partilerine de izin verip yerel seçimler yapsaydı, ardından anayasa reformuyla bir çeşit çokpartili parlamenter sisteme izin verseydi ve son olarak da Cumhurbaşkanlığı için çok adaylı seçimlerin önünü açsaydı, bugün dünyanın gündemi çok farklı olurdu.
Davutoğlu’nun tavsiyesinin tam tersine, üzerlerine gerçek mermiyle ateş edilen o barışçıl göstericiler kısa zamanda ‘silahlı muhalefet’e çevrildiler, ülke kan gölüne döndü, Esad’a keskin nişancılar yetmedi kendi hava kuvvetleriyle ve kendi kimyasal silahlarıyla kendi halkını toplu halde öldürmeye de başladı ve aslında hâlâ daha da güvenliği sağlayamadı.
IŞİD’in hâkim olduğu coğrafyaya baktığınızda, bu grubun savaşçılarının aynı anda üç-dört cephede birden saldırı savaşı yürütmekte olduğunu göz önüne aldığınızda, IŞİD denetimindeki coğrafyada bir ‘halk’ın yaşadığını akıldan çıkarmadığınızda, bu yapının oradan kolay kolay sökülüp atılamayacağını da görüyorsunuz.
IŞİD’i ‘çağdışı’, ‘barbar’, ‘vandal’, ‘insanlık suçlusu’ gibi sıfatlarla tanımlayabilirsiniz; bunları söylemek yanlış olmaz. İlan ettikleri ‘Halifelik’in bayrağı altında tarihte örneği olmayan bir ‘İslami yönetim’ sürdürüyorlar. Genç kadınları seks kölesi yaparak, kelle keserek, binlerce insanı toplu halde infaz ederek, okulları kapatarak vs.
Bütün bu barbarlıklar herkesin gözü önünde yaşanan, saklanamaz şeyler ve bu sebeple IŞİD’i lanetlemek, IŞİD’in hâkim olduğu coğrafyada gerçek manada bir direnişle ve hatta muhalefetle karşılaşmadığını görmemize engel olmamalı. Bütün kötülükleri bir yana IŞİD belki de hâkimi olduğu coğrafyanın içinden çıkan ‘organik’ bir oluşum.
Tam da bu sebeple ‘IŞİD’le mücadele’ denen şey, sadece askeri mücadele olamaz. Nasıl Afganistan’da Taliban’a karşı verilen askeri mücadele hiçbir zaman tam olarak kazanılamadı ve bugün Taliban Afganistan’da halen en önemli güçse, IŞİD de benzer bir yolda ilerliyor.
Yine tam bu sebeple; IŞİD’i önce ‘degrade’ edecek, yani seyreltecek sonra da yok edecek strateji öncelikle siyasi strateji olmak zorunda. Askeri strateji ve yöntemler ancak bu siyasi hedefe varmayı kolaylaştıracaksa kullanılabilir.
Amerika önderliğindeki koalisyonun bırakın bir siyasi stratejiyi, askeri stratejisi bile yok. Tek yapılan havadan bomba yağdırmak ve yerde de Irak’ta düzenli ordu ile Peşmerge’nin; Suriye’de ise artık neredeyse silinmiş durumdaki Özgür Suriye Ordusu’nun IŞİD’i geri püskürtmesini ümit etmek.
Irak’ta Amerikan eğitimli ordu henüz IŞİD’e karşı bir ilerleme sağlayamadı, Suriye’de ise ÖSO daha eğitilecek, sonra donatılacak, sonra da savaş alanına sürülecek... Ölme eşeğim ölme...
Nobel'in açıklanma sırasıyla gidelim. Bu yıl tıp ödülünü, biri Britanya'dan, ikisi Norveç'ten üç kişi paylaştı.
İlginçtir, ödülü alan Amerika asıllı Britanyalı bilimci John O'Keefe'in çalışması 1971 tarihini taşıyor.
İrlanda göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Amerika'da doğan, basketbol hastası O'Keefe, daha sonra Birleşik Krallık vatandaşlığını seçmiş ve Londra'daki University College'de çalışıyor.
Nobel tıp ödülünün açıklanma anı.
60'ların sonları 70'lerin başlarında, henüz bugünün modern tıbbi görüntüleme cihazlarının vs. hiç olmadığı bir zamanda beynin bölgelerinin fonksiyonlarını araştırıyor. Fareler üzerinde yaptığı deneyler, beyinde farenin o an nerede olduğunu anlamasına yarayan hücreler olduğunu ortaya çıkarıyor. Minik elektrotların bağlı olduğu fare beyninde bazı nöronlar, fare ne zaman aynı yerden geçse birden canlanıyor çünkü.
O'Keefe bu deneyleri daha geniş bir çerçevede sürdürüyor ve aynı bölgenin insanda da olduğunu görüyor. Makalesini de 1971'de yayınlıyor.
Haritada gri olarak gösterilen bölgeler kendilerine ‘Irak-Şam İslam Devleti’ (IŞİD) veya ‘İslam Devleti’ (İD) adının verilmesini isteyen örgütün kontrolünde. Sarılar Kürt bölgeleri, kırmızılar Irak’ın güneyinde Şiileri, Suriye’de Esad rejimini gösteriyor. Yeşiller ise Suriye’de Özgür Suriye Ordusu ve müttefiklerinin hâkim olduğu alanları.
Haritada da görüyorsunuz, yukarıda saydığım her bir grup/devlet/otonomi aslında hiç de küçümsenmemesi gereken büyüklükte bölgelere ‘hâkim’ durumda. Bu hâkimiyet sadece savaşarak ve silah gücüyle olmaz; denetiminiz altındaki bölgede bir nevi ‘devlet hizmeti’ de vermelisiniz; en basitinden insanların güvenlik, barınma, yeme-içme ihtiyaçlarını karşılamalısınız ki, savaştığınız cephelerin gerisinde sorun yaşamayın.
Kürtler veya merkezi Bağdat hükümetinde temsil edilen Şiiler açısından zaten bu devlet hizmetlerini sunacak temel yapılar epeydir mevcut. Ya IŞİD? Gelen haberlere bakılırsa onlar da bu yapıyı kurmaktalar. Devletin memurları var, maaş alıyor, hizmet sunuyor. Vatandaşlar var, özellikle Irak’ta eski döneme göre kendilerini daha güvende hissediyorlar vs.
Bizim dikkatimiz Suriye tarafında ve özellikle de Kobani’de ama IŞİD’in çarpıştığı, işgale yeltendiği tek cephe burası değil. Örgüt hâlâ topraklarını genişletme peşinde ve Güney Irak’ta Bağdat’ı zorluyor. Irak’ın Anbar vilayetinden ve Felluce’den çatışma haberleri geliyor. Amerika’nın eğitip silahlandırdığı Irak ordusu IŞİD karşısında yeterince başarılı değil.
Wikipedia’dan alıp yayınladığım harita her gün, her an değişiyor ama uzun süredir değişmeyen bir şey var: IŞİD o kadar da küçümsenecek bir örgüt değil fakat yine de sınırlı kaynakları sebebiyle bu savaşı daha ne kadar sürdürebileceği de kestirilemeyen bir örgüt.
IŞİD’in hâkimiyet kurmak istediği alanlardan Sünni ve Arap olmayanları kovaladığı, yani aslında etnik temizlik yaptığı biliniyor. Bunun için katliam, topluca ırza geçme, kadınları seks kölesi olarak kullanma dahil her türlü kötülüğü aynı anda yapıyor IŞİD. (Hatırlayın, aynı yöntemleri Sırp ve Hırvat orduları da Bosna’da uygulardı; Ruanda’dan Somali’ye kadar aynı insanlık dışı yöntemler etnik temizlik, hatta soykırım amacıyla kullanıldı, kullanılmaya devam ediyor.)
Burada yayınladığım haritayı epeydir arıyordum, hatta bir ara ‘Kendim mi yapsam acaba’ diye düşündüm ama beceremedim. Nihayet önceki gün Amerikan Foreign Policy dergisinin web sitesinde gördüm, buraya da aldım.
Biz sınırımızın dibindeki bu kirlinin kirlisi savaşı bugünlerde Kobani üzerinden iliklerimizde hissederek yaşıyoruz. Kobani, bu anlamda IŞİD’e karşı Kürt direnişinin Stalingrad’ı oldu.
Haritada daha net görüyorsunuz; mesele Kobani’nin kurtulması değil, bütün etrafının kurtulması, IŞİD’den temizlenmesi meselesi esasen. Türkiye’ye kaçan 200 bine yakın Kürt, Kobani şehir merkezinin yanı sıra etraftaki köylerden geldi. IŞİD saldırıları öncesi bütün Kobani kantonunun 400 bin nüfuslu olduğu öne sürülüyor; bu nüfusun yarısı bugün Türkiye’ye sığınmış durumda. Daha geçen gün Kobanili Kürtlerin siyasi örgütü PYD’nin başındaki Salih Müslim, kasabada aralarında kadın ve çocukların da olduğu 9 bin kişin kaldığını söyledi. Durum çok kritik ve IŞİD bölgeyi etnik olarak temizleme konusunda çok mesafe almış durumda.
IŞİD’in Irak’ta da uyguladığı bu etnik temizlik, yani Arap ve Sünni olmayanları kaçmaya zorlama stratejisi kaçıp göçenler en kısa zamanda evlerine geri dönemezse başarıya ulaşabilir.
O yüzden Türkiye’nin sadece Kobani kasabasını değil bütün çevresini de düşünerek; ardından da öncelikle Türkiye-Suriye sınırındaki IŞİD bölgelerinden başlayarak ama nihayetinde bütün Suriye ve Irak’ın bir bölümünde ciddi nüfus hareketlerine sebep olan her durumu ortadan kaldırmaya yönelik bir stratejiye sahip olması; bu stratejiye Batılı ülkeleri de ikna etmesi ve ardından da Kobani’den başlayarak harekete geçilmesi gerekiyor.
Ankara, Amerikan Başkanı Obama’nın birkaç hafta önce alelacele açıkladığı ‘IŞİD stratejisi’nin bir strateji falan değil, tam tersine politikasızlığın itirafı olduğunu düşünüyor ve bölgede düzeni kalıcı olarak kurmakla yetinmeyip bir ‘çıkış stratejisi’ne de sahip olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyor, savaşa gözü kapalı dalmıyor.
Kasabanın hemen dışındaki hâkim mevkideki tepe IŞİD (veya İD) eline geçtiğinden beri Kobani’de sık sık sokak çatışmaları da yaşanıyor. IŞİD’in ağır silahlarını o tepeye getirmesi an meselesi ve o zaman kasabanın halinin daha da kötüleşeceği belli.
Bu insani dram, sınırımızın hemen öteki tarafında, gözle görünür, kulakla duyulur bir mesafede yaşanıyor.
Sınırın öteki tarafı deyip geçmemek lazım, Kobani ve çevresindeki köylerde yaşayan, şimdi ezici çoğunluğu Türkiye’ye göçmek zorunda kalmış olan Kürtlerin hemen hemen tamamı zamanında Türkiye’den o tarafa geçmiş veya yapay sınır çizgisi çekilirken öteki tarafta kalmış olanlar. Yani, sınırın ‘öteki’ tarafı ile ‘bu’ tarafı arasında insani anlamda bir sınır falan yok esasen; çoğu insan ister ‘öteki’ tarafta olsun ister ‘bu’ tarafta, birbiriyle akraba.
Bu akrabalık/yakınlık hali yaşanan dramı daha da yıkıcı hale getiriyor.
İnsanlar Türkiye’ye, kendi hükümet ve devletlerine öfke duyuyor. Bence haksız da değiller.
Üç haftayı geçmek üzere IŞİD’in Kobani saldırıları. Ve Türkiye, mesela Şüleyman Şah Türbesi tehdit altına girdiğinde yaptığı gibi, IŞİD’e yönelik bir uyarı açıklaması bile yapmadı; ‘Burada etnik temizliğe girişme, yoksa karşında beni bulursun’ demedi; topçusuyla helikopteriyle IŞİD’e karşı caydırıcılığını göstermeye bile kalkmadı.
İnsan ister istemez düşünüyor: Acaba Kobani bir Kürt yerleşimi değil de Türkmen yerleşimi olsaydı, hükümetimizin politikaları aynen bugünkü gibi mi olurdu?