Paylaş
Erdoğan bir yandan da kendi partisini ve hükümeti de 7 Haziran’da yapılacak genel seçimlerin gündemine başkanlık sistemini almaları için zorluyor.
Şimdilik AK Parti ve hükümet Erdoğan ile aynı dalga boyunda değil; hatta Başbakan Ahmet Davutoğlu özgürlükçü ve kuvvetler ayrılığını gözeten yeni anayasa çerçevesinde başkanlık sisteminin de gündeme gelebileceğini ama önkoşulun kuvvetler ayrılığı olduğunu vurgulayarak bir yerde Cumhurbaşkanı ile arasına bir mesafe koydu. Ama bu pozisyonlar şimdilik geçerli, Erdoğan zorlamasını sürdürürse hükümet ve parti de büyük olasılıkla onun çizgisine gelecektir.
Bütün bunlar olup biterken ana muhalefet partisinin pozisyonunu merak edenler çıkabilir; şimdilik onların Erdoğan’a ‘Hayır’ demekten başka bir pozisyonu yok.
Bu tartışmanın bir yerinde bulunmak için illa Erdoğan’ın dediklerine ‘Evet’ demek gerekmiyor ama sadece ‘Hayır’ deyince, bundan mevcut anayasal düzenden CHP’nin çok da şikâyeti olmadığı izlenimi doğuyor. Oysa bu izlenim doğru olmasa gerek.
Mevcut anayasamızın özgürlüklerimize çizdiği dar çerçeve yetmezmiş gibi bir de bu anayasa yüzünden her türlü otoriterliğin de önü açık. Bunu en iyi CHP biliyor; çünkü muhalefette her gün dile getirdikleri şikâyetlerin yarıdan fazlası aslında Anayasa’nın çizdiği bu kuvvetler ayrılığını yok edici çerçeve ile ilgili.
Bu durumda CHP’nin (aslında on yıllar önce) çıkıp özgürlükçü ve daha önemlisi rejimimizi demokrasiye daha fazla benzetecek olan sağlam denge ve denetleme mekanizmalarıyla bezenmiş bir anayasa önermesi gerekmez mi?
CHP bu önerisini getirdiğinde, sadece ‘Hayır’ diyen bir pozisyondan da çıkmış olur, daha önemlisi şimdiden 7 Haziran’a kadar tartışacağımız anlaşılan yeni anayasal düzen konusunda aktif katılımcı bir konuma gelmiş olur.
CHP yeni anayasal düzenle ilgili bir öneri getirecek olsa, ortaya çıkacak öneri büyük olasılıkla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ınkinden çok Başbakan Davutoğlu’nunkine benzeyecektir.
Çünkü gerçekten de anayasal rejimi konuşurken esas konuşmamız gereken şey kuvvetler ayrılığı ilkesini nasıl hayata geçireceğimiz olmalıdır.
Adam gibi kurulduğunda başkanlık sistemi sert kuvvetler ayrılığını getirir elbette ama unutmayalım bu işi parlamenter sistemle beceren ülkeler de var.
Bizim sistemimiz parlamenter sistem mi sahiden?
BU ülkede ne zaman sistem tartışması başlasa bir dizi şehir efsanesi de devreye giriyor. Bunlardan biri başkanlık sisteminin illa diktatörlük getireceği ise diğeri de ‘Bizim bir parlamenter geleneğimiz olduğu’ sanrısı.
Aslında bizim bir parlamenter geleneğimiz olabilirdi ama bu şansı 1. Meclis’in son döneminde kaybettik maalesef. O Meclis kendi yetkilerini büyük ölçüde Mustafa Kemal Atatürk’e devrettiğinden beri bizim geleneğimiz ‘Parlamento çoğunluğuna dayanan otokratik yönetim’e evrildi ve öyle kaldı.
O otokrat parlamentoyu kendi eliyle belirledi ve rejim kökleşti. Atatürk zamanında da bu böyleydi, İsmet Paşa zamanında da, Demokrat Parti döneminde de, Adalet Partisi iktidarında da, ANAP ve AK Parti iktidarlarında da aynı şey oldu.
Bu otokratik yönetimler silsilesinin yegâne istisnaları 70’lerdeki ve 90’lardaki koalisyonlardı; onlar da her seferinde iktisadi ve siyasi çöküntüye sebep oldu; böylece millette de ‘Yöneten varsın otokrat olsun ama hiç değilse kriz çıkmasın, darbe olmasın’ beklentisi doğdu.
‘Ya bir otokrat tarafından yönetiliriz ya da koalisyon olur, darbe olur, kriz olur’ ikilemi bizim kaderimiz olamaz, olmamalı.
Bunu kırmak ve bu kaderden kurtulmak gerçek
bir anayasa reformu ile mümkün ve elimizde.
Neden en önemli bayramımız 23 Nisan değil?
MİLLİ bayramlarımızın hepsi çok önemli elbette. Ama sanki bir sıralama yapılsa 29 Ekim en önemli, 30 Ağustos ikinci sırada, 23 Nisan ve 19 Mayıs ise en arka sıradaki bayramlar.
Hayır, böyle bir sıralama elbette yok ama nedense hepimizdeki algı bu yönde.
Oysa, 23 Nisan 1920’de açılan Meclis’tir Kurtuluş Savaşı’nı yapan ve sonunda da Cumhuriyet’i ilan eden.
Bence hazır sistem tartışması
da yaparken üstünde kafa
yormaya değer bir konu: Neden
en önemli bayramımız, en
coşkuyla kutladığımız bayramımız 23 Nisan değil?
Paylaş