Uzun süre, sadece bize ait diye avunduğumuz ‘Kürt sorunu’muz, artık düne göre çok daha karmaşık ve biraz da bizim sayemizde giderek daha da karmaşıklaşıyor, çünkü Amerika ve Rusya dahil çok sayıda uluslararası aktör de artık bu sorunun tarafı haline geldi.
Tabii hâlâ (veya henüz) Kürt sorununu iki parçada ele almak mümkün.
Birinci parçası, Türkiye vatandaşı olan Kürtlerin sorunları, onların eşitlik ve kimlikmücadelesi. Bu hâlâ (veya henüz) bizim iç sorunumuz; kendi kendimize çözmemiz gereken bir şey.
İkinci parça ise işin silah/terör/örgüt boyutu. İşte bu boyut, artık bizim kendi kendimize çözebileceğimiz bir boyut olmaktan çıkmaya başladı ve her geçen gün daha da çıkıyor.
Eğer yaptıysanız, söylediklerimi daha kolay anlayacaksınız: Bu adreste sizinle ilgili bilinmesi gereken her türlü bilgi var. SGK primlerinizin yatıp yatmadığından vergi ve trafik borçlarınıza, emlak vergilerinizi ödeyip ödemediğinizden hakkınızdaki mahkeme kararlarına, sağlık bilgilerinizden adresinize ve nüfus kayıt bilgilerinize kadar her şey...
Bunca bilginin tek bir çatı altında olması, bu web sitesiyle ilk karşılaştığım günden beri beni dehşete düşürüyor. Bu sitenin ve oradaki verilerimizin, yani her Türk vatandaşıyla bu ülkede kayıt altında olan yabancıların her türlü kişisel bilgilerin güvenliği, bence ülkemizin en büyük ulusal güvenlik konusu.
Ve Türkiye’de, hiçbir gazeteye manşet olmadı, hiçbir TV tartışma programına konu olmadı ama bu veriler çalındı. Evet, ulusal güvenliğimizin bana göre en önemli unsuru epeydir bilmediğimiz birilerinin elinde.
Daha da fenası, geçen hafta itibarıyla da artık bu veriler isteyen herkesin bilgisayarına indirebileceği bir formatta internete de yüklendi. Yakında bir aklıevvel bir web sitesi kurup bu bilgileri bütün dünyanın erişimine açarsa kimse şaşırmasın.
KİMLİK HIRSIZLIĞI PATLAMASI SEBEPSİZ DEĞİL
Terörle elbette mücadele edilecek. Bu mücadele uğruna da hepimiz türlü çeşitli fedakârlıklar yapacağız. Bu fedakârlıkların başında da maalesef kişisel özgürlüklerimiz ve hayat tarzlarımız geliyor.
Ancak şunu da bilmeliyiz: Terörle mücadelenin kaçınılmaz yöntemi güvenliğin arttırılmasıdır evet ama teröre karşı kullanabileceğimiz yegâne silah da bu değildir.
Terörü var eden sebepleri ortadan kaldıramadığımız, bunun için çaba göstermediğimiz sürece yapabileceğimiz en iyi şey, kendimizi savunmaya çalışmak için güvenlik önlemlerini arttırmak, yani kişisel özgürlüklerimizden parça parça vazgeçmek olabilir.
RİSKİ AZALTMAK
1852 yılında bu kilisenin çatısında çöküntüler olmuştu ve kiliseyi birlikte yöneten mezhepler onarım için aralarında anlaşamıyor; şehri yöneten Osmanlı ise durumu pek umursamıyordu.
Kilisenin onarılmayan çatısı bahanesi sonunda Osmanlı ile Rusya’yı Kırım Savaşı’na kadar götürdü. Bu savaşta Avrupa’nın iki büyük gücü, Birleşik Krallık ve Fransa, Rusya’yla değil Osmanlı ile ittifak yaptığı için savaşı Osmanlı’nın da içinde yer aldığı cephe kazandı.
Savaşın sonucu, Osmanlı’nın kaderini Batı Avrupa ile birleştirmesi oldu. Ama bu savaş aynı zamanda Osmanlı’nın mali iflasını daha da hızlandırdı.
Rusya ile Osmanlı’nın çok kanlı, savaşlarla dolu tarihinden sübjektif bir biçimde seçtiğim ilk sayfa bu. Türkiye ile Batı’nın çıkarlarının bir biçimde uyuştuğu ve dolayısıyla müttefik olup Rusya’ya karşı savaştığı ve Rusya’yı mağlup ettiği Kırım Savaşı yani.
AMA BİR DE 93 HARBİ VAR
Eminim zaman zaman denk geliyorsunuzdur; televizyonda mesela 10 yıl önceki bir maçın görüntülerini yayınladıkları zaman veya internette gezinirken eski bir TV görüntüsüne denk geldiğiniz zaman, görüntünün çözünürlüğünün, yani resim kalitesinin bozukluğu dikkatinizi çekiyordur.
Çekiyor ama şunu da düşünüyorsunuz:
Ben on yıl önce bu maçı canlı yayında, son model renkli televizyonumda izlemiştim ve o zaman görüntü bana kötü gelmemişti.
Bugün kötü geliyor, çünkü artık TV’lerimiz çok daha yüksek çözünürlüklü.Evreni gözleme tarihimiz de öyle. Babilliler gökyüzüne çıplak gözle bakıyorlar ve yıldızları haritalamaya çalışıyorlardı.
Türkiye’de herkes başka şeylerle meşgulken 2014 başından beri Dışişleri Bakanlığı, mesaisini Avrupa ile ilişkileri onarmaya ayırmıştı.
‘Avrupa ile aradaki dikenleri temizlemek’ adı verilen politikalar demetinin detaylarına yeniden girmeyeceğim ama Türkiye’nin geleceği doğru okuduğu geçen yazın ortalarından itibaren belli oldu ve kimse beklemezken Türkiye ile AB yeniden yakınlaşmaya başladı.
Geçen hafta, AB Bakanı Volkan Bozkır’la Paris ve Brüksel’deydim, önceki gün Başbakan Ahmet Davutoğlu ile Hollanda’nın başkenti Lahey’de bulundum.
Haftaya Davutoğlu Brüksel’e gidecek; bu hafta başında Almanya Başbakanı Angela Merkel Ankara’daydı.
Ama giderek ortaya daha fazla işaret çıktı; bizim burada ‘yerel’de yaşadığımız aslında bölgesel olan kavganın bir parçası ve insan kendini kavgaya fazla kaptırdıkça dünya gerçeğinden de kopmaya, daha doğrusu bütün dünyada yaşananları bu kavga gözlüğünden izlemeye fazlasıyla eğilimli.
Birkaç aydır Suriye’de yaşanan şey belli: Esad rejimi kendi uçaklarını uçuramaz hale gelince Rusya hava kuvvetleri devreye girdi ve belli bir strateji çerçevesinde askeri harekât yürütüyor. Harekâtın stratejisinin belkemiğini, Türkiye ve Ürdün üzerinden Suriyeli rejim muhalifi İslamcılara ulaşan ikmal yollarını kullanılamaz hale getirmek oluşturuyor.
Bu bombardımanlar sonunda elde edilen başarı, Esad rejimini Halep’i muhaliflerin elinden geri alabilir bir noktaya getirdi. Bazılarına bakacak olursanız Suriye’de rejim kazanıyor muhalifler kaybediyor diye halk sevinç içinde. Peki ama o zaman yeniden göç yollarına düzülen ve Türkiye sınırına yığılan yüz binler kim? Uzaylı herhalde.
TUNCER KILINÇ’IN KULAKLARI ÇINLASIN
Siyasi durumu boşverin, yüz binlerce insanın yaşamakta olduğu dram, ölümler, göçler belli ki kimsenin vicdanını kanatmıyor. Gelişmeleri sevinçle izleyenler var, bunu açıkça yazıp çiziyorlar zaten.
Beynimizin konuştuğu dil...
Geçen gün ünlü Amerikan popüler bilim dergisi The Scientific American’da aynı soruyu görünce (http://www.scientificamerican.com/article/deciphering-the-language/) bu konuda birkaç şey yazmak istedim.
Biz Türkçe konuşuyoruz; başkaları İngilizce, Fransızca, Almanca, Korece vs konuşuyor. Ama hepimiz biyolojik olarak aynı beyni kullanıyoruz.
Eğer bilgisayar diliyle söyleyecek olursak, konuştuğumuz dil, bizim beynimiz açısından bir ‘arayüz’.
Yani, bütün bilgisayarlar aslında 0 ve 1’lerden oluşan bir ‘makine dili’ne sahip. Ama biz bunların üstüne farklı ‘işletim sistemleri’ koyuyoruz; mesela Apple’ın, mesela Windows’un işletim sistemlerini. Onların üzerine de başka türlü
çeşitli arayüzler ekliyoruz, işte bu yazıyı şu an yazmakta olduğum Word programı gibi.
Gerek arayüz ve gerekse işletim sistemi, benimle bilgisayarın 0 ve 1’lerden oluşan ‘makine dili’ arasında tercümanlık yapıyor aslında.
Beynimizde de benzer bir durum var. Beynimizdeki 100 milyarı aşkın nöronun birbiriyle hangi dilde ve nasıl haberleştiğini kısmen biliyoruz; o nöronların ne olup da zaman zaman grup oluşturduklarını ve birer ‘işlemci’ gibi davrandıklarını vs bilmiyoruz.