YARGITAY Başsavcısı’nın AKP’nin kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvurunun ve bu başvurunun kabulünün AB siyasi çevreleri ile medyasında eleştirilmesi, hatta Olli Rehn’in müzekere sürecinin kesilebileceğini ifade etmesi, bizde büyük tepkiyle karşılandı.
Avrupa küstahlıkla itham edildi, "AB işimize karışmasın" dendi. İyi de Avrupa’ya ateş püskürenler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Refah Partisi’nin kapatılmasını ve türbanın üniversitelerde yasaklanmasını onaylayan kararlarını sürekli dermeyan etmekten de geri kalmıyorlar.
AB’nin bu sefer değişik bir tutum içinde olmasını duygusallığa kendimizi kaptırmadan irdelemeliyiz. AB AKP’nin kapatılmasını Avrupa hukuk devleti kavramı ile uyumlu bulmuyor, Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu’nun saptadığı kıstaslara uygun olarak ancak şiddetle mevcut anayasal sistemi değiştirmeye girişen veya şiddeti savunan partilerin kapatılabileceği görüşünü savunuyor.
* * *
Avrupa medyası kapatma davasının bir "yargı darbesi" teşebbüsü teşkil ettiği görüşünü bile benimsiyor. %47 oy ile iktidara gelen bir partinin mahkeme kararı ile kapatılması olasılığını Avrupa’da ve ABD’de yadırgamayan yok.
Olli Rehn’e yönelik tepkilerin biri de AB’nin çifte standart uyguladığı savıdan kaynaklanıyor. 2000 yılında Avusturya’da Jörg Haider’in lideri bulunduğu aşırı milliyetçi "Özgürlük" partisinin seçimleri kazanmasından sonra, AB’nin, bu partinin hükümet koalisyonuna katılmasını önlemek amacı ile yaptırım uyguladığı ve hatta Haider’in başbakanlığını önlediği inancı var.
Olay tabii böyle cereyan etmedi. Jörg Haider’in başbakan olması değil, "Halk partisi" ile koalisyona katılması söz konusu idi. AB bir üye devlete karşı kolektif önlemler uygulayamazdı, fakat üye ülkeler münferiden Avusturya’ya karşı tepkilerini diplomatik jestler ve boykotlarla gösterdiler.
Sonuçta Jörg Haider hükümete şahsen katılmaktan vazgeçti, fakat partisi koalisyon ortağı olarak kaldı. Tabii Jörg Haider ve partisi konusunda AB ülkeleri arasında ortak menfi bir görüş vardı. AKP için böyle bir durum mevcut değil. Haider demokrasi için bir tehdit sayılıyordu. Dini yaklaşımları ve dürtüleri tasvip edilmese bile AKP’nin demokrasi için bir tehdit oluşturduğu algılaması mevcut değil.
Meselenin hukuki ve siyasi yönü bir tarafa, içinde bulunduğumuz krizden nasıl çıkacağımız üzerinde durmak gerekir. Söz konusu olan yalnızca AKP’nin kapatılması değil, fakat Başbakan’ın, bazı bakanların ve çok sayıda milletvekilinin, hatta Cumhurbaşkanı’nın beş yıl süreyle siyasi faaliyetlerden men edilmesidir.
Anayasa Mahkemesi Yargıtay Başsavcısı’nın talebine uygun bir karara varırsa ülke yönetiminin mefluç hale geleceği ve bunun çok kapsamlı ve uzun süreli siyasi ve ekonomik yansımaları olacağı aşikárdır.
Profesör Mümtaz Soysal geçen salı NTV’de bu yolda bir gelişmenin "çok büyük bir felaket" olacağını sanmadığını" söyledi. Felaket olacak da boyutu belli değil! Ferahlatıcı bir öngörü sayılmaz.
* * *
Son günlerdeki uzlaşıcı yaklaşımlara rağmen, AKP’nin Anayasa Mahkemesi’nin olası bir kararını önlemek amacı ile Anayasa’yı değiştirmeye teşebbüs etmekten ve referanduma başvurmaktan tamamen vazgeçtiği söylenemez.
AKP böyle bir girişimde bulunduğu takdirde ise bölünme ve kutuplaşma daha da tehlikeli bir düzeye gelir. Yargı ile Yürütme arasında sürekli çatışma bütün sistemin meşruiyetini çökertir. Demokrasi imkánsız hale gelir. Türkiye artık kendisini yönetemiyor diyenlar haklı çıkarlar.
Demokrasi tarihimizin, askeri müdahaleler dahil, en kritik bir devresine giriyoruz. Askeri müdahale yıllarında hiç değilse ülke yine bir yönetime sahipti. Şimdi uzun bir belirsizlik ve dalgalanma süresi, arkasından da kaos tehlikesi ile karşı karşıyayız. Yargı da AKP de büyük bir tarihi sorumlulık altında.