Uzun uzun bu sıkışıklığın sebeplerini saymak yerine burada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iki başlılık sözünü hatırlatmak yeterli olacak.
Zamanında rahmetli Süleyman Demirel’in de sık sık hatırlattığı, siyaset biliminin kurucusu kabul edilen Britanyalı düşünür Thomas Hobbes’a ait meşhur sözdür, “Power is indivisible”. Yani, “Güç bölünemez”.
Halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı ile birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği iki başlılık, yani bir anlamda ‘güç bölünmesi’ maalesef bizim yönetim sistemimiz haline geldi.
ATATÜRK-İSMET PAŞA
“... the State’s duty of neutrality and impartiality is incompatible with any power on the State’s part to assess the legitimacy of religious beliefs or the ways in which those beliefs are expressed.”
Kabaca çevirmeye çalışayım: “Devletin, bir dini inancın meşruiyeti veya dışavurum biçimiyle (ibadet biçimiyle) ilgili güce sahip olması, devletin (inançlar karşısında) tarafsızlık ve nötr olma görevi ile uyumsuzdur.”
Kendi yaptığım kötü çeviriyi bir daha tercüme etmeliyim: Yani mahkeme diyor ki, laik devlet, dini inançlar karşısında nötr ve tarafsız olmalıdır; eğer devlet bir inancın gerçek inanç olup olmadığına veya onun ibadetinin nasıl yapılması gerektiğine karar vermeye kalkıyorsa, bu laiklikle çelişkilidir.
Türkiye’deki Alevilerin durumuna bakın.
İlgilendikçe de ilginç, bazılarının sonuçları çok ciddi miktarda insanın ölmesine veya kronik hastalıkların pençesinde kalmasına neden olan olaylarla karşılaştım.
Üstelik bu olaylar sadece bir hastane, birkaç hasta veya bir ülke on binlerce hastayla da ilgili değil.
Bu olaylar küresel etkileri olan, kendi ülkemiz dahil dünyanın dört bir yanında yaşayan yüz milyonlarca insanı ilgilendiren olaylar.
Modern tıbbın (ve bilimin) tarihinden seçtiğim bir vaka var ki, herhalde ucu hepimize dokundu.
Genişçe bir grup Alevi vatandaşımız tarafından 2005 yılında verilen bir dilekçeyle başlatılan bir hukuk mücadelesi, AİHM’nin bu önümüzdeki yıllar boyunca sık sık atıf yapacağımız kararıyla sona erdi. Mahkeme, Alevilerin Türkiye’de inanç özgürlüklerinin ihlal edildiğine ve inançları yüzünden ayrımcılığa uğradıklarına hükmetti.
Bu çok büyük ve kendisini ‘insan haklarına saygılı’ olarak adlandıran bir devlet açısından son derece utanç verici bir karar.
Nüfusumuzun yüzde 15-20 kadarını oluşturduğu hesaplanan bir inanç grubuna toplu olarak ayrımcılık yaptığımıza ve onların en temel haklarından biri olan inanç özgürlüğünü ihlal ettiğimize ilişkin bu yüksek mahkeme kararı, İsmail Kahraman’ın sözlerinden çok daha geniş bir tartışma ortamı bulabilmeliydi ülkemizde.
Ama yine de, benim ‘manasız’ ve ‘temelsiz’ bulduğum bizim laiklik tartışmamızın bence bir önemli kazanımı oldu; gerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve gerekse Başbakan Ahmet Davutoğlu, laikliğin ne olduğu ve onların laikliği nasıl anladığıyla ilgili çok önemli sözler söylediler.
Uzun süre Milli Görüş içinde Necmettin Erbakan’la siyaset yaptı; Refah Partisi’nin kurduğu hükümette Kültür Bakanı oldu. O dönem bale ve balerinlerle ilgili sözleriyle yarattığı tartışma bugünü aratmazdı.
Sonra siyasetten uzak kaldı ve nihayet bu dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi’nden milletvekili seçildi, partisi onu Meclis Başkanı da yaptı.
Şimdi o İsmail Kahraman, yeni hazırlanacak anayasada laiklik ilkesinin olmaması gerektiğini söylemiş.
Tabii çarşı karıştı.
4 Temmuz, 1776’da Amerika’daki kolonilerin Birleşik Krallık’tan bağımsızlıklarını ilan ettiği gündür. 14 Temmuz ise 1789’daki Fransız Devrimi’nin günü.
Bizim dört temel ulusal bayramımız var; bir değil.
Atatürk’ün Samsun’a çıktığı gün olan 19 Mayıs’ı Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı kabul edip kutluyoruz; 23 Nisan’ı Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü olması ve Kurtuluş Savaşı’na ulusal bir kimlik vermesi sebebiyle; 30 Ağustos’u Kurtuluş Savaşı’nın nihai büyük zaferinin yıldönümü olarak ve nihayet 29 Ekim’i Cumhuriyetimizin ilan edildiği gün olarak. (Erzurum ve Sivas kongrelerinin yıldönümleri de kutlanıyor ama daha sönük olarak.)
BAYRAMLAR HİYERARŞİSİ
Birkaç nedenle imkânsız.
Bunlardan birincisi, PKK ile Türkiye arasında günün birinde bir müzakere olacaksa, bu çok daha farklı bir zeminde olacak ve gri alanlara meydanı alabildiğine açan aracılara dayanmayacaktır.
Yani kamu görevlileri gitsin İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşsün, sonra Öcalan HDP’den gelen heyete bilgi versin, o heyet gidip Kandil’den cevap alsın ve tekrar İmralı’ya getirsin şeklindeki dolaylı müzakere yönteminin bir başarı ortaya çıkaramadığı, tam tersine ciddi gri alanlar yaratıp süreci bozduğu belli oldu.
Devlet, bundan sonra konuşacaksa kararı verecek ve uygulayacak olanla konuşacaktır; ‘karar’ları gerçekte ‘temenni’ olanlarla veya kararını uygulamayanlar/uygulatamayanlarla değil.
Hele hele 80’lerin, 90’ların derin karanlığını yaşadıktan, 2000’lerde görece özgürlüklerin tadına varmaya başladıktan sonra bugün yeniden başlayan ifade özgürlüğü sorunlarımızı görünce insan ister istemez umutsuzluğa kapılabiliyor.
Evet, Türkiye’de ifade özgürlüğü sarkacı bir kez daha özgürlüklerin kısıtlanması yönünde hareket ediyor. Mahkemelerimiz bir kez daha esen rüzgarlara eşlik ediyor, bazen gerekçe aramaya bile ihtiyaç duymadan insanları hapse atabiliyor.
İşte o malum bildiriye imza atan kimi akademisyenlerin durumu.
Mahkeme, onları yaptıkları bir şey yüzünden değil, yapmadıkları bir şey yüzünden tutukladı.