Kendisi kozmolog. Son birkaç yıldır, Avrupa Uzay Ajansı’nın Max Planck Teleskopu’nun ürettiği veriler üzerinde çalışıyor.
Max Planck Teleskopu, esasen evrenimizin ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülen Büyük Patlama’nın kalıntısı olan ‘Kozmik arka plan ışıması’nı incelemek üzere aletlerle donatılmış bir teleskop. Chary, bu verileri incelerken, olmaması gereken yerde bir başka ışıma/parlama görmüş. Bunun ne olduğunu merak etmiş ve sonunda bugünlerde astrofizik dünyasında hararetle tartışılmakta olan bir sonuca varmış: Bu ışımanın bizimkine paralel bir başka evrenin bizim evrenimize sürtünmesi sırasında çıktığını öne sürüyor astrofizikçi. Evet yanlış okumadınız; bir başka evren bizim evrenimize sürtünmüş olabilir. İddia bu.
Yazıyı, sabredip buraya kadar okuyanların bir bölümü, ‘Ne yani, başka evrenler de mi var’ diye soruyor olabilir.
Var veya yok, bunu bilmiyoruz. Elimizde başka evrenler de olabileceğini, paralel evrenler olabileceğini söyleyen türlü çeşitli teoriler var.
Bu teorilerden bir tanesi, ‘Eğer uzay-zaman sonsuzsa’ diye başlıyor. Evet sonsuzsa... O zaman, ister istemez paralel evrenler var. Çünkü biz ışık hızıyla sınırlıyız ve gökyüzüne baktığımızda görebileceğimiz mesafe ışık hızından ötürü sonlu. Halbuki sonsuz uzayın göremediğimiz bölgelerinde başka galaksilerden oluşan başka bir evren olabilir ve aynı ışık hızı kısıtı nedeniyle o evrendekiler de bizim evreni göremiyor olabilirler.
Bir başka teori, kendi evrenimizi bir köpüğe (küre) benzetiyor ve Büyük Patlama sırasında veya hemen sonrasında birden fazla köpük (küre) oluşmuş olabileceğini, bunların Büyük Patlama sonrası oluştuğu düşünülen kozmik genişleme sırasında birbirlerinden uzaklaşmaya başladıklarını öne sürüyor. Nitekim CalTech’ten Ranga-Ram Chary’nin bulguları, eğer iki evren arasında bir sürtünme olduysa bunun Büyük Patlama’dan görece kısa süre içinde (İlk birkaç yüz bin yıl) olmuş olabileceği doğrultusunda.
2019 yılının Temmuz-Ağustos’una kadar bir daha seçim yok.
Bu, Türkiye’nin en azından 2018 sonbaharına kadar seçim ortamından uzakta olacağı, işbaşındaki hükümetin de o tarihe kadar seçim kampanyası yürütme zorunluluğu duymadan icraat yapabileceği bir ortam demek.
Yani neresinden baksanız 32-33 ay var iş yapmak için.
Aslına bakarsanız Türkiye’de nelerin yapılması gerektiği de belli. Bana göre Ahmet Davutoğlu ve kuracağı hükümetin üç temel meselede vakit geçirmeksizin ileri adımlar atmaya başlaması gerek.
1. Demokratikleşme, Çözüm Süreci, hukuk devleti
Maalesef temmuz ayında PKK barışı bitirene kadar Türkiye’nin önündeki yegâne demokratikleşme perspektifi ‘Çözüm Süreci’ydi. Bu sayede Anayasamızdan idari yapımıza kadar pek çok şeyi gözden geçirebilecektik. Ama süreç, açıkçası 2013 Haziran’ından beri bir nevi beklemedeydi, ilerleyemedi, temmuzda da tamamen çöktü.
Bu parti 7 Haziran’daki oylarının yüzde 15’ini kaybetti.
Günlerdir gazetelerde okuyorsunuz, TV’lerde dinliyorsunuz; HDP’nin kaybını ‘Kürt seçmenin bu partiye ağır bir ceza vermesi’ olarak yorumluyor pek çok analist.
Oysa rakamlar bu teşhisi doğrulamıyor. Evet HDP daha önce oy aldığı her yerde oy kaybetti ama bu parti özellikle Kürt seçmenin yoğun yaşadığı şehir ve ilçelerde kendi özgül ağırlığını hâlâ güçlü biçimde korumaya devam ediyor. Yani, bana kalırsa bir cezadan ziyade uyarıdan söz edebiliriz.
Futbol terimiyle konuşacaksak, seçmen ‘Bir daha aynı faulü yaparsan sarı kart görürsün, çok ileri gidersen kırmızı kart da burada’ dedi bana göre.
Bunu nereden mi çıkarıyorum?
Gelin rakamlara bakalım... Önce, Kürt nüfusun yoğun yaşadığı şehirlerden başlayalım. Ayrıntıları tabloda da göreceksiniz zaten, ben birkaç örneğe dikkat çekeceğim.
AK PARTİ 2011’İN GERİSİNDE
AK Parti 4 milyon 802 bin 522, Cumhuriyet Halk Partisi ise 590 bin 662 yeni oy, yani toplamda 5 milyon 393 bin 334 oy kazanırken, Milliyetçi Hareket Partisi, Halkların Demokratik Partisi ve bütün öteki küçük partilerin kaybettiği oyların toplamı 3 milyon 718 bin 850 oldu. Aradaki fark, 1 milyon 674 bin 334. İşte o fark da, geçerli oyların sayısındaki artıştan, yani seçime katılımdaki artıştan geldi.
Yani, AK Parti ve CHP, hem diğer partilerden kopan oyları hem de seçime yeni katılanların oylarını aldı.
Ama bu oyların yüzde 90’ı AK Parti’ye gitti; çok mütevazı bir bölümü de CHP’ye.
Nasıl oldu da aldı AK Parti bu oyları?
Bu sorunun cevabı AK Parti’nin belki 8 Haziran sabahından itibaren uygulamaya koyduğu stratejide gizli.
‘FABRİKA AYARLARI’NA DÖNÜŞ
Ve yine AK Parti’nin 7 Haziran’a göre hanesine artı yazdığı 4.8 milyon oyun yüzde 21.4’üne denk gelen 1 milyon 30 bini İstanbul’da yaşanan artıştan kaynaklandı.
Yani İstanbul AK Parti’nin seçim başarısında çok kritik bir öneme sahipti.
Baktığınızda İstanbul’un her üç bölgesinde de AK Parti oylarında ciddi artışlar yaşandı. Peki bu artışın kaynağı ne?
Benim bulgularım başlıca üç kaynağın bu artışta rol oynadığını gösteriyor. Bunlardan birincisi ve en büyüğü beş ay önce seçime katılmayanlar. İkinci sıraya, 7 Haziran’da başta Saadet ve Büyük Birlik olmak üzere ‘diğer’ kategorisine giren partilere oy vermiş olup da bugün tercihini AK Parti’den yana değiştirenleri yazmak gerek. Ve son olarak da HDP ile MHP’den kopan seçmenleri.
AK Parti, oy oranını 7 Haziran’a göre İstanbul birinci bölgede yüzde 7, ikinci bölgede yüzde 8.5 ve üçüncü bölgede de yüzde 8.2 kadar artırmış görünüyor. Bunlar çok önemli, çok büyük ve dediğim gibi partinin ülke çapında elde ettiği olağanüstü başarıya ciddi katkı sağlayan artışlar.
CHP’DEKİ ARTIŞIN YARISI İSTANBUL’DAN
Taa 1 Haziran 2013 günü, Gezi olaylarının başlangıcında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın göstericiler için ‘Çapulcular’ demesiyle başlayan uzun mu uzun seçim kampanyası nihayet sona erdi.
29 aylık bu uzun ve yıkıcı seçim ortamı, Türkiye’yi belki siyasi tarihinde yaşanmadığı kadar gerdi, kopma noktalarına getirdi, özellikle son 5 ayda akan kan ve artan şiddet, hemen hemen herkesi kötümserlik içine soktu.
Bugünden başlayarak yapılması gereken ilk ve en önemli şey, bu 29 ayda kırılan dökülenleri toparlamaya çalışmak, toplumsal barışı yeniden inşaya çalışmak olmalı.
Toplumsal barışı yeniden kurma görevi hiç kuşkusuz öncelikle AK Parti’nin ve onun içinden çıkan hükümetle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ındır.
Ama toplumsal barışı inşa etme görevi tek başına AK Parti’ye, Davutoğlu’na ve Erdoğan’a ait değil. Genel olarak ‘muhalefet’ başlığının altına giren bütün toplum kesimlerine düşen görev, AK Parti’ye düşen görevden daha az değil.
Barış olacaksa tek taraflı olamaz, bütün kesimler barışmaya, daha doğrusu ‘normal’ olmaya kendini hazırlamalı.
Daha dün, seçim için ‘Faşizmden önce son çıkış’ diyenler acaba şu an ne düşünüyor? Türkiye’ye faşizm geldiğini düşünüyorlarsa, toplumsal barışı da istemiyorlar demektir.
Gelin bugün Türkiye’nin nedense pek az konuşulan ama aslında siyasette yaşadıklarımız dahil bütün sorunlarımızın anası olan eğitimden söz edelim.
Yüksek Öğretim Kurulu YÖK geçen yıl bir karar aldı ve tıp ve hukuk fakültelerine giriş için baraj uygulaması başlattı. Bu yıl bu uygulamayı mühendislik fakülteleri için de genişletmek istiyor YÖK.
Önce baraj ne demek ve buna neden ihtiyaç duyuldu sorusuna cevap arayalım: YÖK, tıp, hukuk ve gelecek yıldan itibaren mühendislik fakültelerine girecek öğrencilerin belli bir başarıyı tutturmasını istiyor. Sadece taban puan ilan etmek yetmiyor, öğrenci bulamayan vakıf üniversitelerinin boş kontenjanları doldurmak için puanları düşürmesini de istemiyor YÖK ve bu fakültelere girişte belli bir başarı eşiği getiriyor.
Yıllardır üniversitelerimizin temel bilim eğitimi veren fen fakültelerine öğrenci talebi düşüyor; bu okulların taban puanları çoğu zaman işletme fakültelerinden bile düşük. Bu denli düşük puanlarla bu okullara gelenlerin dersleri başaramaması ise hiç şaşırtıcı değil.
YÖK şimdilik tıp, hukuk ve mühendislikte önlem alıyor ama yarın bir gün gelecek o önlemler de hiçbir işe yaramayacak; temel matematik ve fen bilgisinden yoksun lise mezunu tıpta da yapamaz, mühendislikte de. Bunun çaresi de tıp, mühendislik veya temel bilim eğitiminin seviyesini düşürüp öğrencileri mezun etmeye çalışmak değil, o okula gelen öğrencinin seviyesini yükseltmek olabilir ancak.
Baştan söyleyeyim, YÖK’ün yaptığı yerinde bir şey ama bu çözüm tabiatı gereği kısa vadeli ve geçici bir çözüm olmak zorunda.
Çünkü YÖK’ü böyle bir önlem almak zorunda bırakan şey, Türkiye’de lise eğitiminin kalitesizliği. Ve bu kalite sorunu çözülmezse, bir gün gelecek üniversite sınavını ilk 10 binde bitiren öğrenciler bile aslında tıp okumak için yetersiz hale gelebilecek.
7 Haziran’da yurtiçinde 45 milyon 121 bin 773 geçerli oy kullanıldı. Seçime katılım yine sadece yurtiçi seçmenler hesaplandığında yüzde 86.43 olarak gerçekleşti.
7 Haziran’da ortaya çıkan şu tabloya bir bakın: