İsmet Berkan

‘Ormanları da olan bir Suudi Arabistan...’

27 Kasım 2015
ÖNEMLİ bir Amerikalı stratejist, bir zamanlar Rusya için aynen bunu söylemişti: ‘Ormanları da olan bir Suudi Arabistan...’

Kastettiği şuydu: İnanılmaz büyüklükte bir yüzölçümüne sahip olan bu ülkede sadece 144 milyon kişi yaşıyor. Ve ülke, büyük ölçüde petrol, doğalgaz ve madencilikle geçiniyor. Nüfusu artmıyor, aksine azalıyor. En değerli insan kaynağını Batı’ya kaptırmış durumda. Ve endüstriyel üretimi çok sınırlı.

 

Ve şimdi o ülkeyle Türkiye arasında askeri bir kriz durumu var; kontrol altında tutulmaya çalışılan.
Evet, Rusya bir zamanlar ‘süper güç’ kabul edilirdi; bugün o statüsünü kaybetmiş durumda. Ama yine de Rusya hâlâ büyük ve güçlü bir ülke.
Fakat Rusya ciddi zaafları ve zayıf noktaları olan; geleceğe çok güvenle bakamayan bir ülke aynı zamanda.
Sovyetler Birliği dağılıp yerine Rusya liderliğinde ‘Bağımsız Devletler Topluluğu’ geldiğinde, bir başka ünlü Amerikalı stratejist olan Zbigniew Brzezinski, ‘Rusya’ya bir Atatürk lazım’ demişti.


Yazının Devamını Oku

Öğretmenlerimizi çok kıymetli buluyoruz, ama...

25 Kasım 2015
İNGİLTERE’de ‘Varkey GEMS Vakfı’ adlı bir vakıf, 2013 yılında 21 ülkeyi kapsayan büyük bir araştırma yaptırmış.

Araştırmanın amacı basitçe şu: ‘Çeşitli ülkeleri öğrenci yeterlikleri açısından kıyaslamamıza imkân veren PISA gibi, TIMMS gibi çok sayıda çalışma var ama bu öğrencileri yetiştiren öğretmenlerle ilgili benzer kıyaslamaları yapabileceğimiz çalışma yok; dolayısıyla biz de bunu yapalım.’


Aralarında Türkiye’nin de olduğu 21 ülkede anketler yapılmış ve toplumun öğretmenlere ne gözle baktığından tutun da onların sosyal statüsüne kadar pek çok şey araştırılmış, ortaya da kapsamlı bir rapor çıkmış.
Raporun en önemli bulgularından biri, ‘Öğretmen Statüsü Endeksi’ adı verilen endeks. Bu birkaç ölçüte bakarak toplumların kendi öğretmenlerini nereye yerleştirdiğini ölçmeyi amaçlayan bir endeks. Bu endekste, Türkiye, öğretmenlerine layık gördüğü manevi statü açısından en yüksek değeri veren üçüncü ülke olarak çıkmış. (Birinci Çin, ikinci Yunanistan ve sonuncular İsrail ile Brezilya.)
Gerçekten de öyledir; Türkiye’de öğretmenlik mesleği kutsal bir iş olarak görülür; toplumca öğretmenlere hep saygı gösterir, onları gündel ik hayatta el üstünde tutarız. Tutmaya da devam etmeliyiz.
Aynı rapora göre, Türkiye’de öğretmenlerin yıllık ortalama kazancı, satın alma gücü paritesiyle ölçüldüğünde 25 bin 378 dolar ve araştırma kapsamındaki ülkeleri PISA skorlarına göre 1 en yüksek 20 en düşük olarak endeksleyecek olursak bu öğretmenlerin yetiştirdiği öğrenciler PISA’da 19 alabiliyorlar.
Kıyaslama imkânı için vereyim: Singapur’un PISA skoru bu endekste 1, ortalama yıllık öğretmen maaşı satın alma gücü paritesiyle 45 bin 755 dolar ve öğretmen statüsü endeksi Türkiye’nin 68’ine karşılık bu küçük ülkede 46.3.

Yazının Devamını Oku

‘Kırmızı cıva’ efsanesinin muhteşem dönüşü...

20 Kasım 2015
ANLAŞILIYOR ki her şey 2013 yılının Eylül ayında başlamış.

O ay Kayseri’de, Organize Suçlar ve Kaçakçılık Şubesi polisleri, Malatya yolunda bir aracı durduruyor ve arama yapıyor.

Araçta roket başlığına benzeyen bir cisim bulunuyor ve bu cismin içinde de bir sıvı var, kırmızı renkli.
Kayseri polisi belli ki bir ihbar üzerine o aracı durdurmuş ve durdurmadan önce orada bir şey bulacağını da biliyor, o yüzden yerel gazeteciler de orada. Nitekim şüpheli araç ve onda ‘bir şeyler’ bulunduğuna dair haberler fotoğraflarıyla Hürriyet dahil pek çok gazetede yayımlanıyor o günlerde.
Ama ‘atlatma’ haber 25 Eylül 2013 günü Yeni Şafak gazetesinde ve Cihan Haber Ajansı’nın bülteninde yayınlanıyor. Büyük ihtimalle Cihan’ın görüntülü haberini bazı televizyonlar da yayınlıyor.
Habere göre, Kayseri polisi araçta bulduğu materyali Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na göndermişti ve TAEK de bu materyal için ‘kırmızı cıva’ demişti.

 


Yazının Devamını Oku

Eğitim: Ne ekersen onu biçersin

19 Kasım 2015
TÜRKİYE’de eğitimi tartışmaya ve bizde eğitimin ne kadar kötü olduğunu konuşmaya toplumun yediden yetmişe tamamı katılıyor.

Ama ne zaman, ‘Bunu değiştirmek lazım’ dense, eleştirirken mangalda kül bırakmayan kalabalıklar birdenbire ‘Aman dokunma’ demeye, değişim ihtimaline bile direnmeye başlıyor.

Oysa her şey iyi olsa, zaten eğitimi tartışmak da gerekmezdi. Kötü giden bir şeyi değiştirmek için yollar aramayacağız da ne yapacağız?

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD’nin meşhur PISA sınavı hakkında çok yazdım. En sonuncusu 2012’de yapılan ve dünyanın dört bir yanından 15 yaşındaki çocukların katıldığı bu sınavda bizim çocuklarımız hiç de iyi bir sırada değiller.

Bu sınav biliyorsunuz üç alanda yapılıyor: 1. Kendi anadilini anlama ve kendini bu dilde ifade etme becerisi. 2. Matematik. 3. Fen.

Bu üç temel alanın üçünde de çocuklarımızın aldığı sonuçlar OECD ülkelerinin çocuklarının ortalama başarısının hayli altında.

PISA’nın ölçümlerinin gerçeği yansıttığını biliyoruz; çünkü 12. sınıfı bitirip liseden mezun ettiğimiz çocuklarımızın neredeyse tamamı üniversite sınavının ilk basamağı olan YGS’ye giriyor.

Bakın, 2015’te YGS’ye 856 bin 159 çocuğumuz girdi. PISA’nın ölçtüğü üç temel alanda sorulan 40’ar soruya bu çocuklarımız Türkçede ortalama 15.9, temel matematikte ortalama 5.4 ve fende ortalama 4.6 doğru cevap verdi.

Evet, fen sınavında 40 sorudan sadece 4.6’sını doğru cevapladı çocuklarımız ortalama olarak.

Yazının Devamını Oku

Hükümetin en önemli ev ödevi...

18 Kasım 2015
ÖNÜMÜZDE dört yıllık bir tek parti iktidarı dönemi var.

Bu seçimsiz dönem, çok önemli fırsatlar yaratıyor. Türkiye bu dört yılda uzun süredir aradığı reformların tamamına yakınını gerçekleştirebilir. Sorumluluk, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin omuzlarında. Yapılması gereken reformların hepsini şimdi saymayacağım, bugün bunlardan bence en önemlisi olan eğitim hakkında konuşmak istiyorum.

Sorunumuzun ne olduğu belli: Maalesef 12 yıllık zorunlu eğitim, olması gereken kalitede öğrenci yetiştiremiyor.
Kabaca, her yıl ilkokula başlayan 1 milyon öğrenciden sadece 100 bin kadarı 12 yıl sonra dünyadaki akranlarıyla yarışabilmelerine izin verecek seviyede bir eğitim alabiliyor. O 1 milyonun 250-300 bin kadarı, ‘Türkiye için iyi’ diyebileceğimiz bir seviyede mezun oluyor. Geri kalan 600-650 bin çocuğumuz ise bırakın dünyayla yarışmayı Türkiye’de bile yarışamayacakları seviyede bir eğitime ancak sahip olabiliyor.
Bu durumun yarattığı kalıcı eşitsizlikler bir yana, eğitimin çıktısı Türkiye’nin dünyayla rekabet edebilme şansını çok sınırlıyor.
‘Eğitimdeki eşitsizlik’ten kasıt tam olarak bu. O yüzden yapılması gereken, dünyayla rekabet edebileceğimiz eğitim seviyesini sadece 100 bin çocuğumuza değil en azından 800 bin çocuğumuza verebilmeliyiz. Ancak o zaman ‘Eşitlikçi eğitim’den söz edebiliriz.
Peki bunu nasıl yapacağız?
İlk yapmamız gereken şey, Milli Eğitim Bakanlığı’nın enerjisinin tamamını eğitimin içeriğine ve kalitesine vermesini sağlamak olmalı.

Yazının Devamını Oku

Önyargılarımızın esiri olmadan düşünmek

14 Kasım 2015
BİR adam düşünün, üniversitede yazdığı doktora tezi bir kez reddedilmiş, doğru dürüst iş bulamamış, bir yakınının torpiliyle patent bürosunda çalışabilmiş ancak.

Ve bu adam, oturduğu yerde önce ışığın davranışlarını anlattığı özel görelilik teorisini yazmış, yayınlamış. Ardından ilk teorisinin resmin tamamını göstermediğini fark edip daha büyük resme yönelmiş.

Bir nokta gelmiş, tıkanmış kalmış, çünkü matematik bilgisi yetersiz kalmış. Bir dostuna mektup yazıp yardım istemiş, ‘Beni kurtarmalısın’ demiş. Dostu, ona çalışması için bir geometri kitabı vermiş.


Ve o, o kitaptan öğrendikleriyle birlikte bütün evreni açıklayan büyük teorisini yazmış. Teorinin içerdiği denklemleri bugün aradan 100 yıl geçtikten sonra hâlâ keşfetmeye devam ediyor insanlık.


Evet, Albert Einstein’dan söz ediyorum. Ve onun genel görelilik teorisinden.


Yazının Devamını Oku

RTÜK bizi 90’lı yıllara geri ışınladı

12 Kasım 2015
BELKİ dikkatinizi çekti, belki çekmedi, dün Hürriyet’in birinci sayfasındaki bir haber, Türkiye’nin ifade özgürlüğü algısında nasıl da geriye gittiğinin son kanıtı niteliğindeydi.

Haber, Radyo Televizyon Üst Kurulu RTÜK’ün CNN Türk televizyonuna kestiği bir cezayla ilgili. RTÜK, bir programda bir katılımcının uzun uzun gerekçelendirerek ‘PKK bir terör örgütü değildir’ demiş olmasını cezalandırdı ve bizi birdenbire 90’lı yılların ilk yarısına ışınlamış oldu.

Oysa daha düne kadar TRT ekranında bile Abdullah Öcalan’ın adından başına bir sıfat ekleme mecburiyeti hissetmeden söz edilen bir ülkede yaşıyorduk; şimdi PKK’yı başına ‘Bölücü terör örgütü’ sıfatını eklemeden konuşamayacağımız günlere geri geldik.
Başa bir sıfat koymak veya koymamak çok mu önemli? Evet önemli. İsteyen istediği aşağılayıcı sıfatı koyar, onun bileceği iş ama o aşağılayıcı üslupla konuşmanın tartışmaya bir katkısı olamayacağını düşünen birinin artık o programlarda kendini rahat hissetmesi pek mümkün olamayacak. Zaten bu ceza yüzünden TV’ler de, öyle konuşma ihtimali olan kişileri canlı yayına falan çıkarmayacak.
Alın size özgür tartışma ortamı... Bırakın karşıt görüşü, tarafsız görüşün bile olmadığı ‘tartışma’ programları. Kendin çal kendin oyna tarzı propaganda.
Türkiye tabii durduk yerde 90’lı yıllara gerisin geri ışınlanmadı. PKK şiddetinden, ‘özyönetim savunması’ adı altında şehirlere, mahallelere kazılan hendeklerden, boşaltılan evlerden atılan kurşunlardan söz etmemiz gerek önce. Hemen ardından da meskûn mahallere giren tanklardan, toplardan, zırhlı personel taşıyıcılardan.
Yüksek şiddet ortamı, o şiddetin kökenlerini konuşmayı da engelliyor. Pek yakında ‘örgüt propagandası’ suçlamalarındaki patlama da açığa çıkar; ardı ardına insanlar, hatta gazeteciler hapse girer.
Ama yine de insan sormadan edemiyor: İfade özgürlüğü, o da olduğu kadarı, bu kadar kırılgan bir denge üzerinde mi yükselmişti ki, sadece beş ay içinde yılların çabası, mücadelesi berhava oldu, devletimiz bir anda ‘fabrika ayarları’na geri döndü?

Yazının Devamını Oku

Başkanlığı konuşmadan anayasa olur mu

10 Kasım 2015
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, 1 Kasım seçim gecesi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin balkonundan zafer konuşması yaparken, önümüzdeki dönem siyasi önceliklerinin başında yeni anayasa yapılmasını saydı.

Gerçekten de yeni anayasa AK Parti’nin son üç seçimdir temel vaadi. Bu vaat konusunda yalnız da değil parti, CHP’den MHP’ye ve HDP’ye kadar bütün partiler yeni anayasa istiyor. Bu istek yüzünden geçen parlamento döneminde Meclis’te bir anayasa uzlaşma komisyonu kuruldu, toplum bir süre yeni anayasa konusunda heyecana kapıldı ama komisyonda etraflı bir uzlaşma çıkmayınca çabalar da yarım kaldı.

Şimdi yeniden bir yeni anayasa için bir araya gelebilir mi partiler? Şüpheli. Kaldı ki 2011 sonrası uygulanan ve başarısız olan ‘uzlaşmayla karar alan eşit üyeli komisyon’ yönteminin yeniden canlandırılmasına AK Parti’nin taraftar olduğunu da sanmıyorum.
Eğer partilerimiz yeni anayasa konusunda bir ilke anlaşması içindeyse, en önce karar verilmesi gereken şey, öne beyaz bir sayfa çekilip baştan sona bir anayasa mı yapılacağı, yoksa mevcut anayasada kapsamlı değişiklik mi yapılacağı konusu olacak.
Ben sil baştan bir anayasa yapılabileceğini sanmayanlardanım; ama diyelim ki böyle bir uzlaşma ortamı doğdu, partilerimiz sil baştan anayasa yazmak için bir masanın etrafına oturdu...
O zaman, nasıl temel hak ve özgürlüklerden yargı bağımsızlığına kadar her şeyi yeni baştan konuşacaksak, kuvvetler ayrılığı düzenini de yeniden konuşacağız demektir.
Mevcut anayasanın yürütme organıyla ilgili temel sorunu, yürütme yetkisini türlü çeşitli kurumlar arasında paylaştırmış olmasından kaynaklanıyor. Yürütme üzerinde gerçek bir yargı ve yasama denetimi kurmak yerine zamanın anayasa yapıcıları yürütme gücünü parçalamayı uygun görmüş.
Bu yüzden ülkemizde vesayet eleştirileri var. Ülkenin seçilmiş yürütme organı olan Başbakan ve hükümet üzerinde anayasa kaynaklı vesayet sahibi kurumlarından biri de Cumhurbaşkanlığı.

Yazının Devamını Oku