Sırasıyla gidelim. Önce 1997’de 8 yıllık eğitim zorunlu oldu. Böylece, daha önceki yıllarda ilkokulu bitirdikten sonra ortaokula devam etmeyenler, en azından 8 yılı tamamlamak, yani eski tabirle ortaokul mezunu olmak zorunda kaldılar. Bu, 8 yıllık eğitim yasasına getirilen bütün diğer eleştirilerin yanında gerçekten çok önemli bir ilerlemeydi.
Keşke zorunlu eğitimin en az 8 yıl olması 70’li yıllarda uygulamaya konmuş olsaydı; o zaman bugünkünden çok farklı, çok daha zengin bir ülkede yaşıyor olacaktık.
8 yıllık zorunlu eğitim liseye gelene kadarki okullaşma oranını yüzde 100’e çok yaklaştırdı ama biz 8 yıllık ilköğretim mezunu bu 100 çocuğun 30’unu liseye geçişte kaybetmeye devam ediyorduk. Yani, mezun 100 çocuktan 70’i liseye devam ediyor, 30’u ise ya çalışmaya başlıyor ya da erken evlilikle aile üzerinde mali yük olmaktan çıkarılıyordu.
Daha sonra, birkaç yıl önce eğitimi 4’er yıllık üç kademeye bölen ama 12 yılın tamamını ‘zorunlu’ kılan düzenleme yapıldı. Bu yasal düzenlemeye ilişkin de çok sayıda eleştiri var; bunların benim de önemli görüp katıldığım bazılarını birazdan okuyacaksınız zaten ama bir gerçek önemli: Zorunlu eğitimin 8 yıldan 12 yıla çıkarılmasıyla liseye geçişte kaybettiğimiz 30 çocuğumuzu da kazanma ümidimiz arttı.
Bütün Türkiye nüfusu açısından bakıldığında ortalama eğitim süremizin 6.5 yıl, yani ‘Orta ikiden terk’ olduğunu hatırlayacak olursak, 12 yıllık zorunlu eğitimin ülke insan kalitesine ciddi bir katkı yapacağını da görmüş oluruz. (Eğitimde geçirilen süre kadar eğitimin içeriği ve kalitesi de önemli, hatta daha önemli kuşkusuz ama bugünlük kaliteden değil süreden söz ediyorum, lütfen okurken bunu göz önünde bulundurun.)
Fakat, ‘dört artı dört artı dört’ adıyla bilinen düzenleme sırasında yapılan en vahim hata, eğitime başlama yaşının aşağıya çekilmesiydi. O zaman ben de yazdım; bu durum, Türkiye’nin son yıllarda onca yatırım yaptığı ve kısa zamanda ciddi ilerleme sağladığı okulöncesi eğitimi bitirecekti.
Nitekim uygulama başladıktan sonra bugün daha net görüyoruz; kısa zamanda okulöncesi eğitimde yüzde 40’lara yaklaşan bir okullaşma sağlanmıştı, bu kazanımlar yeni yasa sonrası maalesef sürdürülemedi. Bu yanlıştan Milli Eğitim Bakanlığı’nın uygulamayı esnetmesiyle bir ölçüde dönüldü, yani ilkokula başlama yaşı yasaya rağmen 72 aya kadar çekildi ama okulöncesi eğitime verilen zarar ortadan kalkmadı. Rakamlara bakıldığında Türkiye’de okulöncesi eğitimde okullaşma oranının yeni yasayla birlikte düşüş eğilimine girdiği gözüküyor. Bu vahim bir gelişme.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 5. sınıftan itibaren ‘başı açık’ olma zorunluluğundan vazgeçmesini ve bu konudaki kararı ailelere bırakmasını iki hafta canla başla tartıştık. Ama nedense eğitimin kendisini konuşamadık.
Tam bugün için böyle bir yazı yazayım derken, bana göre eğitim konusunda çalışan sivil toplum kuruluşlarının en verimlisi olan Sabancı Üniversitesi bünyesindeki Eğitim Reformu Girişimi’nin (ERG) 2013 yılı Eğitim İzleme Raporu’nun yayınlandığı bilgisi geldi.
ERG her yıl düzenli olarak Türk eğitim sisteminin durumunun objektif bir fotoğrafını çekmeye çalışıyor ve bunu da raporlaştırıyor. Ben de, her yıl bu raporu kendi köşe yazılarıma taşıyorum. Eğitim sorunlarını veriler ışığında ve masa başında oluşturulmuş yüksek fikirlere göre değil de verilere dayalı olarak konuşmak isteyenlere sahiden çok kaliteli malzeme sunuyor bu raporlar.
En genelden başlayalım. Türkiye’de devletin eğitim için yaptığı harcamalar (yatırım demek daha doğru, gelecek kuşaklara yatırım yapıyoruz çünkü) düzenli biçimde artıyor. 2007’de gayrisafi yurtiçi hasılamızın yüzde 2.5’inden azını eğitime harcarmışız, bugün bu rakam 2014 itibarıyla ikiye katlanacak gibi gözüküyor, yani GSYH’nin yüzde 4.6’sını eğitime harcıyoruz.Milli gelirimizden eğitime aktardığımız rakam son yedi yılda ikiye katlanmış gibi gözükse de bu durum öğrenci başına yaptığımız eğitim harcamasına aynen yansımıyor; herhalde bunun sebebi öğrenci sayısının daha büyük bir hızla artması.
2006 yılında ortaöğretimdeki bir öğrenci başına yılda kabaca 2 bin 500 liranın biraz altında harcama yapıyormuşuz, 2013’te bu rakam 4 bin liraya çok yaklaşmış. Mesleki okullarda okuyan öğrencilere 2006’da öğrenci başına 4 bin liradan biraz az harcarmışız, bugün bu rakam 4 bin 300 lira civarına gelmiş. Okulöncesi ve ilköğretim öğrencilerine 2006’da 1500 liradan biraz fazla harcarmışız, bugün 2 bin 400 lira civarında harcıyoruz.
İki şeyi söylemek lazım:
1. Milli gelirden eğitime ayırdığımız pay büyük bir hızla artıyor da olsa bu yetersiz; bizim en azından milli gelirimizin yüzde 6’sını eğitime ayırmamız gerek.
Bu, aynı konuda Türkiye’nin aldığı ilk mahkûmiyet değil; karar sonrası gerek Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ve gerekse Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediklerine bakacak olursak, anlaşılan son mahkûmiyet de bu olmayacak.
Karar hakkında çok tartışıldı; konu belli: Bir grup Alevi vatandaşımız, çocuklarının okullarda zorunlu olan ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’ dersini almasını istemedikleri için önce iç hukuka başvurdular, burada sonuç alamayınca da Türkiye aleyhine AİHM’de dava açtılar.
Geçmişte de, başka Alevi aileler aynı yolu izlemiş, 2007 yılında Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 Numaralı Protokolü’nün 2. maddesini, yani ‘Eğitim hakkı’nı ihlalden mahkûm ettirmişlerdi.
Bu mahkûmiyetlerin pratik hiçbir sonuç üretmemesinin başlıca nedeni, henüz bu kararların ‘Büyük Daire’ kararı haline dönüşmemiş olması.
Türkiye, yıllardır AİHM’yi kandırmak için ustaca oyalama taktikleri uyguluyor. Bu taktiklerin başlıcası, söz konusu dersin kitabında neredeyse her yıl ufak tefek değişiklikler yapılması ve bunun da ‘Alevilikle ilgili bölümleri genişlettik’ denerek takdim edilmesi.
Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın oldukça tuhaf kıyaslamalar yaparak AİHM kararını eleştirmesinden, Türkiye’nin ve onu yöneten AK Parti’nin zorunlu din dersini son ana kadar savunmaya devam edeceği sonucuna varmak mümkün.
Bu tutum ise, daha geçen hafta yaptığımız ‘Çocuğuna dini, kültürel, siyasi değerlerini öğretmek söz konusu olduğunda öncelik devletin midir, ailenin midir’ tartışmasında hükümetin açık bir tutarsızlık içinde olması anlamına geliyor.
Gelin, bugün bu sözleşmeden, Türkiye’nin üç maddesine çekince koymadan edemediği BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nden konuşalım.
Aslında bu sözleşme BM’nin çocuk haklarıyla ilgili ilk ve tek metni değil. Zaten BM bünyesinde UNICEF adlı bir örgüt de var; dünya çocuklarının durumuyla ve eğitimiyle özel olarak ilgilenen.
BM Genel Kurulu, 20 Kasım 1959’da ‘Çocuk Hakları Deklarasyonu’ adıyla 10 maddelik bir deklarasyon yayımlıyor. Ve bu tarih ‘Uluslararası Çocuk Günü’ olarak da tescil ediliyor, kutlanmaya başlanıyor.
Sonra, büyük ölçüde Amerika’nın öncülüğüyle çocuk hakları konusunun uluslararası hukukun konusu olması ve bağlayıcı hale gelmesi amacıyla bir ‘Çocuk Hakları Sözleşmesi’ hazırlanıyor ve sözleşme 29 Kasım 1989’da, yani deklarasyonun 30. yıldönümünde imzaya açılıyor. Ve bu sözleşme 2 Eylül 1990’da 20. ülkenin de onu imzalamasıyla yürürlüğe giriyor. Türkiye sözleşmeyi 1990’da ilk imzalayan ülkelerden biri. Meclisimiz 1995’te sözleşmeyi onaylıyor ve sözleşme bizim açımızdan da uluslararası bağlayıcılığı olan bir hukuk metni haline geliyor.
Bugün 194 ülke sözleşmeyi imzalayıp onaylamış durumda. İki istisna var: 1. Somali, 2. Amerika.
Evet, Amerika. Çünkü bu ülke sözleşmeyi imzaladığı halde hâlâ Kongre’nin onayından geçirebilmiş değil. Son olarak Başkan Obama da, ‘Bu utançtan kurtulmalıyız’ dedi. Sözleşmenin ABD’de onaylanmasının önündeki en büyük engelin ölüm cezası yasağı olduğu biliniyor.
Neyse, biz sözleşmenin kendisine dönelim. Toplam 54 maddelik sözleşmenin bütün özünü dört temel ilke oluşturuyor: 1. Yaşama hakkı, 2. Gelişimini tamamlama hakkı, 3. Zararlı etkilerden, tacizden ve istismardan korunma, 4. Ailesiyle birlikte kültürel ve sosyal hayata katılma hakkı.
Başörtüsünü ortaöğrenim kurumlarında, yani 5. sınıftan itibaren serbest bırakan son yönetmelik değişikliği, tam unutmaya yüz tuttuğumuz ‘türban’ kavgalarını bıraktığımız yerden yeniden başlattı.
Ama haklarını yemeyeyim, bazı tartışmacılar geçmişe göre daha hakikatli; ‘Çocuklar 18 yaşından sonra kendi kararıyla ne giyecekse giysin’ diyorlar ve daha küçük yaşlardakiler için bu ‘sembol’ün okul ortamında diğer çocuklar üzerinde baskı oluşturacağını söylüyorlar.
Doğrudur, 10-12 yaşındaki çocuklar söz konusu olduğunda, herhangi bir konuda çocukların ‘seçme hakkı’ndan söz etmek kolay değil; daha ziyade anne-babanın kararları o çocukların ‘seçim’lerinde etkili.
Her ne kadar biz 4 yaşındaki kızımıza ne giyeceğini dayatamıyoruz ama bu herhalde bizim beceriksizliğimiz; dini inanç söz konusu olduğunda çoğu evde durumun farklı olduğunu kabul etmeye hazırım.
Ancak merak ettiğim konu şu:
Yarın öbür gün Cumhurbaşkanı’nın da imzalamasıyla Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girecek ve hayata geçecek olan bu yönetmelik, gündelik hayatın sadece okulda geçirilen bölümünü düzenleyebiliyor. Yani, o yönetmelik sayesinde yarın öbür gün okula başı örtülü olarak gelecek kız çocukları, normalde okul dışı saatlerde bugün zaten örtünüyor olmalılar.
Yani o çocuklar uzayda yaşamıyorlar; okul saatlerinde Skati onları tam okulun kapısına başı açık şekilde ışınlamıyor.
Meselenin insani yönü çok vahim, sadece birkaç gün içinde bölgedeki köylerden Türkiye’ye 150 bine yakın Suriyeli Kürt geldi. Bunlar bizim akrabalarımız; vatandaşlarımızın akrabaları.
O yüzden Kobani’de IŞİD ile PKK’nın Rojova’daki uzantısı PYD güçleri arasında sürmekte olan savaş, sadece Suriye Kürtlerini değil, Türkiye Kürtlerini de yakından ilgilendiriyor. Kobani’deki Kürtler şu an bir varlık-yokluk savaşı veriyor. IŞİD’in stratejik amacı, bölgedeki çeşitli Kürt ‘kanton’larının birbiriyle ilişkisini kesmek, Kürtleri kaçmaya zorlayarak bölgeyi insansızlaştırıp etnik temizlik yapmak. Aynı şeyi daha birkaç hafta önce Irak’ta Şengal’de yaptılar, binlerce yıldır bölgede yaşayan küçük bir grup olan Ezidi’ler Türkiye’ye kadar kaçmak zorunda kaldılar.
Kobani’nin düşmesi (etnik olarak temizlenmesi) halinde sıranın teker teker Rojova’nın diğer merkezlerine geleceğinden kimsenin kuşkusu da yok.
Gözümüzün önünde ve burnumuzun dibinde bu vahim şeyler yaşanırken, bunlara bir de Urfa Suruç yakınlarında sınır çizgisinin Türkiye tarafında çeşitli grupların polis ve jandarmayla çatışması eklendi.
Sınırdaki çatışmanın başlıca sebebi, Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin Türkiye’deki Kürtlere ‘Kalkın Kobani’ye gidelim, oraları kurtaralım’ diye çağrıda bulunması. Türkiye tarafından Suriye’ye doğru geçmek isteyenleri durdurmaya çalışan jandarma, biber gazından su sıkmaya kadar her türlü yöntemi uyguluyor; sınırı geçmek isteyenler de jandarmaya taş atıyor.
‘Gidelim Kobani’yi savunalım’ diye çağrılar yapan Kürt siyasi hareketi, son Cumhurbaşkanlığı seçiminde 4 milyon oy almış, genel ve yerel seçimlerde düzenli olarak 2.5-3.5 milyon aralığında oy alan bir büyük ve önemli siyasi hareket. Halen ülkenin hatırı sayılır sayıda şehrini yöneten, Cumhurbaşkanı adayı çıkartarak Türkiye’yi yönetmeye de talip olduğunu saklamayan bu önemli ve güçlü siyasi hareket, keşke etkileme gücünü Kürt gençleri Suriye’de savaşa çağırmak için değil de, Ankara’daki hükümeti Suriye’deki akrabalarımızı koruması için harekete geçirmekte kullansaydı.
Sınırdan geçmeye çalışan birkaç bin gencin IŞİD ile savaşta ne kadar işlevsel olacağı tartışmalı ama sınırın bu tarafındaki Türk topçusunun oradaki IŞİD topçusunu ve havanlarını susturması başlı başına Kobani savaşında dengeleri Kürtler lehine değiştirecek bir şey olabilir.
Hatırlatayım, bu araştırmaya lise 9, 10 ve 11. sınıf öğrencisi 100 bin kişi davet edildi, bunlardan 25 bini anket formunu cevapladı. Çarşamba günü çıkan yazımda öğrencilerin bir takım hüküm cümlelerine katılıp katılmadıklarına ilişkin sonuçları yayınladım. Dün ise değerler sistemine ilişkin sorulara verdikleri yanıtları.
Anketin son sorusu, bilginin doğasına ilişkin bir soru.
Genel ortalamaya baktığımızda, öğrencilerin yüzde 16’sının ‘Bilgi değişmez’ dediğini görüyoruz. Yüzde 25.2’si ‘Bilgi değişebilir’ demiş; yüzde 53.4’ü ise ‘Bilgi sorgulanabilir, eleştirilebilir’ cevabını işaretlemiş. ‘Bilgi tartışmasız kabul edilir’ diyenler yüzde 5.4.
Modern eğitimin amaçlarından biri de, şüphe duyan, sorgulayan, kararlarını kendi aklı ve bilgisi ışığında verebilen bireyler yetiştirmek. Bu açıdan baktığımızda lise öğrencilerimizin dörtte üçünün bilginin değişebilir, sorgulanabilir ve en önemlisi eleştirilebilir olduğunu söylemesi bence önemli.
Bu soruya cevap veren lise öğrencilerini cinsiyetlerine göre ayırdığımızda ilginç bir tablo çıkıyor ortaya. Kızların sadece yüzde 13.3’ü ‘Bilgi değişmez’ derken erkeklerin yüzde 19.1’i bilginin ‘değişmez’ olduğunu düşünüyor. Kızların sadece yüzde 4.8’i ‘Bilgi tartışmasız kabul edilir’ seçeneğini işaretlerken bu oran erkeklerde yüzde 6. Kızların yüzde 60.3’ü ‘Bilgi sorgulanabilir, eleştirilebilir’ derken erkeklerin sadece yüzde 45.7’si bu görüşte. Ve son olarak kızların yüzde 21.6’sı ‘Bilgi değişebilir’ derken erkeklerin yüzde 29.2’si bu görüşte.
Demek şüphecilik, sorgulayıcılık açısından bakacak olursak kızlarımız daha önde, erkek akranlarına göre.
Anketin bir büyük hatası...
MİLLİ Eğitim Bakanlığı Eğitimi Araştırma ve Geliştirme Dairesi’nin 2011’de hazırladığı ‘21. Yüzyıl Öğrenci Profili’ raporu için yapılan geniş kapsamlı anketten bilgiler aktarmaya devam ediyorum.
Bakanlıkça yapılan ankete 25 bin öğrenci katıldı ve sorulan çeşitli soruları cevapladı. Geçen gün bu köşede, Bakanlık soru formunun ilk bölümünde yer alan ve hüküm içeren çeşitli cümlelere öğrencilerin verdikleri yanıtları aktardım. Bugün ikinci bölümde, öğrencilerin bazı temel değerlere nasıl yaklaştıklarına ilişkin sorulara bakacağım.
Örneğin öğrenciler, ‘Sizce özgür olmak önemli mi’ sorusuna yüzde 75.5 oranında ‘Çok önemli’ cevabını veriyor. Özgürlüğün hiçbir öneminin olmadığını söyleyen sadece yüzde 1.1.
Peki acaba ‘şöhret sahibi olmak’ önemli mi öğrenci için? Burada ‘Hiç önemli değil’ diyenler ciddi bir yekûn tutuyor: Yüzde 37.7. Bu soruya ‘Çok önemli’ diyenler yüzde 17.7, ‘Evet önemli’ diyenler yüzde 14.8.
Ya ‘Zengin olmak’ önemli mi? ‘Hiç önemli değil’ diyenler yüzde 11.7, ‘Az önemli’ diyenler yüzde 29.9, ‘Önemli’ diyenler 35.3 ve ‘Çok önemli’ diyenler yüzde 23.1 oranında.
Bana en ilginç gelen cevaplardan biri, ‘İtaatkâr olmak’la ilgili. Ankete katılan 25 bin öğrencinin yüzde 42.8’i bunu ‘Çok önemli’ buluyor, yüzde 32.8’i ise ‘Önemli.’ İtaatkâr olmanın hiç önemli olmadığını düşünenlerin oranı yüzde 8.2, buna az önem verenler ise yüzde 17.2 oranında.