Aşağı yukarı her yıl böyle artık: Üniversiteye girişin ilk basamağına katılan adayların ancak yarıdan biraz azı o yıl liseden mezun olacak kişiler. Gerisi, ya şansını bir kez daha denemek isteyenler ya da üniversitede okuduğu bölüm veya okuldan memnun olmayıp yeniden sınava girenler.
Sadece bu sayıdan bile bir ders çıkarmak mümkün: Üniversiteye yerleşenlerin okullarından memnuniyetini sağlamayı başarırsak, üniversite sınavına katılımı da (yani talebi de) azaltabiliriz.
Bilen biliyor, yıllardır tam da bu dönemlerde YGS sonuçlarını değerlendiren yazılar yazıyorum. Bu yazıların amacı YGS’yi irdelemekten çok, 12 yıllık ilk-orta-lise eğitiminin çıktısını analiz etmek. O yüzden de, sınav sonuçlarını hep o yıl liseden mezun olacakların elde ettiği başarı veya başarısızlık üzerinden okuyorum.
Bu yıl sınava birkaç ay sonra ‘lise mezunu’ olarak diploma alacak 912 bin 797 aday katıldı.
Ama bir anda Türkiye’de yüz binlerce insan birden bu durumun Türkiye’de hükümeti yerinden edebileceğine, hatta AK Parti’yi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı iktidardan indireceğine inanıyor, bununla ümitleniyor.
İşin tuhafı bu ümitlenenler arasında memleketin ana muhalefet partisinin lideri de var.
Oysa Zarrab’la ilgili Amerikalı savcının sahip olduğundan çok daha fazlasını içeren, üstelik son derece çekici ayrıntılarla (kol saatinden ayakkabı kutularına kadar) dolu bir dosya bundan iki yıl önce tam da yerel seçim öncesinde aynı muhalefet tarafından doyasıya kullanılmış; Türkiye’de dosyanın ayrıntılarını öğrenmeyen kalmamış.
Ama aynı toplumsal muhalefet hâlâ bu dosyadan siyasi sonuçlar alma ümidinde. (İşin hukuki boyutu ve bu davanın kapatılmış olması ayrı bir konu; ben bu davanın eninde sonunda mahkeme önüne çıkacağına inananlardanım.)
Tam olarak 23 Aralık 1971’de, Kongre’den geçen ‘Kanserle Savaş’ yasasını imzalayan Başkan Nixon, bütün dünyaya kanseri birkaç on yıl içinde yeneceklerini ilan etti.
Ama olmadı. Bu yasanın yürürlüğe girmesinden ve kanser araştırmaları için milyarlarca dolarlık araştırmadan tam 50 yıl sonra The New York Times gazetesi geniş bir araştırma haber yayınladı; haberlerin sonunda anladığımız şuydu: Kanserle savaşta 50 yıl önce neredeysek hâlâ oradaydık; herhangi bir anlamlı ilerleme kaydedilmemişti.
Bunun nedenini nasılını tıp tarihi yazacak; benim de bu konuda söyleyecek şeylerim var ama bu yazının konusu o değil.
YENİ BAKIŞ AÇILARI
Ama bu gündem yeterince çok insanın çenesini ve kalemini yoruyor zaten; ben biraz daha farklı bir konuya odaklanmak istiyorum izninizde iki gün boyunca.
1 MİLYAR DOLAR ÖDENEK ALDI
Geçen pazartesi günü, İstanbul’daki Sakıp Sabancı Müzesi’nin konferans salonu Seed’in (ki ‘tohum’ demek) önemli bir konuğu vardı; yıllardır çalışmakta olduğu San Diego’daki California Üniversitesi’nden izinli olarak pek yakında ABD’nin Oregon eyaletindeki Sağlık ve Bilim Üniversitesi’nde çalışmaya başlayacak olan Türkiyeli bir bilim insanı, Prof. Dr. Sadık Esener.
Prof. Esener, aslen bir mühendis, tıp doktoru değil. Ama bir süreden beri kanserle ilgili olarak çalışıyor. Oregon’da da 10 yılda 1 milyar dolarlık bir ödenek kazanan laboratuvarın başında kansere çare arayacak.
Gelin, ne olup bittiğinin üzerinden teker teker geçelim:
1. Zarrab’a Amerika’da yöneltilen suçlamalar (en azından şimdilik) Türkiye’de yöneltilen suçlamalarla aynı değil. Zarrab ve diğer iki sanık, İran’a yönelik Amerikan ambargosunu delmekle suçlanıyor. Türkiye’de böyle bir suç yok; o yüzden suçlamalar arasında da bu yoktu.
2. Türkiye’de Zarrab’a yönelik suçlamalar aslında çok ciddiydi ama bir yargılama yapılmadan bu suçlamalar ortadan kalktı. Hatırlayalım, temel suçlama bakanlara rüşvet vermekti.
3. İran’a yönelik ambargolar bugün birer birer kalkıyor ama zamanında bunlar üç kategoriydi. Birinci kategoriyi Amerika’nın tek taraflı olarak ve kendi başına koyduğu ambargolar oluşturuyordu. İkinci kategori, İran’ın nükleer programına başlaması sonrası Birleşmiş Milletler tarafından getirilenler oldu. Ve son olarak BM ile birlikte Avrupa Birliği’nin de bazı tek taraflı ambargoları oldu.
Derginin haberinden aktarıyorum: Reima Kuisla adlı bir Finli işadamı, saatte 90 kilometre hız limiti olan bir yolda 120’nin üzerinde giderken radara yakalanmış.
Polis gelmiş, ehliyetini ve ruhsatını almış Kuisla’nın, sonra bilgisayarını açmış polis ve ulusal gelir vergisi veri tabanına girmiş, işadamının yıllık gelirini öğrenmiş, ardından da ceza makbuzunu uzatmış. Makbuzda Türk Lirası’yla yaklaşık 160 bin lira yazıyormuş.
Dergiden bu uygulamayı öğrenince kendi çapımda biraz internet araştırması yaptım, bazı makaleler okudum, bir uzun tartışmayı izledim ve sistemi öğrendim. Sadece Finlandiya değil, Nordik ülkeleri Norveç, İsveç ve Danimarka’da da bu ceza sistemi uygulanıyor, Almanya ve Fransa’da da.
Sistem şöyle işliyor: Trafik suçu işleyen kişinin yıllık gelir vergisi beyannamesine bakılıyor, oradan onun bir günde kazandığını beyan ettiği para bulunuyor. Sonra da o suçun gerektirdiği bir çarpanla günlük kazancı çarpılıyor ve toplam ceza ortaya çıkıyor.
Finlandiya’da sistem, trafik suçu işleyenin kaç günlük gelirinden yoksun bırakılacağı üzerine kurulu. Yazının başındaki işadamının yıllık beyan edilmiş geliri 6.5 milyon Euro, yani yaklaşık 20 milyon liraymış. Ve polis onu 12 günlük geliriyle cezalandırmış.
Sadece trafik cezaları değil, basit hırsızlık ve borsa yolsuzluklarında da bu cezalandırma yöntemi uygulanıyormuş Finlandiya’da. Geçen yıl bir Nokia yöneticisi 300 bin TL’lik trafik cezası yemiş, bir başka zenginin yediği ceza 72 bin lira olmuş.
Bu korkunç katliam sonrası hepimiz terörize olmuşuz, sokağa çıkmamış, metroya, otobüse binmemişiz.
Daha dün İstanbul’da çocuğu okullarda olanlar arasında bir panik ki sormayın; Alman Konsolosluğu kapatılmış, Alman Lisesi eğitime ara vermiş. Gerekçe güvenlik.
Bugünlerde ülkemizin hali böyle.
Ama tam tersi manzaralar da var. Önceki gün Gaziantep’teydim. Suriye’deki iç savaştan en çok etkilenen üç ilimizden biri. Sokaklarında Suriyeli mültecilerin yaşadığı Gaziantep.
Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır, bakanlığının sekizincisini düzenlediği ‘Sivil Toplum Buluşmaları’ için kentteydi; ben de bu buluşmaları merak ettiğim için tanık olmak istedim.
Toplantı için 1200 kişilik dev bir salon ayrılmış. Ama Gaziantep’ten 2000 kişi, binin üzerinde sivil toplum örgütünü temsilen toplantıya gelmek üzere ‘Ben geliyorum’ demiş.
Salon tıklım tıklım. Gaziantep’teki her çeşit ama her çeşit sivil toplum örgütü orada. Fotoğraf Derneği de orada, Esnaf Sanatkâr Odası da, Sürücü Kursları Derneği de, Suriyeli mülteci kadınlara eğitim veren dernek de, başkaları da...
Elbette olacak; daha bir ay bile olmadı PKK yine bombalı araçla başkente saldıralı.
Bu saldırı sonrası özel güvenlik stratejileri izleneceği açıklandı. Ama PKK bir kez daha vurabildi.Mesele şu:
İlk Ankara saldırısı aslında hâlâ daha tam olarak çözülebilmiş değil.Çünkü, evet polis çok hızlı bir çalışmayla araç içinde kendini patlatan kişinin kimliğini saptadı; evet yine hızla aracın nereden çalındığı saptandı.
Ama aynı aracın çalındığı günden saldırı gününe kadar dakika dakika seyri ortaya çıkarılamadı.