İsmet Berkan

Hükümet kömüre yüklenmek istiyor ama...

8 Kasım 2014
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu ve belki Bakanlar Kurulu’nun yarısını yanına alarak önceki gün bir basın toplantısı yaptı.

Basın toplantısında ekonomide dönüşüm programı adı verilen bir dizi yeni hedef açıklandı.
Bu açıklanan hedeflerden bir tanesi enerji konusunda olduğu için bu yazının ilgi alanına giriyor. Başbakan Davutoğlu’nun açıklamasına göre Türkiye, toplam enerji ihtiyacının yüzde 35’ini yerli kaynaklardan karşılamayı hedefliyor.
Dün de yazdım, son rakam elimizde yok ama 2008 yılında Türkiye kullandığı bütün enerjinin yüzde 72’sini ithal etmişti. Yani 2008’de yerli kaynaklı enerji miktarı yüzde 28’deydi zaten.
Ancak benim tahminim bugün bu yüzde 28’lik yerli kaynağın oransal olarak daha aşağı düştüğü; yani toplam enerji kullanımımızda ithal enerjinin payı artmış olmalı.
Peki hükümet ne yapacak da yerli enerji kaynaklarının payı yüzde 35’i bulacak? Bunu da söylüyor Davutoğlu: Kömür madenciliğine yüklenilecek, linyit kaynaklarının daha iyi değerlendirilmesi için önlemler alınacak.
Birkaç ay önce Soma’da, bugünlerde Ermenek’te yaşadığımız facialar hatırlanacak olursa, kömüre yüklenmenin bedelinin çok ağır olduğunu da görmeliyiz.
Ama burada sadece insan hayatından söz etmiyoruz; bir de doğaya verdiğimiz zarar var, bunun en önemli kalemi de atmosfere salacağımız sera gazları olacak.

Yazının Devamını Oku

Enerji politikalarına yakından bakalım

7 Kasım 2014
MAALESEF Uluslararası Enerji Ajansı’nın web sitesinde benim ulaşabildiğim son rakam 2008 yılına ait ve buna göre Türkiye, o yıl toplam 99 milyon ton petrole eşdeğer enerji tüketmiş.

Bu tabii ülkenin toplam enerji tüketimi. Yani otomobil ve kamyonların yakıtından evde yemek pişirirken veya ısınırken kullandığımız doğalgaza, ev ve sanayide tükettiğimiz elektriğe kadar her şey buna dahil.
Türkiye kullandığı enerjinin yüzde 72’sini ithal ediyor. O yüzden inanılmaz yükseklikte bir cari açığımız var.
Üstelik, bugün 2008’dekine göre çok daha fazla enerji tüketiyor olmalıyız; çünkü ekonomimiz biraz daha büyüdü ve tam da bu yüzden ithal ettiğimiz enerjinin oranı da artmış olmalı. Yani, ekonomik gelişme ve refah artışı istedikçe, enerjide dışa bağımlılığımız daha da artıyor.
Burada tam bağımsızlık sloganları atacak değilim; günümüz dünyasında yüzde 100 bağımsızlık diye bir şey söz konusu değil, bugün karşılıklı bağımlılıklar dünyasında yaşıyoruz.
Fakat yine de yüzde 72 enerji bağımlılığı çok yüksek. Ülkesini seven her hükümetin bu bağımlılık oranını düşürmek için çalışması da son derece doğal.
Türkiye de, uzun yıllardır bağımlılık oranını düşürmeyi konuşuyor ve bir yandan da kendi enerji tedarikini güvene almaya çalışıyor. Bu amaçla Bakü-Ceyhan boru hattından tutun da Mavi Akım gibi, Şahdeniz gibi doğalgaz hatlarına kadar pek çok şey yapıldı. Bugün IŞİD belasıyla uğraşmakta olan Suriye ve Irak politikalarımızın özünde de aslen enerji tedarik güvenliği yatıyor.
Geçen gün bu köşede çıkan ve hükümeti güneş veya rüzgârdan enerji üretimine yeterince destek vermemekle eleştiren yazım çok ilgi çektiği için konuyu sürdürüyorum. O yüzden de esasen elektrik üretimine yoğunlaşmak istiyorum.

Yazının Devamını Oku

Güneş enerjisine neden yatırım yapılmaz?

5 Kasım 2014
TÜRKİYE’de 2012 yılı sonu itibarıyla 57 bin 59 megavatlık elektrik üretim kurulu gücü vardı.

Bu gücün 35 bin 27’si termik santrallarda, 19 bin 609’u hidroelektrik santrallarda, 162.2’si jeotermal kaynaklarda ve 2 bin 260’ı da rüzgâr santrallarında kuruluydu.
Ülkemizdeki kömür madenlerinde aşırı üretim zorlaması olması ve bu sebeple işçilerin hayatlarının, sağlıklarının hiçe sayılması boşuna değil. Biz elektriğimizin yüzde 70’e yakınını termik santrallardan elde ediyoruz. Bunların önemli bölümü kömürle çalışıyor.
Bizim bütün kurulu gücümüz 2012 sonu itibarıyla 57 bin megavat, buna karşılık Almanya’nın sadece güneş enerjisi elde ettiği foto-voltaik panellerdeki kurulu gücü 2014 yaz aylarında 39 bin megavat idi. Aynı Almanya’nın rüzgâr enerjisi konusundaki kurulu gücü ise 29 bin megavat.
Oysa rüzgârdan elektrik elde etme konusu görece yeni bir konu. Almanya bu işe bizden önce başlamış değil; teknoloji her iki ülke için de aynı zamanda ve aynı fiyata vardı. Güneş enerjisi de aynı şekilde; Almanya önde gözüküyor ama istese Türkiye de aynı dönemde aynı yatırımları yapabilirdi.
Biz onun yerine ithal ettiğimiz doğalgazı yakıp suyu ısıtacak, o suyun buharıyla da elektrik üretecek ‘çevreci’ termik santrallar kurduk. O doğalgaz santrallarına özel sektör kendi sermayesiyle yatırım yapsın diye uzun süreli elektrik alım garantileri verdik.
Aynı alım garantisini güneş ve rüzgâr için verseydik, bugün bizim kurulu gücümüz de Almanya seviyesinde olabilirdi; enerji ithalatından kaynaklanan cari açığımız da düşerdi; hatta belki Almanya ve Danimarka gibi elektrikte enerji ihracatçısı bile olabilirdik.
Hâlâ daha da olabiliriz; fırsat kaçmış değil.

Yazının Devamını Oku

‘AK Parti eğitimli toplum istemez’ mi?

1 Kasım 2014
YANLIŞ anlamalar olmuş, o yüzden önce dünkü yazıda söylemek istediğimi tekrar edeyim:

Türkiye, kendi vatandaşlarının çok küçük bir bölümüne (kabaca yüzde 10) dünyanın en iyileriyle rekabet edebilir bir eğitim verebiliyor. Bu eğitimli azınlık da Türkiye’de siyasi ve ekonomik gücü büyük ölçüde elinde tutan, kültür sanattan tutun gündelik hayatın ‘trend’lerine kadar her şeyi belirleyen elitler grubunu oluşturuyor. (İsteyen ‘Beyaz Türk’ler de diyebilir, ben demiyorum.) Normalde her türlü elitizme karşı olarak iktidara gelen AK Parti, bütün elitizmleri yaratan temel mekanizma olan eğitimdeki bu eşitsizliğe siyasi söyleminde hiç yer vermiyor, hiçbir zaman ‘Üç-beş elitin çocukları değil hepimiz, bütün çocuklarımız için iyi ve kaliteli eğitim’ demiyor, bu konuyu seçim propagandasının parçası haline getirmiyor.
Dün görüşlerimi yazdıktan sonra da sordum: Peki ama neden?
Bu soruya verilen en klasik cevap, ‘Çünkü AK Parti eğitimli toplum istemez’ cümlesi oluyor hep.
Cevabın gerekçesi de son derece basit: AK Parti’nin esas desteğini eğitimsiz kitlelerden aldığından hareketle, bu partinin iktidarını eğitimsizlere borçlu olduğu, eğitim seviyesini arttırırsa eskisi kadar oy alamayacağı öne sürülüyor.
Bu gerekçe ve dolayısıyla verilen cevap hiçbir biçimde mantıklı değil.
Birincisi, ülkemizde vatandaşlarımızın ortalama eğitim süresi 6.5-7 yıl. Yani, hangi parti, bırakın yüzde 40-50 bandını, yüzde 20’nin üzerine çıkarsa o partinin seçmenlerinin çoğunluğunun düşük eğitimli insanlar olması matematik gereği. Yani seçmenler eğitim seviyeleri arttı diye oy verdikleri partiden vazgeçecekse bundan yegâne etkilenecek partinin AK Parti olacağı tezi sakat bir tez.
Ha ama şu doğru: En çok oyu AK Parti aldığı için en büyük düşük eğitimli kitle AK Parti seçmeni içinde. Mesela CHP yüzde 25’lerde oy aldığı için seçmeninin içinde daha yüksek eğitimliler daha büyük ağırlık sahibi gibi gözüküyor ama orana değil sayıya baktığınızda aslında yüksek eğitimlilerin daha çok AK Parti’ye oy verdiğini görüyorsunuz.

Yazının Devamını Oku

AK Parti neden itiraz etmiyor?

31 Ekim 2014
TÜRKİYE’de küçük bir elit azınlık ekonomik ve siyasi gücü elinde tutar. Kültürden gündelik hayatın rol modellerine kadar her türlü ‘trend’i bu küçük azınlık belirler.

Hayır, onlar ‘mavi kanlı’ aristokratlar değildir; bu azınlığa dahil olabilmenin en yaygın yolu iyi eğitimli olmaktır. ‘İyi eğitim’ dediğimiz şey, bizde sahiden sadece bir küçük azınlığın sahip olabildiği bir şeydir.
Geçmişte yetenekli, becerikli, akıllı çocuklar, kökenleri ne olursa olsun salt yetenek, beceri ve akıllarıyla çalışkanlıklarını bir araya getirerek bu azınlığa dahil olabiliyordu.
Ama maalesef son 20-30 yılda mevcut elit sınıfın kendi kendini yenileme oranı çok arttı, iyi eğitime erişmek çok para gerektiren, dolayısıyla toplumun önemli bir bölümünü daha baştan eleyip dışarıda bırakan bir ‘seçkin sporu’ haline geldi.
Benim gerek OECD’nin düzenlediği PISA sınav sonuçlarından ve gerekse bizim üniversiteye giriş sınavından çıkardığım sonuç, Türkiye’nin öğrencilerinin kabaca yüzde 10’una elit azınlığa giriş bileti sayılabilecek nitelikte eğitim verebildiği. Ve dediğim gibi artık bu iyi eğitime sahip olabilmek için sadece akıl, yetenek, beceri ve çalışkanlık yetmiyor, ciddi miktarda paraya da ihtiyacınız var.
Aslında düzen Osmanlı’da da aynen böyle işliyordu. Padişah, bazılarını Enderun’a alır elit yapardı, kalan dışarıda kalırdı. Ama Osmanlı zaten bir padişahlık düzeniydi, onun bir halkı yoktu, tebaası vardı, hesap vermezdi.
Rejimin adı Cumhuriyet olunca, hele hele ‘çokpartili demokrasi’ olunca bu düzenin değişmesini, en azından düzene itiraz edilmesini beklersiniz değil mi?
Hele hele, son 12 yıldır iktidarda ‘Öteki Türkiye’nin, yani ‘Elit olmayan Türkiye’nin temsilcisi olma iddiasındaki bir parti var; Adalet ve Kalkınma Partisi. Başka pek çok alanda ‘elit iktidarı’na kuvvetli itirazlar yönelten AK Parti, o ‘elit iktidarı’nı yaratan ana kaynağa, yani eğitim yoluyla yaratılan eşitsizliğe nedense kamuoyu önünde yeterince itiraz etmiyor, o elit üretme sistemini ortadan kaldırmak için aktif çabada bulunmuyor.

Yazının Devamını Oku

Sorun stokumuzun en büyük parçası

29 Ekim 2014
TÜRKİYE, sorun çözmektense onları ertelemeyi tercih eden bir ülke.

Hiçbir sorunumuz çözülmüyor değil ama halının altına süpürüp hatırlamamayı seçtiğimiz sorunlarımızın sayısı çözdüklerimizden katbekat fazla.
Böyle böyle birikmiş devasa bir sorun stokumuz var. Bu büyük stokun, uzun zamandır çözülmediği için artık devasa boyutlara ulaşmış bir de nadide üyesi var: Eğitim.
Geçen ay yayınlanan bir OECD raporu, bu stokun durumunu çok çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.
Normalde 15 yaş üstü nüfus ‘çalışabilir nüfus’ olarak değerlendirilir. Ancak 21. yüzyılın gerektirdiği bilgi ve beceriler nedeniyle artık çoğu zaman 25 yaş üstü (yani üniversite sonrası) nüfusun eğitimine bakılıyor.
Kendi sorunumuzu tanımlamak için önce buna bir bakalım: 2000 yılında Türkiye’de 25-64 yaş nüfusun yüzde 10’dan azı üniversite mezunuymuş. 2012’de ise yüzde 17’si. Evet iki kata varan bir artış var ama mesela Portekiz de bizim gibiymiş 2000’de, şimdi onlar bizi geçmiş, yüzde 20’ye dayanmış. Daha çarpıcısı İrlanda: 2000’de 25-64 yaş nüfusunun yüzde 20’si üniversite mezunuyken bugün yüzde 40’ı. Üstelik genç nüfusa sahip olmakla övünen biziz.
Üniversite mezuniyetinde durum bu. Peki ya lise mezunu oranımız ne?
Bizim 25-64 yaş nüfusumuzun yüzde 20’den azı lise ve dengi okul mezunu. Bu mezunların kabaca yarısı meslek liseli. Almanya’da 25-64 yaş nüfusun neredeyse yüzde 60’ı lise mezunu. Bunların ezici çoğunluğu meslek lisesi çıkışlı. Kore’de nüfusun yüzde 40’ı lise mezunu. (Yine bizim ‘genç’, onların ise ‘yaşlı’ olduğunu unutmayalım.)

Yazının Devamını Oku

Kürt siyasi hareketi açısından Kobani kavgası

25 Ekim 2014
Türkiye-Suriye sınırında, bizim Urfa’nın Suruç ilçesinin hemen karşısındaki küçük Kürt kasabası Kobani’de IŞİD saldırısına karşı direniş bir ayı aşkın zamandır devam ediyor.

Kobani, en azından son onbeş gündür dünyanın da merkezi haline geldi. Amerika öncülüğündeki koalisyon güçleri Kobani’ye saldıran IŞİD’in ağır silahlarını bombalıyor; dünyanın dört bir yanında siyasi liderler bu kasabanın düşmemesi için açıklamalar yapıyor.
Türkiye’de ise durum daha ağır yaşanıyor. Bir yandan hem Batı ülkeleri hem bizim Kürtlerimiz hükümeti IŞİD’i dolaylı yoldan da olsa desteklemek, en azından Kobani’nin çektiği acılara karşı duyarsız olmakla suçluyor, bir yandan da ‘Kobani düşerse çözüm süreci de biter’ denerek ülke içinde istikrarsızlık yaratma tehditleri sık sık dile getiriliyor.
Kobani konusunda hükümete yöneltilen eleştirilerin en hafifi, Ak Parti iktidarının Kobani’ye yönelik saldırı sonrası Kürt vatandaşlarımız arasında doğan hassasiyeti anlamaması veya anlamazdan gelmesi.
Bütün bu eleştirileri cevaplamak için Başbakan Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere yetkililer, Türkiye’nin Kobani için bugüne kadar elinden geleni yaptığını, yapabileceklerinin insani yardımla sınırlı olduğunu, büyük göç dalgasını kabul ettiklerini, Kobani’de yaralananlara sağlık hizmeti sunduklarını vs açıkladılar. Ama bu da yetmedi, son bir hafta içinde hükümet kanadından, ‘Biz Kobani’de PYD’ye sürekli destek önerdik. Dedik Özgür Suriye Ordusu gelsin, kabul etmediler. Dedik Peşmerge gelsin, kabul etmediler. Türk ordusunu zaten istemiyorlar’ cümlesinin farklı farklı versiyonları gazetecilere anlatıldı.
Hükümetten gelen bu cümleleri Kürt siyasi hareketinden kimse yalanlamıyor ama tam olarak doğrulamıyorlar da...
Bir örnek olay... Kobani’deki Kürtlerin siyasi lideri Salih Müslim, tam da Türkiye’de Kobani gerekçesiyle başlayan ve 38 vatandaşımızın ölümüne yol açan olayların dumanı tüterken görüşmeler için Ankara’ya geldi. HDP İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Müslim ile görüşmeye gittiğinde odadan Türkiye Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu çıkmış.
Önder, görüşmede Sinirlioğlu’nun Müslim’e, ‘Kesin yapacağız diye söylemiyorum ama Peşmerge güçlerinin ağır silahlarıyla Kobani’ye gelmesine ne dersiniz’ diye sorduğunu aktarıyor. Bugün geçişi söz konusu Peşmerge güçleriyle ilgili süreç böyle, taa Ekimin başında başlamış anlayacağınız. Sinirlioğlu’nun önerisine PYD de anında ‘Evet’ dememiş ama anlaşılan bizim hükümet de günler süren bir tereddüt yaşamış, Dışişleri Bakanlığı müsteşarının bu fikrine siyasi otorite hemen ‘Evet’ cevabını vermemiş.

Yazının Devamını Oku

Çözüm süreci: Yol haritası mutabakatı var mı yok mu?

24 Ekim 2014
BU köşede çıkan son yazıda, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun anlatımlarıyla çözüm süreci ve Kobani konusundaki eylül başından ekim ortasına kadar yaşanan gelişmelerin bir kronolojisini vermiştim.

Yazımın en sonunda da şöyle bir not düşmüştüm:
“Bunlar Başbakan açısından son bir buçuk ayın gün gün anlatımı; HDP cephesi de benzer bir takvim hazırlar, olan biteni kendi açılarından yazarlarsa bu köşe onlara da açık. Önemli olan gerçeğe ulaşmak.”HDP adına, zaten Başbakan’ın ağzından anlattığım kronolojinin her aşamasında bulunan Sırrı Süreyya Önder telefon etti ve 3 Eylül’den itibaren süreci bir de o anlattı.
Burada, özellikle Başbakan Davutoğlu’nun anlatımında iki kritik nokta vardı. Bunlardan birincisi, ‘yol haritası’ adı verilen doküman.

Öcalan’ın mutabakatı tam değil


Sırrı Süreyya Önder’in anlatımıyla, evet MİT Müsteşarı Hakan Fidan, 3 Eylül’de İmralı’da Abdullah Öcalan’a hükümetin ‘yol haritası’ adını verdiği bir metni götürmüş, Öcalan da bu metne mutabakatını bildirmişti.
‘Ancak’ diyor Önder, ‘Bu metne yol haritası denemez, Öcalan’ın gözünden yol haritası çok daha farklı bir şey, çok daha kapsamlı bir şey.’Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve İdris Baluken’den oluşan HDP görüşme heyeti, Hakan Fidan’dan dört gün sonra, 7 Eylül’de İmralı’ya gidip Öcalan ile görüşüyor. Bu görüşmede Öcalan, gelen metne mutabakatını verdiğini belirtmekle birlikte bazı temel itirazlarını da sıralıyor. Bunların ikisi çok önemli.

Yazının Devamını Oku