TÜRKİYE'nin uluslararası ilişkilerinde son zamanlarda olumlu gelişmeler gördük. Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) konusunda bir uzlaşmaya varıldı.
Kıbrıs'ta müzakere sürecini canlandıracak bir zirve gerçekleşti. Diğer etkenler yanında bu iki gelişmenin de katkısı ile AB'ye üyelik süreci bir ölçüde ivme kazandı.
Ancak Türk politikasının etkinliğine set çeken eğilimler yine devam ediyor. Dış politikada şeffaflık çok az. Kamuoyu tam aydınlatılmıyor. Örneğin, AGSP konusunda Başbakan Ecevit bütün istediklerimizi elde ettiğimizi söylüyor. Gerçek pek öyle değil, Türkiye de pozisyonunda geriledi ve iyi etti, başka türlü uzlaşma olmazdı. Dış politika üslubunun bir başka özelliği medyatik etki için açıklanan ve sonucu gelmeyen atılımlar. Mesela Afganistan liderleri ortak bir hükümet kurmak için Türkiye'de toplanacaklardı, olmadı. Bonn'da toplandılar. AB ve İslam Konferansı Örgütü temsilcileri İstanbul'da bir araya geleceklerdi, arkası gelmedi. Arafat ile Şaron'u yine Türkiye'de buluşturmaya kalkıştık, zaten mümkün değildi. Afganistan ve Ortadoğu politikamızda imkánlarımızın ötesinde iddialar durmadan tekrarlanıyor. Irak politikamızda bir hayli çelişki var.
Yine dış politikada söylemle eylem arasında aykırılık göze batıyor. Bu çelişki özellikle Kıbrıs konusunda belirgin. Başbakan sanki 4 Aralık'ta Cumhurbaşkanı Denktaş ile Klerides bir araya gelerek müzakere sürecini yeniden başlatmaya karar vermemişler gibi, ‘‘Kıbrıs meselesi zaten çözümlenmiştir’’ teranesinden kendini kurtaramıyor. Denktaş ise Klerides ile bir barışma havası içinde buluşuyor, bütün dünyada bir iyimserlik rüzgárı estiriyor, büyük uluslararası destek görüyor, arkasından Türkiye'ye geldiği zaman ‘‘Korkarım Kıbrıs Girit gibi gidecek’’ diyerek karamsar bir tablo çiziveriyor. Kıbrıs'ın Girit'ten de önce 1878'de kaybedildiği unutulmamalıdır. Osmanlı Devleti daha sonra Makedonya gibi Girit'ten de daha önemli yerleri kaybetti. O devir kapandığı içindir ki Türkiye Cumhuriyeti 1974 müdahalesini yaparak Ada'daki kuvvet denklemini kökünden değiştirebildi. Kıbrıs konusunda referans artık müdahalenin yarattığı fiili durumdur. Buradan hareketle bir uzlaşma söz konusudur. Müzakerelerin çetin olacağını da herkes biliyor ve bu alanda Denktaş'ın engin deneyimine ve emsalsiz müzakere yeteneğine güveniyor.
Peki, Kıbrıs'ta kabul edilebilir bir çözümün parametreleri nelerdir? Herhalde bunları saptamak için Ankara ile Lefkoşa arasında yoğun danışmalar yapılmaktadır. Türkiye'deki düşünce merkezleri de çözüm modelleri üzerinde çalışmaktan geri kalmıyorlar. Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı'na (OBİV) bağlı Dış Politika Grubu'nun geçen hafta dağıttığı bir belge dikkat çekicidir. Bu grubun üyeleri arasında üç eski bakan, biri kuvvet komutanlığı yapmış üç emekli orgeneral, bir emekli amiral ve ikisi Kıbrıs'ta görev yapmış beş emekli büyükelçi var. Yaptıkları çalışmanın ayrıntılarını bu köşede ele alma imkánı yok. Fakat üzerinde durdukları iki noktayı nakletmek isterim. Bunlardan birincisi Kıbrıs Türklerinin self-determinasyon hakkıdır. Bu hak bir yandan varılacak çözümün Türk halkına referandumla sunulmasını, diğer yandan on yıl sonra koşullar gerektirirse ortak devlet yapısından ayrılmak seçeneğinin ona tanınmasını gerektirir. İkincisi ise müzakereler olumlu sonuç verdiği takdirde Kıbrıs'ın AB'ye katılması ile AB ile Türkiye arasında üyelik müzakerelerine başlanmasının eş zamanlı olmasıdır.
Evet, Kıbrıs meselesinde söylemle kaybedecek vaktimiz yok. Dışişleri Bakanı Başbakan'ın Washington ziyareti ile ilgili olarak Kıbrıs hakkında ‘‘ABD'nin ezberini bozacağız’’ demiş. Dostça bir ziyarete ilginç bir yaklaşım. Etkileyici bir iddia. Ben hálá kendi ezberimizi de biraz bozsak fena olmaz diye düşünüyorum.