Bakın iddianamenin ilk cümlesi şöyle:
“Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’nın 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun ek madde 7/1 fıkrası gereğince emniyet ve asayişi sağlamak üzere ülke genelinde herkese ait istihbarat bilgilerini, sanal ortamda detaylı veri analizi (DEVA 1 ve 2) programı ile topladığı, program içerisinde ülkedeki herkese ait istihbari bilgilerin bulunduğu...”Hızlı okuyanlar için tekrar ediyorum: ‘Ülke genelinde herkese ait istihbari bilgilerin...’Bunca yıllık gazeteciyim; özel hayatın korunması konusunda kendimce hassas olduğumu düşünüyorum ve özel hayatı tehdit eden şeyleri yeri geldikçe yazıp çiziyorum ama devletimizin polisinin hepimize ait bilgileri DEVA adlı bir bilgisayar programında sakladığını ilk kez bu iddianame sayesinde öğreniyorum.
Sanmayın ki iddianame bu DEVA adlı program üzerinde 75 milyon vatandaşa potansiyel suçlu muamelesi yapılmasını konu ediyor.
Hayır, savcıya göre hepimiz hakkındaki bilgilerin (artık kim tarafından nasıl toplandıysa) bir yerde toplanması ‘normal’.
Savcıya göre anormal olan, 10 polis memurunun yetkileri ve görevleri olmadığı halde Başbakanlığı döneminde Recep Tayyip Erdoğan ve ailesinin bu programda gizli bilgilerine bakması. (Acaba nedir o bilgiler gerçekten merak ettim, iddianame bilgilerin içeriğinden söz etmiyor ama sanık savunmalarına bakılırsa programda kişilerin fotoğrafları vs de var.)
Elbette polislerin girip Başbakan’a ve ailesine bakması anormal ama sadece Başbakan’a bakılması değil bana veya size bakılması da anormal. Çünkü bu bilgilerin orada biriktirilmesi anormal.
Savcılığın 2014/30827 numaralı iddianamesi daha önce gazete sayfalarına haber olarak yansıdığı için detaylara ben girmeyeceğim; esas üzerinde durmak istediğim, DEVA adlı bir bilgisayar programının varlığının ortaya çıkmasına rağmen muhalefet dahil kimsenin bu konudan söz etmemesi.
Görebildiğim iki ana tutum var.
Birincisinde, İslam’ın kendisi içeriden eleştiriliyor. Bu eleştirilerin bazıları ‘İslam düşmanlığı’ sayılabilecek noktalara kadar uzanıyor, şiddetten inancın kendisinin sorumlu olduğunu öne sürüyor.
İkinci ana tutum ise sorumluluğun tümüyle Batı’da olduğunu söylüyor, ‘Batılı ülkeler Müslümanlara öyle davranmasaydı sonuçları böyle olmazdı’ demeye getiriyor.
Bu iki tutum da kimi doğrulara değinmekle birlikte tam olarak olan biteni ortaya koymakta yetersiz kalıyor. Hatta yetersizliğin de ötesinde, olan biteni bize izah etmekten çok olanlara mazeret üretiyor.
Elbette 200 yıla varan Batı sömürgeciliğini göz ardı edemeyiz. Elbette Batı’daki İslam düşmanı söylemin özünde yüzyıllardır değişmediğini görmeliyiz. Ve elbette nüfusu ağırlıkla Müslüman olan ülkelerin dünya refahından aldıkları payın çok düşük olduğunu unutmamalıyız.
Peki bütün bu gerçekler, bazılarının İslam adına sanki homojen bir şeymiş gibi ‘Batı’ya karşı bir terörist savaş başlatmasını Müslümanların gözünde meşru kılar mı? Ve aynı sorunun tersi: Birilerinin Batı’ya karşı terörist bir savaş başlatmış olması, Batı’nın sanki karşısında homojen bir ‘İslam dünyası’ varmış gibi davranmasını meşru kılar mı?
Bu sorulara yansıyan tartışmayı sonsuza kadar yapabiliriz; galiba bizim televizyonlarımızda bu konu uzunca bir süre de tartışılacak.
Doğru ama faydasız bir cümle.
Din adına terör estirenler, sistematik ırkçılık yapanlar, kendi inançlarını geri kalan herkese dayatmak isteyenler sadece Müslümanların arasından çıkmıyor. Yahudilikten Hıristiyanlığa bütün büyük semavi dinlerin içinde böyle düşünen ve bu uğurda eline silah alanlar oldu, korkarım olmaya da devam edecek.
O yüzden elbette bu canilerin bir dini temsil ettiği, son olayda bütün Müslümanları temsil ettiği söylenemez. Söylenemez ama demeye çalıştığım gibi ‘Bunlar İslam’ı temsil etmiyor’ demek de bir işe yaramaz.
*
Meselenin bana kalırsa önemli bir tarafı, Müslümanların kendilerini nasıl gördüğüyle ilgili. Bir de tabii, diğer dinlerin mensuplarının Müslümanları nasıl gördüğüyle.
Bu iki bakış birbirinden bağımsız değil; karşılıklı etkileşim içinde. Müslümanlar kendilerini dünyanın geri kalanından ayrı bir yere koydukça, kendi ‘İslam âlemi’nde durdukça, dünyanın geri kalanı da onları ‘öteki’ olarak görüyor. Tabii tersi de geçerli: Dünyanın geri kalanı Müslümanları ‘öteki’ yaptıkça Müslümanlar da kendi içlerine dönüyorlar.
Aradan bir yıl geçtikten sonra bu yazının anafikrini tekrarlamak istiyorum; sürecin hâlâ devam ettiği inancındayım çünkü.
*
Bazı dev yıldızlar kendi yakıtlarını tükettikten sonra içe doğru patlarlar veya çökerler.
Yıldızın ana yakıtı hidrojendir; hidrojen atomları birleşerek helyumu ve yıldızın etrafa yaydığı enerjiyi ortaya çıkarırlar.
Bu nükleer birleşme demir atomu oluşana kadar enerji yayarak devam eder ama en sonunda ortaya çıkan yeni atomların birleşmesi için çok daha büyük enerjiler gerektiği için yıldız dışarı enerji yayamaz hale gelir.
Aslında geçmiş döneme ilişkin yasadışı dinlemelerin tamamına belki de hiçbir zaman erişemeyeceğiz; çünkü şu an yapılan deliye posteki saydırmak gibi bir iş. Dinlemelerin yapıldığı merkezlerdeki elektronik kayıtlar silindiği için soruşturmacılar mahkeme arşivlerine girerek kimin hangi sebeple dinlendiğine dair evrakı tek tek inceliyor. Son dört günün haberleri Ankara’daki bir ağır ceza mahkemesinin arşivinden çıktı; daha böyle onlarca özel yetkili mahkeme arşivi var incelenmeyi bekleyen.
2014 başından itibaren ‘paralel yapıyla mücadele’ kapsamında başlatılan bu incelemelerde şu ana kadar yüz binlerce kişinin yasadışı yöntemlerle dinlendiği saptandı. Bu saptamalara bakıldığında polisin ve savcıların mahkemelerle işbirliği yaparak bireylerin telefonlarını dinlemede kullandığı bazı temel yöntemler de anlaşılmaya başlandı.
Ama bu yöntemleri anlatmazdan önce bir-iki teknik açıklama yapmam lazım.
Bütün bu araştırmalara, soruşturmalara ve hatta açılan davalara baktığımızda şu ana kadar ortaya çıkan telefon dinlemelerin hepsinin mahkeme kararıyla, yani sözde ‘yasal’ olduğunu görüyoruz.
Bizim yasalarımız polis ve jandarmaya iki olası durum için telefon dinleme yetkisi veriyor. Birinci durum, yasada ‘suçun önlenmesi’ kapsamında istihbarat amaçlı dinleme. (MİT de telefonları bu kapsamda dinliyor.) İkinci durum ise bir suç oluştuktan sonra yürütülen adli soruşturma sırasında yapılan ‘adli dinleme’.Birinci çeşit dinlemenin kuralları ‘adli dinleme’ye göre biraz daha esnek, biraz daha gevşek. Ama buna karşılık o dinleme kayıtlarının delil niteliği taşıması da pek kolay değil.
Adı üstünde, amaç ‘suçun önlenmesi’ olduğu için, istihbari dinlemeye konu olmak için ortada bir ‘suç’ olması da gerekmiyor.
Şimdi gelelim yöntemlere... Benim görebildiğim dört temel yöntem var:
Elbette hepsinin kendi hayatı var, ailesi var, işi var gücü var ama sohbet ettiğinizde nedense hemen siyaset ön plana çıkıyor, bütün sıradan konuşmaların ucu bir biçimde siyasete varıyor.
Başkalarını bilmem ama bu durum beni çok rahatsız ediyor; hayattan, edebiyattan, müzikten, sinemadan, bilimden konuşacağımıza ya da ne bileyim düpedüz geyik muhabbeti yapacağımıza artık ezberlediğimiz siyasi pozisyonlarımızı anlatıyoruz birbirimize.
Son birkaç haftadır ne zaman böyle sıradan bir sohbet siyaset tartışmasına dönüşse aynı örnekleri veriyorum; bugün yeni yılın bu ilk yazısında size de onları anlatmak istiyorum.
‘Üç çocuk yapın’ deniyor, doğurganlık düşüyor
Birinci örneğim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın epey bir zamandan beri durup durup gündeme getirdiği bu ‘En az üç çocuk’ meselesi. Hatta Cumhurbaşkanı son sefer buna zam yaptı, beş çocuk istemeye başladı, evlenirlerken şahitlik yaptığı çiftlerden.
Bu cümleye yansıyan şey, benim hayattaki en temel inancım.
Elbette hepimiz zaman zaman kötümserliğin girdabına kapılıyoruz ama bu duygu ilanihaye süremez; sürmesi sağlıklı değildir.
*
Etrafımda pek çok kişi, derin bir ümitsizlik ve kötümserlik içinde. Bu durumun sadece benim etrafımla sınırlı olmadığını da hissediyorum; zaten başlı başına bir kötümserlik makinesi olarak çalışan sosyal medyaya şöyle bir göz atmak bunu hissetmeye yeterli.
Bir yanda yaşadığı, ‘evim’ dediği vatanını terk etmeye hazırlanan veya zaten terk etmiş olanlar; bir yanda iktidardan şikâyet edenler; bir yanda herhangi bir eleştirisini küfürsüz/hakaretsiz dile getirirse o eleştirinin yetersiz kalacağından veya yetersiz bulunacağından şüphe edenler...
Benim sübjektif gözlemim ama görebildiğim kadarıyla etraftaki kötümserliği esas besleyen şey siyaset.
Yakınılan, şikâyet edilen ve zaten kötümser bir pozisyonda olan bireylerin bu pozisyonlarını kuvvetlendirmek için dile getirdikleri konuların tamamının haklı olduğunu varsaysak bile (ki ben farklı düşünüyorum) yine de, ‘Öldük bittik’, ‘Bu memleket bitti’ veya ‘Artık burası düzelmez’ şeklinde özetlenebilecek siyasi tutumların insanın kendi kendisini depresyona sokmaktan başka bir işe yaramayacağı görüşündeyim.
Bu durumdan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, Başbakan Ahmet Davutoğlu da, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da şikâyetçi.
Ama maalesef uluslararası ölçütlerde baktığınızda Türkiye rekabet ettiği ülkelere kıyasla geriliyor; oysa tam tersi olması, yani bizden ilerideki ülkelerle aramızdaki farkı kapatıyor olmamız gerek.
Geçen hafta bu köşede Reuters-Thompson Haber Ajansı tarafından yapılan bir endeksi yayınladım. Dünya çapında bilimsel araştırmalarına, yani makalelerine en çok atıf yapılan 3 bin 600 bilimcinin içinde sadece 18’i Türkiye kökenliydi.
Bugün de, dünyaca ünlü Nature dergisinin yaptığı endeksten söz edeceğim. Dergi, kendisine 68 tane bilimsel yayın yapan dergiyi seçmiş ve bu dergilerde çıkan makalelere bakarak bir endeks hazırlamış. 2005 yılından beri yapılan bu endeks, genellikle ülkeleri ve üniversiteleri kıyaslamak için bir ölçü kabul ediliyor.
Dergi üç tane ölçüt kullanmış. Bunlardan birincisi doğrudan o ülke bilimcilerince yazılan makalelerin sayısı. İkinci ölçüt bu makalelerin yazar sayısına bölünmüş hali. Ve son olarak da bir kompozit endeks, bir çeşit ağırlıklandırılmış endeks (Weighted Fractional Count-WFC) ortaya çıkarmış dergi. Esas kıyaslama bu sonuncu üzerinden yapılıyor.
200 ülkelik listede birinci sırada tahmin edileceği gibi Amerika var. Bu ülkenin WFC değeri 18,642.88. Onu Çin izliyor, 5,205.60 ile. Türkiye taa 38’inci sırada, WFC rakamı 57.07... Görüyor musunuz aradaki farkı? Üstelik, mesela Suudi Arabistan Türkiye’nin üzerinde, 35. sırada ve WFC’si 76.64, yani neredeyse 1.5 katımız. Türkiye bir önceki yıl, yani 2012’de 58.79 WFC’ye sahipmiş, yani bir yılda yüzde 3 civarında düşmüş zaten düşük olan bilimsel çıktımız.
Evet, WFC’yi ülkenin üniversitelerinin bilimsel çıktısı olarak kabul edersek, ilginç kıyaslamalar yapabiliriz. Mesela, en iyi 200 üniversite listesine baktığımızda bu listenin son sırasında yer alan Güney Kore’den Yonsei Üniversitesi’nin tek başına WFC rakamı Türkiye’nin toplamından büyük, 61.62... Listenin birinci sırasındaki Çin Bilimler Akademisi’nin (CAS) WFC rakamı pek çok ülkeden büyük: 1,209.46...