AKP hükümetinin davranışları ve tepkileri bazen şaşırtıcı, hatta ürkütücü oluyor.2002 sonunda iktidara geldiğinde Irak krizinin ve Kıbrıs’ta çözüm arayışının en kritik devrinde de hatalar yapılmış ve bir daha geri gelmeyecek fırsatlar kaçırılmıştı. Fakat o tarihte hükümetin karar almadaki zaafı bir ölçüde tecrübesizliğiyle izah edilebilirdi.Nitekim başbakanlığı Tayyip Erdoğan devraldıktan sonra, zaman zaman hedeften sapmalar görülmekle beraber başarılı, akılcı ve dinamik bir AB ve Kıbrıs politikası yürütüldü. Son gelişmeler ve Başbakan’ın anlaşılması güç sert tepkileri ve söylemleri ise şimdi zihinleri bulandırıyor.***AB’yi ele alalım. 17 Aralık 2004’te AB Konseyi’nin, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin Ekim 2005’te başlaması konusunda aldığı karar Türkiye’nin Avrupa serüveninin en önemli bir dönüm noktasıydı. Hemen arkasından bu kararın gerektirdiği çalışmalarda bir duraklama devresine girdiğimiz izlenimine ister istemez kapıldık.Yaklaşan müzakereler için ihtiyaç duyulan yapılanma bir türlü gerçekleşmedi. Başmüzakereci tayini daha sonra ele alınabilecek bir mesele olarak görüldü. Oysa bu tayin, yapılanmayla sıkı sıkıya irtibatlı. Müzakerelerin siyasi sorumluların gözetimi altında bulunması doğalsa da müzakerecinin nitelikleri konusunda gerçekleri görmek lazım.Fiilen müzakereleri yürütebilecek heyetin başkanlığının gerektirdiği niteliklere sahip bir kimse, AKP siyasi kadrolarında pek yok. Böyle politikacılar ancak CHP’de var. Dolayısıyla hükümet bir an önce AB tecrübesi olan bir diplomatı seçmeli ve onun ekime kadar Ankara’da bütün ilgili bakanlıklar ve kurumlar ile yoğun çalışmalara başlamasını sağlamalıdır.Diğer taraftan müzakere süreci prensipte yalnızca AB müktesebatını kapsayacaksa da siyasi ve hukuki reformlarla, hatta dış politikayla ilgili paralel bir diyalog devam edecek. Bu alanda bir ilerleme yok, aksine gerileme izlenimi veren gelişmeler gözlemleniyor. 6 Mart’taki gösterilerde polisin ölçüsüz şiddet kullanması şu sırada Türkiye üzerinde odaklanmış bulunan AB kamuoyunda büyük tepkiye yol açtı.AB ile zaten sorunlarımız artıyor. Ankara Antlaşması’nın yeni on üyeye teşmilinin Güney Kıbrıs’ı tanıma anlamına gelmeyeceğinin bizim istediğimiz gibi yazılı olarak belirtilmesi o kadar kolay olmayacak. NATO ve AB arasındaki askeri işbirliğine Güney Kıbrıs’ın katılması konusu hem AB üyeleri hem de NATO müttefiklerimizle gerginlik yaratabilecek. Bu işbirliğini bloke etmemiz olasılığı endişe doğuruyor.***Ortadoğu’ya bakacak olursak orada da politikamızın tereddütler uyandırdığını görürüz. Bütün dünya Irak seçimlerini alkışlarken biz seçimlerin meşruiyetini sorguladık. Şii ve Kürt listelerinden seçimleri kazanan Türkmenlerin sayısı. büyük destek verdiğimiz Irak Türkmen Cephesi’nden seçilenlerden daha fazla.BM Güvenlik Konseyi kararına rağmen Suriye’nin Lübnan’dan askerleri ve istihbarat ajanlarını çekmesi çağrılarına pek katılmadık. İslam konferansı Örgütü’nün rolünü abarttık. Dış politika söylemlerimizde zaman zaman dinsel dürtülerin ağır bastığı izlenimini yarattık.Önceliklerimizi biraz şaşırdık. Dışişleri Bakanı 17 Aralık’tan sonra diğer önceliklere kısmen döndüğümüzü söylemedi mi? Bir Afrika sevdasına kapıldık.Bütün bu dağınıklığın gerisinde galiba AKP teorisyenlerinin geliştirdiği ‘merkez ülke’, ’çokboyutlu politika’, ’ritmik dış politika’ gibi nazariyeler de rol oynuyor. Merkez ülke teorisi kendimizi dev aynasında görmekten başka bir şey değil. Çokboyutlu dış politika iyi bir prensip; fakat önceliklerin saptanmasına ve uygulanmasına engel olmamalı.Ritmik dış politikanın ne olduğunu bilmiyorum; fakat bugün dış politikamız ‘aritmi’ye yakalanmışa benziyor. Diplomasimizi iç kamuoyumuza yönelik bir retorik sanatına indirgemeyelim.