GEÇEN hafta Sabancı Üniversitesi'nde adı ‘‘İstanbul Politikalar Merkezi’’ olan yeni bir Düşünce Merkezi'nin kurulması ile ilgili bir toplantı yapıldı.
Bu vesile ile Rektör Tosun Terzioğlu ancak üç yıllık bir geçmişi olan bu genç üniversitenin yapısı ve programları hakkında izahat verdi. Söyledikleri arasında özellikle dikkatimi çeken bir noktaya temas etmek istiyorum. Üniversiteye yeni giren öğrencilere hazırlık sınıfında yoğun İngilizce dersleri yanında haftada iki saat Türkçe dersi de veriliyormuş. Rektör kendi lisanını iyi bilmeyenlerin yabancı lisanları da öğrenmekte zorlandıklarını gözledikleri için bu yola başvurduklarını anlattı.
Vakıf üniversitelerinin çoğunda öğretimin geniş ölçüde İngilizce yapılmasının amacı, öğrencilerin küreselleşme devrine uyum sağlayabilmeleridir. Bugün artık İngilizce'nin egemenliği tartışılmaz hale geldi. Buna en fazla direnç gösteren Fransa bile havlu atmış durumda. Hele bilim alanında İngilizce dışında bir dilde yayın yapmak imkánı kalmadı. Bir Fransız bilgini bu gerçeği şu şekilde ifade etmiş: ‘‘Ya İngilizce yazacaksınız veya Fransızca batacaksınız.’’ Ne var ki, Rektör Terzioğlu'nun vurguladığı gibi ana dilde yetersizlik öğrenme kapasitesini ve düşünce işlevini ister istemez menfi etkiliyor. Ünlü Alman filozofu Heidegger'in şu sözü ne kadar doğru ve veciz: ‘‘Dil düşüncenin evidir.’’ Yetersiz bir dil bilgisi muhakeme gücünü kısıtlar ve bu yüzden nüanslar kaybolur, kavramlaştırma kabiliyeti gelişemez, basma kalıp sloganların ve dogmatizmin cazibesi artar.
Türkiye'de dil konusunda yıllardan beri bilinçsiz bir şekilde hareket edildiği de açıktır. Genç kuşak 30-40 yıl öncesinin gazetelerini sıkıntı çekmeden okuyamıyor. Böyle bir kopukluğa özgün kültürü olan diğer ülkelerde rastlamak mümkün değildir. Türkçe'de sözcük sayısının azlığı, eski sözcükler terk edilirken konuşma diline yerleşebilecek nitelikte yenilerinin üretilememesi bir başka eksikliktir. Yabancı dilden çevirilerin kalitesi genellikle çok kötüdür. Bu sorunlar mevcut iken, Milli Eğitim Bakanı'na atfedilen Divan Edebiyatı öğretimini ikinci plana atmak tasavvuru kültürel fakirliği artırmaktan ve kültürel kimliği sığlaştırmaktan başka sonuç vermez.
Üniversiteye girişte öğrencilerin karşılaştıkları güçlükler geniş ölçüde orta öğretimdeki çarpıklıklardan kaynaklanıyor. Liselerin son sınıfları artık fiilen mevcut değil, öğrenciler o yılı ÖSYM travması içinde dershanelerde geçiriyorlar. Bu çarpıklığa çare olarak liselere bir sınıf daha eklenmesi ve bakalorya sistemine geçilmesi üzerinde duruluyormuş. Bu projeyi bir an önce hayata geçirmekte yarar var. Yabancı dil bilgisine gelince, önümüzdeki yıllarda daha fazla sıkıntı çekilecek, çünkü lisanın geleneksel olarak en iyi öğretildiği yabancı okullar dolaylı olarak sekiz yıllık eğitim sisteminin kurbanı oldular. Eskiden bu okullar 3 yıllık ilkokul mezunlarını alır, bir iki yıllık hazırlık aşamasından sonra 6'ncı sınıftan itibaren öğretimin bir kısmını yabancı dilde yaparlardı. Şimdi ise ancak 9'uncu sınıfa öğrenci alabiliyorlar ve dolayısıyla öğrenciler iyi lisan öğrenme yaşını aşmış oluyorlar. Buna kısmen bir çare olarak bu okulların eski mezunları kurdukları vakıflar bünyesinde özel ilkokullar açtılar. Bu girişimlerinde de inanılmaz bürokratik engellemelerle karşılaştılar.
Eğitim sisteminin ilkokul, ortaokul, meslek okulları, eğitim fakülteleri ve üniversite düzeyindeki zaafları Türkiye'nin ‘‘insani gelişme’’ kıstası açısından 85'inci sırada olmasının başlıca nedenleri arasındadır. Küreselleşme çağında ekonomi ve sosyal gelişme için en verimli yatırımın insana yapılan yatırım olduğu gerçeği henüz ülkemizde çok iyi anlaşılmış değil. Yeknesak ve sığ bir kültürü tercih eden zihniyet daha yıkılmadı. Ulusal kaynakların tahsisinde eğitime ayrılan pay, bırakın gelişmiş ülkeleri, fakat birçok gelişme yolundaki ülkelerden bile düşük. Yaz boz tahtası şeklinde politikalar devam ediyor. Türkiye için çok kritik olacak 2002-2003 yıllarında eğitim sorununun bütün boyutları ile ivedilikle ele alınması gerekir.