Önümüzdeki 104-106 günün siyasi gündemi seçim. Peki seçimin gündemi ne?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a göre seçimin gündemi başkanlık sistemi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçmenin oy verirken başkanlık sistemine geçilip geçilmemesini de oylamasını istiyor.
Cumhurbaşkanı’na göre Başbakan Ahmet Davutoğlu da kendisiyle aynı fikirde; o da başkanlık sistemini savunuyor ve seçimde bunu gündeme getirecek.
Fakat bugüne kadar Başbakan Ahmet Davutoğlu’ndan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kadar kuvvetli başkanlık sistemi açıklamaları duymadık. Davutoğlu, partisinin seçim vaatlerinden birinin özgürlüklere ve kuvvetler ayrımına dayalı yeni anayasa olacağını söyledi, ‘Başkanlık sisteminin bu bağlamda tartışılacağını’ açıkladı.
‘Hassas’ ilişkiler
Seçimin ve eğer seçim kazanılırsa sonrasının gündemini belirleme, önceliklerini saptayıp ona göre politikalar belirleme konusunda Cumhurbaşkanı
Pakistan'a gidiyoruz ama herkesin aklı 7 Hazirandaki seçimde. Biraz da o yüzden, daha önce üç gün plananan gezi önce 2 güne inmişti, sonra İslamabad'da son güne ait bazı seremonilerden vazgeçildi ve sonuçta İslamabad'da 24 saatten bile az kalınmış oldu. Siz bu satırları okurken biz Türkiye'de olacağız.
Dedim ya iki önemli konu herkesin dilinde diye... Bunlardan birincisi ve en önem verileni çözüm süreci.
Çözüm sürecinde ilginç bir dönemden geçiliyor. Daha önce, Kürt siyasi hareketinin zor bir seçimle karşı karşıya olduğunu yazmıştım bu köşede.
Kısaca son durumu anlatmaya çalışayım:
- Bundan bir süre önce Abdullah Öcalan silahlı mücadelenin devrinin kapandığını bir kez daha söyleyen ve PKK'dan Türkiye sınırları içinde silahlı mücadeleye son verdiğini açıklayacağı bir kongre düzenlemesini isteyen bir çağrı metni kaleme aldı.- Öcalan tarafından yazılan bu metin gerek hükümet ve gerekse HDP tarafından gözden geçirildi, sağında solunda bazı kelime oynamaları yapıldı ve nihai haline getirildi.
- Temelde HDP heyeti ile Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan arasında yapılan müzakerelerin sonunda metne son hali verildi, metnin o hali Öcalan'a da gösterilip onayı alındı.- Sonra HDP heyeti metni alıp Kandil'e gitti. Ama anlaşılan o ki Kandil metne onay vermek yerine, o ana kadar müzakerelerde hiç gündeme gelmemiş olan iç güvenlik paketine ilişkin bir takım talepleri ve itirazları ortaya koydu.
- Kandil'den dönen HDP heyeti, Öcalan'ın metnini açıklamadı, deyim yerindeyse sümen altı etti ama Kandil'in itirazlarını kamuoyuna duyurdu, böylece iç güvenlik paketi çözüm süreci pazarlığının parçası haline geldi.Bütün bu olan bitene Başbakanlık çevresinin tepkisi epey soğukkanlı aslında.
Şimdi bizde de bir benzeri kurulmakta olan ‘enstitü’ aslında sağlık bilimleri alanında araştırmacıları destekleyen ve yönlendiren bir kurum.
Kurum, 2007 yılında, o güne kadar insan sağlığı konusunda üzerinde pek az araştırma yapılmış olan bir konuyu gündemine aldı ve beş yıl boyunca ‘mikrobiyom’la ilgili yapılacak araştırmalara toplamda 500 milyon dolar dağıtacağını duyurdu.
Kanser veya ilaç araştırmaları söz konusu olduğunda 5 yılda 500 milyon dolar oldukça mütevazı bir fon. Tabii Amerika için.
Yine de dünyanın pek çok yerinden ve Amerika’dan onlarca araştırmacı bu fondan yararlanmak için başvurdu.
Önce izninizle ‘mikrobiyom’u anlatmaya çalışayım: Bizler vücudumuzda kendi hücrelerimizin sayısından çok daha fazla sayıda mikrop ve bakteriyi barındırıyoruz. Bunlar cildimizde ve ağızdan başlayıp bütün sindirim sistemimiz boyunca yaşıyorlar.
Bu mikrop ve bakteriler birer parazit değil. Bir biçimde biz onlarla birlikte yaşıyoruz, onlar bizim hayatta kalmamıza yardımcı oluyor, biz onların. O bakımdan insan aslında bir çeşit ‘süperorganizma’.
NIH bu bakteri ve mikropların vücuttaki fonksiyonlarının daha iyi anlaşılmasını istiyordu. Aktardığı fon sayesinde o 5 yıllık sürenin bitiminden itibaren yağmur gibi makaleler ve araştırma sonuçları yağıyor tıp dünyasına. Bu sonuçlar sağlık bilimlerinde alışıldık pek çok teoriyi baştan sona gözden geçirmemize sebep olacak gibi duruyor.
Bütün bu faaliyet, bütün bu geziler, yapılan konuşmalar, parti örgütüyle ve sivil toplumla buluşmalar tek bir amaca yönelik: 7 Haziran’da yapılacak seçimleri kazanmak.
Aslında ana muhalefet partisi CHP’nin lideri dahil hiç kimsenin AK Parti’nin 7 Haziran seçimini kaybedeceği beklentisi içinde olmadığı malum. AK Parti kendisi de seçimi kazanacağını, yeniden tek başına iktidar olacağını biliyor.
Yani en muhalifleri, hatta düşmanları dahil hiç kimse AK Parti’nin seçimde 276’dan az milletvekili çıkaracağını bırakın düşünmeyi hayal dahi etmiyor. Muhalefetin ümidi, AK Parti’nin, seçimde Anayasa’yı tek başına değiştirip referanduma götürmesine olanak sağlayacak 331 milletvekiline ulaşamaması.
Bu, neresinden bakarsanız bakın, muhalefet adına acıklı bir durum.
276’yı değil 220’yi geçmeye çalışıyor Türkiye’de muhalefet. Ve kendileri açısından bir ‘kâbus senaryosu’ olan 220’yi aşamama tehlikesini görerek göstererek korku oyu istiyorlar seçmenden.
Türkiye’de demokrasinin içine girdiği çıkmazın ve her türlü otoriterleşme kaygısının arka planında yatan kök neden bu. Nedense bu kök nedeni konuşmuyoruz da, o kök nedenin ortaya çıkardığı sonuca bakıp ahkâm kesiyoruz hepimiz.
Ana muhalefet yüzde 30’un üzerine çıksa başka, yüzde 40’a dayansa başka bir ülkede yaşar, başka şeyleri tartışır olurduk. Ama yüzde 25’te kalan ana muhalefetle bugünkü gündemimiz de bu.
Erdoğan bir yandan da kendi partisini ve hükümeti de 7 Haziran’da yapılacak genel seçimlerin gündemine başkanlık sistemini almaları için zorluyor.
Şimdilik AK Parti ve hükümet Erdoğan ile aynı dalga boyunda değil; hatta Başbakan Ahmet Davutoğlu özgürlükçü ve kuvvetler ayrılığını gözeten yeni anayasa çerçevesinde başkanlık sisteminin de gündeme gelebileceğini ama önkoşulun kuvvetler ayrılığı olduğunu vurgulayarak bir yerde Cumhurbaşkanı ile arasına bir mesafe koydu. Ama bu pozisyonlar şimdilik geçerli, Erdoğan zorlamasını sürdürürse hükümet ve parti de büyük olasılıkla onun çizgisine gelecektir.
Bütün bunlar olup biterken ana muhalefet partisinin pozisyonunu merak edenler çıkabilir; şimdilik onların Erdoğan’a ‘Hayır’ demekten başka bir pozisyonu yok.
Bu tartışmanın bir yerinde bulunmak için illa Erdoğan’ın dediklerine ‘Evet’ demek gerekmiyor ama sadece ‘Hayır’ deyince, bundan mevcut anayasal düzenden CHP’nin çok da şikâyeti olmadığı izlenimi doğuyor. Oysa bu izlenim doğru olmasa gerek.
Mevcut anayasamızın özgürlüklerimize çizdiği dar çerçeve yetmezmiş gibi bir de bu anayasa yüzünden her türlü otoriterliğin de önü açık. Bunu en iyi CHP biliyor; çünkü muhalefette her gün dile getirdikleri şikâyetlerin yarıdan fazlası aslında Anayasa’nın çizdiği bu kuvvetler ayrılığını yok edici çerçeve ile ilgili.
Bu durumda CHP’nin (aslında on yıllar önce) çıkıp özgürlükçü ve daha önemlisi rejimimizi demokrasiye daha fazla benzetecek olan sağlam denge ve denetleme mekanizmalarıyla bezenmiş bir anayasa önermesi gerekmez mi?
CHP bu önerisini getirdiğinde, sadece ‘Hayır’ diyen bir pozisyondan da çıkmış olur, daha önemlisi şimdiden 7 Haziran’a kadar tartışacağımız anlaşılan yeni anayasal düzen konusunda aktif katılımcı bir konuma gelmiş olur.
İki hafta önce bu köşede bu soruyu ortaya çıkaran büyük tartışmayı, Albert Einstein ve Niels Bohr arasındaki tartışmayı yazmıştım.
O yazı çıktıktan sonra, tam olarak 2 Şubat 2015’te ünlü Nature Physics dergisinde yayınlanan bir önemli bilimsel makale, benim köşemde özetlemeye çalıştığım tartışmayı bir kez daha fizik dünyasının gündemine taşıdı. Hem de ne taşımak.
‘Kuantum mekaniği’ adı verilen ve bugün gündelik hayatımızın neredeyse her anında kullandığımız bilimin kalbinde, ‘Kuantum Dalga Fonksiyonu’ adı verilen bir dizi denklem yatar.
Avusturyalı büyük fizikçi Erwin Schrödinger tarafından ilk ortaya atıldığı 1926 yılından beri, yani neredeyse 100 yıldır ‘Kuantum Dalga Fonksiyonu’ tartışmalarında iki temel görüş var: Birinci görüş, ki Schrödinger de bu görüşte, ‘Kuantum Dalga Fonksiyonu’nun bir soyutlama, matematiksel bir araç olduğunu söyler. İkinci görüş ise ‘Kuantum Dalga Fonksiyonu’nun ‘objektif gerçeklik’in bir parçası, en azından onu temsil eden bir şey olduğunu.
‘Kuantum Dalga Fonksiyonu’ bize bir gözlemci gözlem yapana kadar atomaltı parçacıkların (mesela fotonun) ‘kuantum durum’unu önceden bilemeyeceğimizi söyler. Yani, diyelim foton, biz gözleyene kadar olası polarizasyonlarının hepsinde birdendir ama ne zaman ki biz onu gözleriz o zaman o foton dikey veya yatay veya çapraz polarizasyonlarından birinde olur, diğer ihtimaller çöker. Bu diğer olasılıkların elimine olması haline ‘kuantum dalga fonksiyonunun çökmesi’ adı veriliyor.
Schrödinger’in kendisi, ‘kuantum dalga fonksiyonu’nu objektif gerçekliğin parçası veya temsili olarak gösterenlerle biraz da dalga geçmek için meşhur düşünce deneyini ortaya atmıştı; mutlaka duymuşsunuzdur, hani kedinin gözlem yapılana kadar aynı anda hem ölü hem hayatta olduğu deneyi.
Albert Einstein de aynı görüşteydi, ‘Siz ona bakmazken Ay’ın sahiden var olmadığına mı inanıyorsunuz’ diye sormuştu.
“Savcılıklarımız, 2013 yılında yaptıkları her 100 soruşturmayı ortalama 90 günde tamamladı, soruşturduğu kişi veya suçlardan 49’u hakkında kamu davası açtı.Ceza mahkemelerimiz bu 49 kişi veya suçu 210-260 gün yargıladıktan sonra bunlardan 20’sini mahkûm etti. Yargıtay’a giden bu 20 mahkûmiyetle ilgili karar da burada ortalama 328 gün durduktan sonra bunlardan 8’i tamamen, 6’sı ise kısmen onandı.Türkiye’de adalet sistemini bu kadar tartışmalı ve eleştirilir kılan şey işte tam da bu.Savcılıklar 100 vatadaşı soruşturur, bu 100 kişiden sadece 14’ü mahkûmiyet alır!Geri kalan 86 vatandaş ya gereksiz yere soruşturuluyor, mağdur ediliyor, adliye koridorlarına, belki hapislerde gereksiz yere süründürülüyor. Bu 84 kişinin ilk ellisi için çile üç ay sürüyor, geri kalan 36 kişiye ise ortalama 550 gün, yani iki yıla yakın süre resmen analarından emdikleri süt burunlarından getiriliyor.”
*
Bu rakamların tamamını Adalet Bakanlığı Adli Sicil Genel Müdürlüğü’nün kendi web sitesinde de yayınladığı 2013 Adalet İstatistikleri’nden aldım.
Dikkat edin, burada ‘paralel yapı’ya, ‘Kemalist partizan yargı’ya değinmiyorum bile. Bu bozucu ve zaten olmaması gereken etmenlere ihtiyaç olmaksızın da zaten yeterince sorunlu, vatandaşına hizmet etmeyen, tersine vatandaşını mağdur eden bir sistemle karşı karşıyayız.
Tek tek gidelim:1. Hesap vermeyen savcılık makamı: Sistemin arızası savcılıklardan başlıyor. Bizim savcılarımızın istediğine istediği soruşturmayı açmak gibi bir özgürlüğü var. Tamam elbette ortada bir suç şüphesi varsa açılsın soruşturma ama bu özgürlüğü savcılarımız neredeyse hiç hesap vermeden kullanıyor. Kimse onlara hesap sormayınca da açılan 100 soruşturmanın sadece 49’u davaya dönüşünce hiçbir şey olmuyor, kimse savcıya dönüp ‘Yahu sen bu 51 soruşturmada dünyanın parasını harcadın, dünya kadar insana mağduriyet yaşattın, ne oldu peki?’ diye sormuyor. Genel olarak ‘yargı mağdurları’ diyebileceğimiz insanların yarısı daha savcılık aşamasında oluşuyorsa, ortada çok ama çok büyük bir sorun var demektir.
Ceza mahkemelerimiz bu 49 kişi veya suçu 210-260 gün yargıladıktan sonra bunlardan 20’sini mahkûm etti. Yargıtay’a giden bu 20 mahkûmiyetle ilgili karar da burada ortalama 328 gün durduktan sonra bunlardan 8’i tamamen, 6’sı ise kısmen onandı.
Türkiye’de adalet sistemini bu kadar tartışmalı ve eleştirilir kılan şey işte tam da bu.
Savcılıklar 100 vatandaşı soruşturur, bu 100 kişiden sadece 14’ü mahkûmiyet alır!
Geri kalan 84 vatandaş ya gereksiz yere soruşturuluyor, mağdur ediliyor, adliye koridorlarına, belki hapislerde gereksiz yere süründürülüyor. Bu 84 kişinin ilk ellisi için çile üç ay sürüyor, geri kalan 34 kişiye ise ortalama 550 gün, yani iki yıla yakın süre resmen analarından emdikleri süt burunlarından getiriliyor.
Darmaduman olan aile hayatlarının, işten güçten olmanın, harcanan paranın, kaybolan sağlığın haddi hesabı yok.
*