BU memlekette abuk sabuk tartışmalara harcadığımız enerjiyi mesela elektriğe çevirmek mümkün olsaydı, büyük ihtimalle Rusya’ya nükleer santral inşa ettirmemize gerek kalmazdı.
Aziz Sancar’ın Nobel Kimya Ödülü almasıyla birlikte başlayan tartışmalarımız da bu cinsten. Saçma sapan bir milliyetçilik konuşuyoruz iki gündür.
Aynı kimya ödülünü alan İsveçli Tomas Lindahl’ı alın. DNA’nın bozulması mümkün olmayan mükemmel bir şey olduğu görüşünü yerle bir eden o oldu.
LINDAHL’IN ETNİK KÖKENİ NE?
İsveç’te doğdu, temel eğitimini orada aldı ama bugün onu Nobel’e getiren sorusunu Amerika’da Princeton’da doktora sonrası çalışmalarını yaparken sordu: ‘DNA ne kadar istikrarlı bir şey ki?’
ÜLKENİN dört bir yanında açlık, yoksulluk, yoksunluk çekilirken, 1946 yılında ilkokul eğitimi bile almamış bir ana-babanın çocuğu olarak Mardin’in Savur’unda sekiz kardeşin yedincisi olarak doğacaksınız.
Sonra kim bilir ne mücadeleler vererek önce ilkokulu, ortaokulu, liseyi bitirecek, ardından da, bunca fedakârlıklarla sizi okutmuş olan ailenizin hayalini gerçekleştirmek ve doktor olmak üzere tıp fakültesine gideceksiniz.
Ama hiç doktorluk yapmayacaksınız.
Onun yerine hayatınız laboratuvarlarda, araştırma merkezlerinde geçecek, kalkıp Amerika’ya göç edeceksiniz, orada neredeyse bütün hayatınızı hücre bölünmesi sırasında veya dış etkenlerle bozulan DNA’nın kendini nasıl onardığını anlamaya adayacaksınız.
Yıllar ve yıllar boyunca mikroskopun başında oturacak; özellikle morötesi ışık (veya radyasyon) altında hücre DNA’sının nasıl bozulduğunu ve sonra da kendi kendini nasıl onardığını izleyecek; bunun bir haritasını çıkaracaksınız.
Sadece bununla yetinmeyeceksiniz; içinden çıktığınız ülkenizi hiç unutmayacak, Türkiyeli bilimcilere destek olmak için elinizden geleni sürekli yapacaksınız. Mesela eşinizle birlikte Kuzey Carolina’da üniversite bünyesi içinde bir ‘Türk Evi’ kuracaksınız; bu ev araştırma yapmak isteyen Türkiye kökenli bilimcilere orada yatacak yer sağlayacak.
Sonra bir gece uykunuzun ortasında telefonunuz çalacak; eşiniz açacak telefonu ve sizin bu yılki Nobel Kimya Ödülü’nü kazanan üç kişiden biri olduğunuz haberini alacak. Ödüle elbette sevineceksiniz ama daha ilk söyleşinizde, ‘Ders programım başlamak üzere, şimdi bu ödül haberi yüzünden bir sürü engel çıkacak, öğrencilerim zarar görebilir’ diyecek kadar da alçakgönüllü olacaksınız.
ÇOĞU zaman gözlerimizi kapatıp kendi mahallemizde, kendi konforlu bölgemizde yaşıyoruz ve sanıyoruz ki geri kalan herkes de bizim gibi.
Zaman zaman yukarıdan aşağıya veri yağmuru oluyor ve o zaman anlıyoruz ki, hayır neredeyse hiç kimse bizim gibi değil.
Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK geçenlerde hane halkı gelirleri ve harcamalarıyla ilgili kapsamlı araştırmasının 2014 sonuçlarını duyurdu. Doğal olarak bu sonuçlar gazetelerde gelir dağılımının düzelip düzelmediğine ilişkin haberler olarak verildi.
TÜİK’in açıkladığı sonuçlar arasında yoksulluk hesapları da vardı; bunlar maalesef medyada kendine pek az yer bulabildi, hakkında herhangi bir tartışma ise neredeyse hiç yapılmadı.
‘MEDYAN’ GELİRİMİZ AYDA 925 LİRA
Önce tanımda anlaşalım. Yoksulluk nedir, kime neye göre yoksul adını veriyoruz?
BÜTÜN dünya neredeyse iki haftadır Volkswagen skandalını konuşuyor; gazetelerde, dergilerde tonlarca yazı çıkıyor skandalla ilgili. Sağ olsun, Hürriyet Ekonomi Servisi ve gazetemizin otomobil yazarı Emre Özpeynirci de, daha ilk günden itibaren okuyucuları bilgilendiren çok önemli haberlere imza attılar.
Yine de kısa bir özet vermeliyim, daha sonra söyleyeceklerimin doğru ve iyi anlaşılabilmesi için:
Mazotla çalışan motorların benzinli motorlara göre avantajları ve dezavantajları var.
MAZOTUN AVANTAJI VE DEZAVANTAJI
MATEMATİKÇİ Ali Nesin dün Facebook hesabında Ahmet Hakan’a yönelik saldırıyı eleştirirken şöyle yazdı: “Her zaman söylemişimdir: Türkiye’deki siyasi mücadele öncelikli olarak ideolojik, ekonomik, sınıfsal falan değildir. Asıl mücadele uygarlık mücadelesidir.”
Ali Nesin daha önce başka vesilelerle bu cümleleri yazdığında içimden tepki göstermiştim; bu sefer ‘Adam haklı’ diye düşündüm.
Neden?
Çünkü maalesef aramızdan bazıları Ahmet Hakan’ın o yumrukları hak ettiğini, hatta kurşunlanıp öldürülmüş olsa onu bile hak edeceğini düşünüyor.
Evet böyle düşünenler var.
Peki ne yapmış Ahmet Hakan? Yazı yazmış, söz söylemiş.
“Ama yazdıklarını, söylediklerini beğenmiyoruz, öyle yazmaya, konuşmaya devam ederse sonuçlarına katlanır.”
AMERİKAN Uzay ve Havacılık Dairesi NASA, birkaç gün önceden gazetecileri “Mars’la ilgili çok önemli bir açıklama” için basın toplantısına davet ettiğinde spekülasyonlar başladı.
NASA’nın “Mars’ta su bulduk” demesi bilim gazetecileri için en ağırlıklı ihtimaldi; nitekim öyle oldu, önceki gün Türkiye saatiyle 18.30 civarında başlayan toplantıda bilimciler ‘Kızıl Gezegen’de akarsu bulduklarını açıkladı.
Mars’ta su olması şaşırtıcı değil, hatta zaten bilinen bir şey. Gezegenin kuzey ve güney kutuplarındaki devasa buzullar uzun yıllardır biliniyor ve inceleniyor. Kuzey kutup buzulu neredeyse tamamen su, güney buzul ise yüzde 85 buzlaşmış karbondioksit, yüzde 15 su buzu.
Anladınız herhalde, karbondioksit gazının bile buza dönüşmesini sağlayacak kadar soğuk bir gezegende akar su olması imkânsız gibi bir durum.
Oysa bundan 3.8 milyar yıl önce Mars’ın yoğun ve kalın bir atmosferi vardı, yüzey sıcaklığı çok daha yüksekti, gezegenin üçte biri okyanuslarla kaplıydı ve nehirler akıyor, yağmurlar yağıyordu. Sonra gezegen atmosferini kaybetti, soğudu ve sular dondu.
Bugün Mars’ın incecik bir atmosferi var, bir manyetik alanı yok ve en önemlisi Güneş’ten veya uzaydan gelecek radyasyonu engelleyecek ozon tabakası yok.
Peki gezegen ortalaması
Ancak itiraf edeyim, ‘bilgi ekonomisi’ diye adlandırılan şeyi ben de 20. yüzyıldan itibaren hayatımıza girmiş ‘yeni’ bir durum olarak görüyor, bu ‘yeni’ duruma uyum sağlamadığımızı, o yüzden de ‘geride’ kaldığımızı düşünüyordum.
Dün bu köşede ‘Dünyaya bakışımı değiştiren kitap’ dediğim şey bu; César Hidalgo’nun an itibarıyla Türkçeye de çevrilmekte olduğunu öğrendiğim kitabı ‘Why Information Grows: The Evolution of Order, from Atoms to Economies’ sayesinde ‘bilgi ekonomisi’nin yeni bir şey olmadığını, hatta ‘bilgi’ olmadan bir ekonominin zaten olamayacağını fark ettim.
Avcı-toplayıcı göçebe atalarımızın taşları yontarak mızraklarının ucuna takması ve böylece hayvanları daha kolay avlaması bir ‘bilgi artışı’ ile oldu. Türk kavimlerin Orta Asya’dan Avrupa’nın ortalarına kadar ilerlemesini sağlayan askeri başarı bir ‘bilgi atılımı’na, bir ‘teknolojik yenilik’e atfedilir: Çift gergili yay ile at sırtında hedefi bulan atış yapma başarısı.
İnsanlık tarihine böyle bakacak olursanız, bir ulusu diğerine göre öne çıkaran her gelişmenin bir ‘bilgi artışı’ sonrası olduğunu görürsünüz. Bugün zengin olan ekonomiler, zenginliklerini ve büyümeye, yani zenginlik üretmeye devam etmelerini o ‘bilgi artışı’na borçlular.
Buraya kadar yazdıklarım malumun ilamı; ekonomiyi bilginin büyüttüğünü hepimiz biliyoruz. Peki bilgiyi ne büyütüyor?
Evet elbette eğitim, elbette bilime saygı, elbette bilgiye saygı.
Ama bakın Sovyetler Birliği’ne. Eğitim de vardı; bilgiye saygı da ama komünizmin ardından geriye bir enkaz kaldı; bugün ‘Ormanları da olan bir Suudi Arabistan’ diye nitelenen Rusya, dünyadaki ekonomik yarışın hiçbir yerinde yok, yetişmiş eleman gücünün de neredeyse tamamını kaybetmiş durumda.
KİTABIN adı ‘Why Information Grows: The Evolution of Order, from Atoms to Economies’. Yazarı César Hidalgo. Kitap Britanya’da 20 sterline, Amerika’da 26 dolara satılıyor. Umarım çabucak Türkçeye çevrilir.
Tahmin edebileceğiniz gibi kitap İngilizce ‘information’ kavramı hakkında ve maalesef bu kavrama kitapta atfedilen anlamı Türkçede tam olarak karşılayacak kelimeyi bulmakta zorluk çektim. Biz, ‘information’ı genellikle ‘bilgi’ diye çeviriyoruz ama kitapta kastedilen anlam ‘bilgi’ değil, bilginin de taşıyıcısı olan ‘şey’.
Yazar César Hidalgo aslen bir fizikçi ve şu sıralar Boston’daki Massachussets Institute of Technology’deki (MIT) meşhur ‘Media Lab’da hocalık yapıyor.
Fizikçiler açısından atomaltı parçacıklardan başlayarak evrendeki her şey ‘information’ taşır. ‘Bilgi’ (knowledge) ise bizim o ‘information’a atfettiğimiz anlamdır yine fizikçilere göre.
Fiziğin önemli kanunlarından biri 19. yüzyıl ortalarından itibaren ortaya konmaya başlanan ‘Termodinamik Kanunları’dır. Bu kanunlardan bir tanesi, evrende enerji harcandıkça ‘entropi’nin arttığını söyler. ‘Entropi’ anlatması ve anlaşılması zor bir kavram ama onu biraz serbestçe basitleştirerek ‘düzensizlik’ diye çevirebiliriz; evrende (veya herhangi bir sistemde) enerji harcandıkça ‘düzensizlik’ de artar.
Kanun öyle der, bu kanun belki trilyonlarca kez test edilip kanıtlanmıştır ama yine de evrendeki varlığımızı bu kanuna rağmen sağlanan ‘düzen’e borçluyuz. Büyük patlamada saf enerjiden parçacıklara, parçacıklardan da ilk atomun oluşmasına giden ‘düzen’, entropiye rağmen oluşmuş bir düzen.
Evet, evrende düzensizlik artıyor ama bildiğimiz evren de daha ilk anından beri ‘düzen’ sayesinde var. Bu ‘düzen’e yazar Hidalgo ‘information’ diyor; temel parçacıkların bir araya gelip atomu, atomların bir araya gelip yıldızları, gezegenleri meydana getirmesini, atomların farklı biçimlerde bir araya gelip molekülleri, biz canlıları oluşturmasını vs hep ‘information’ın artması veya büyümesi olarak adlandırıyor Hidalgo.