Sohbet sırasında Başbakan’ın söyledikleri özetle şöyle:
- Türkiye’ye yönelik bir suçlama var, işte Ortadoğu’yu ve Suriye’yi biçimlendirmek için çaba sarf ediyor diye. Hayır, Suriye ve Ortadoğu’yu biçimlendirmek için bir müdahalemiz olmadı. Biz hep Arap Baharı bağlamında gördük gelişmeleri, halkların kendi kaderlerine müdahalesi olarak gördük ve destekledik. Bize yapılan onca teşvike rağmen hiçbir Türk askeri sınırın öteki yanına geçmedi, askeri bir müdahalemiz olmadı.
- 2013’te Mısır’daki darbeden beri bölgede esas katledilen şey demokrasi umudu oldu. Bakın diktatörler yeniden ortaya çıktı. Biz müdahaleci bir tutum izlemedik ama bölgede demokrasi kuşatıldı. Bölgede demokrasinin yükselmesi, Türkiye’nin de yükselmesi demekti. Bu manada Türkiye de kuşatılmak istendi.
- Biz ancak zorlandığımızda, mesela Suruç saldırısı sonrası IŞİD’e, Ceylanpınar saldırısı sonrası da PKK’ya yönelik askeri müdahaleye başladık; ilk kez milli güç unsurlarını kullandık, çünkü kendi iç güvenliğimiz tehlikedeydi. Ulusal güvenlik söz konusu olduğunda tereddüt etmeyiz; iki günde 458 PKK hedefini vurduk; IŞİD’in Kuzey Suriye’deki bütün hedeflerini birden vurduk. Bunların çoğu için karadan topçu ateşi yeterli oldu zaten.
O günden sonra, Hürriyet’in otomobil yazarı Emre Özpeynirci, bence her türlü gazetecilik ödülünü birden alması gereken bir seri habercilik yaparak ‘milli’ denen otomobilin öyküsünün nasıl tel tel döküldüğünü ortaya çıkarırken ben de konuyla ilgili ders çalışmaya başladım.
GELECEK ELEKTRİKLİ OTOMOBİLİN
Fosil yakıtların bitmekte olduğu, fosil yakıt tüketiminin ise dünyayı eşi görülmemiş bir çevre felaketine sürüklediği artık herkesin malumu.
Hem hayat tarzımız ve refahımız hiç değişmesin hem de dünyayı küresel iklim değişiminden kurtaralım diyorsak, yani fosil yakıt çıkarmayı ve tüketmeyi durduracaksak, kullandığımız bütün taşıt araçlarının içten yanmalı motorlarla değil elektrikli motorlarla (veya doğaya karbon salmayan başka motorlarla) yürümesini sağlamamız gerek.
Geleceğin elektrikli otomobillerde olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama bu geleceğe, zaten bildiğimiz otomobil konseptinde kalmaya devam edip sadece içten yanmalı motorun yerine elektrikli bir motor koyarak ulaşamayız. Temel bakış açımızı da değiştirmeliyiz.
Biraz mecburen öyle.
Herkesin Çetin Altan diye tanıdığı, kiminin kızdığı kiminin ölesiye sevdiği o insanı ben ‘Çetin Amca’ olarak tanıdım; mahallemizde eline doğduğumuz büyüklerimizden, anne babamın arkadaşlarından biriydi.
Mahallemizde, bizim evimiz girişin üst katındaydı. Benim yatak odamın tam altında, ‘Ümit Abla’nın yatak odası vardı ve Ümit Abla ile Mehmet Altan daha o yaşta birbirlerine ölesiye aşıktı (hala da öyleler, kim bilir kaç yıllık evliliğin ardından); içeride odasında Ümit Abla durur, dışarıda Mehmet Altan belki saatlerce o camın altında yukarı doğru bakarak onunla konuşurdu.
Ahmet Altan, mahallemizin futbol takımının sağ açığıydı, aynı takımın stoperi Orhan Kemal’in büyük oğlu Kemali Abiydi, orta sahanın ortasında ise bugünün Milliyet yazarı Mehmet Tezkan’ın ağabeyi Bülent oynardı.
Ahmet Altan’ın kızı Sanem ve oğlu Kerem’in annesi Gülgün Abla da ailesiyle birlikte mahallemiz Basınköy’ün mukimlerindendi. Aşk orada doğdu; Sanem ve Kerem de...
Ahmet, Mehmet ve Zeynep’in anneleri Kerime Abla, mahallemizin en tatlı, en hüzünlü ve en güzel kadınlarından biriydi.
Çocukların Çetin Altan’ı
Suriye içsavaşında yıkılmaya direnen rejim 350 bin vatandaşını öldürdü. Bu ölenlerin hemen hemen hepsinin Türkiye’de karşılığı var. Yani ya mezhebi, ya etnik ya da aynı anadilden gelen akrabaları var.
Irak’ta da aynı şey. 2003’teki işgalden beri bu ülke kendine gelemedi; merkezi hükümet çöktü, artık ülkeyi bir bütün olarak yönetemiyor ve işgal ile direniş sırasında olanları saymasak bile iç çatışma ortamında en az 50 bin Iraklı vatandaş öldü.
Nasıl 70’li yıllardaki Lübnan içsavaşı Türkiye’nin içine terör olarak yansıdıysa Irak ve Suriye de Türkiye’de kendi paralelindeki fay hatlarını derinleştirmeye çalışan bir terör olarak yansıyor. Son olarak Ankara’da yaşanan katliamda bunu gördük; temmuzdan beri yeniden ciddi yakıcı bir sorun haline gelen PKK teröründe bunu görüyoruz.
ANKARA NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?
İşte bu ortamda, Ankara’dan önemli bir kaynak, İstanbul’da geniş bir grup gazeteciyle kapsamlı bir bilgilendirme toplantısı düzenledi. Türkiye, ciddi bir iç güvenlik boyutu da olan bu önemli sorunlarla ilgili ne yapıyor, ne yapmaya çalışıyor, toplantının amacı buydu.
Adı ‘Gezegen Avcıları’. (www.planethunters.org)
Programın amacı, NASA’nın Kepler uzay aracından gelen bilgileri değerlendirmek ve uzak yıldızların etrafındaki gezegenleri bulmaya çalışmak. Bu program sayesinde arada bir gazetelerde okuyorsunuz, şu kadar mesafede Dünya’ya benzeyen bir gezegen bulundu cinsinden haberleri.
Peki nasıl avılıyor gezegenleri ‘Gezegen Avcıları’?
Kepler, Cygnus ve Lyrae takımyıldızlarına doğru bakıyor ve gözlem alanındaki 150 binden fazla yıldızı izliyor. NASA’nın uzay aracı her bölgeye yarım saatliğine objektifini açıyor ve bu sayede yılda 2.5 milyar veri gönderiyor.
YILDIZIN IŞIĞI AZALIYOR MU?
BUGÜNDEN sonra on altıncı gün oy vermek için sandık başına gideceğiz.
Seçime bu kadar az süre kalmış olmasına rağmen ortada pek de seçim havası yok. Bunun iki sebebi var: Birincisi biz vatandaşlar açısından bu dördüncü seçim, artık yorulduk. İkincisi, partiler de hem yoruldular hem de paralarını tükettiler.
Anketlere baktığımızda 1 Kasım seçiminin sonucunun 7 Haziran’a benzeyeceği anlaşılıyor. Birebir aynı olmayacak belki ama benzeyecek.
Bu kez seçimin konusu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek başına iktidar olup olamayacağı. Bunu AK Parti’nin alacağı oylar kadar Halkların Demokrasi Partisi HDP’nin alacağı veya alamayacağı oylar da belirleyecek. Yani hem AK Parti hem de ülkenin tamamı açısından HDP’nin barajı geçip geçmemesi son derece belirleyici olacak.
Ancak 7 Haziran’dan farklı olarak bugün neredeyse bütün anketlerde HDP barajın üzerinde gözüküyor; bu parti için 7 Haziran öncesinde olduğu gibi canlı bir kampanya yapılmıyor, bu baraj üstü hali sanki partinin taraftar kitlesinde bir rehavet yaratmış gibi duruyor.
Oysa 7 Haziran’da yurtdışı oylar dahil 6 milyon 50 bin oy almış olan HDP’nin bir miktar oy kaybına uğraması sürpriz sayılmamalı. Dedim ya, parti sempatizan kitlesi 4 ay önceki heyecanı bugün sergilemiyor.
Peki kim sergiliyor? Açıkçası çok seçim havası hissedilmediği için heyecanı da çok fazla göremiyoruz sahada. Ankara katliamı sonrası partilerin mitinglerini iptal etmesi de bu heyecanın hissedilmemesine neden oluyor.
ÖNCE tartışmasız gerçekle başlayalım: Cumartesi günü Ankara’da yaşanan katliamın hem siyasi hem teknik sebepleri var; bu sebeplerin ortaya çıkmasının sorumlusu ise Türkiye’yi 13 yıldır yönetmekte olan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarlarıdır.
Sadece onun da değil; temmuz ayından beri Türkiye’de siyasi şiddet sonucu hayatını kaybeden 700’e yakın insanın ölümünün sorumluluğu da bu partinin ve iktidarın üzerindedir.
Çok mu ağır bir sorumluluk? Evet, öyle. İktidar olmak ve siyaset yapmak böyle ağır sorumlulukları da üstlenmeyi gerektirir. Demokrasilerde, yaşanan fenalıkların hesabını sorabileceğimiz yegâne kurumdur siyasi iktidar.
Cumartesi günü yaşadığımız katliam için veya temmuz ayından beri yaşadığımız ağır terör ortamı için milyonlarca şey söyleyebiliriz; türlü çeşitli siyasi ve teknik yorumlar yapabiliriz ama bir şey değişmez: ‘Sorun’ diye adlandırdığımız her şeyi çözmek iktidarların görevidir; çözemediyse sorumluluğunu yeterince iyi yerine getirememiş demektir.
Zamanı geri çeviremeyeceğimize, yeniden cumartesi sabahına veya haziran ayının başına dönemeyeceğimize göre, bundan sonrasını düşünmeli, son dört ayda yaşadıklarımızın bir daha yaşanmaması için neler yapılabileceğine bakmalıyız.
Ülkemizde üç pazar sonra milletvekili genel seçimi yapılacak; bu seçimden tek başına iktidar olarak çıkmayı uman ama bu gerçekleşmese bile Meclis’te en büyük grupla temsil edileceğine kesin gözüyle bakılan siyasi parti yine AK Parti.
Demek ki, bugünün sorunlarının çözüm adresi, en azından çözüm ortağı adresi de aslında şimdiden belli.
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, taa Başbakanlık günlerinden beri, yani yıllardır herkese üç çocuk yapmasını tavsiye ediyor; hatta son dönemde katıldığı nikâh törenlerinde bu hedefini daha da yükseltti, artık dört çocuk istiyor Erdoğan.
Hükümet de Erdoğan’ın tavsiyesine uygun olarak çocuk sahibi olmayı teşvik edici çeşitli ekonomik önlemleri devreye soktu.
Ama bütün bunlar nafile.
Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’in rakamlarına göre 2000 yılında Türkiye’de kadın başına doğum sayısı 2.53’ken bugün bu rakam 1.96. Yani artık kadın başına iki çocuk bile doğurmuyoruz.
Cumhurbaşkanı, üç veya dört çocuk isteğini Türkiye’de nüfusun yaşlanıyor olması gerçeğine dayandırıyor. Evet, 2000 yılında nüfusumuzun ortanca yaşı 25.8’di, bugün 31.1 oldu. Giderek de yaşlanıyoruz.
Yıllık yeni doğan çocuk sayıları azaldığı gibi ölüm sayıları da azalıyor; yani bir yandan az çocuk yapıyoruz, bir yandan da ömrümüz uzuyor, daha az ölüyoruz. 2000 yılında nüfusumuz 64 milyonken 1 milyon 400 bine yakın çocuk doğdu ülkemizde. 2014’te nüfusumuz 77 milyona çıkmasına rağmen 1 milyon 300 binden az çocuk doğdu. Yine 2000’de 466 bin vatandaşımız şu veya bu sebeple ölürken bu rakam 2014’te artan nüfusa rağmen 422 bin oldu.
65 yaş üzeri nüfusun bütün nüfus içindeki payı 2000 yılında yüzde 6.7 iken bugün 8.1’e çıktı.