IRAK Savaşı’nın etkileri ve bu yılki şiddetli kış, petrol ve gaz kaynaklarına sahip olanlar dışındaki hemen bütün ülkelerde enerji güvenliği sorununu gündemin başına yerleştirdi.
Başkan Bush’un 1 Şubat’taki "Birliğin Durumu" konuşmasında ABD’nin ithal petrole bağımlılığından artık geniş ölçüde kurtulması gerektiğini vurgulaması, bu açıdan özellikle dikkat çekicidir.
Çünkü Irak Savaşı’nın asıl nedeninin petrol kaynaklarını kontrol altına almak olduğunu iddia edenler hálá var. Oysa Irak Savaşı, petrol fiyatlarını yükseltmekten, petrol üretilen bölgelerde siyasi istikrarı zedelemekten, İran’ın ekonomik ve politik gücünü artırmaktan, Rusya’yı bir süper enerji gücü haline getirmekten başka bir sonuç vermedi.
ABD şimdi hem yerli petrol ve gaz üretimini artırmaya, hem daha temiz, daha ucuz, daha güvenilir alternatif enerji kaynakları geliştirmeye yöneliyor. Fakat bu hedefe varmak da o kadar kolay olmayacak. Rüzgárdan, geo-termal kaynaklardan ve güneşten sağlanan yenilenebilir enerji, tüketimin ancak yüzde 6’sını karşılayabiliyor. Mısırdan veya otlardan elde edilecek etanol üzerinde duruluyor; fakat bu yakıtın üretim maliyeti yüksek.
***
Türkiye’ye gelince; su kaynakları hariç, enerji üretiminde kullanılabilecek kaynakları fakir. Zengin kömür yataklarından çok söz ediliyor; fakat kömürle işlemek üzere inşa edilmiş bir santral halen çalışmıyor. Yerli kömür yanında ithal kömür kullanılıyor.
Türkiye’deki kömürlerin sera gazı emisyonları azaltılarak santrallarda kullanılmasını sağlayacak teknoloji hem daha mevcut değil, hem de bu teknoloji geliştirilse bile maliyeti çok yüksek olacak. Hidroelektrik santralların randımanları hava koşullarına bağlı. Üstelik bu santrallar çevre dostu olmaktan uzaklar.
Yenilenebilir kaynakları mutlaka daha fazla kullanmak lazım; ancak bu kaynakların toplam enerji gereksiniminin yüzde 10’undan fazlasını karşılayabilmesi olası görünmüyor.
***
Bütün bu unsurlar göz önünde tutulduğunda, son 15 yıl içinde ithal gaza bağımlılığımızın gittikçe artmasının nedeni daha iyi anlaşılır. Gaz anlaşmalarında hatalar yapıldığı doğrudur; fakat gazın bir yandan şehirlerimizin hava kirliliğini önemli ölçüde azalttığı, diğer yandan elektrik üretimindeki açığın süratle kapatılmasına hizmet ettiği unutulmamalıdır.
Evet, bugün, yükümlülüklerini her koşul altında yerine getireceklerine pek güvenmediğimiz Rusya ve İran’a bağımlılığımızdan rahatsızız; fakat Azerbaycan’ın Şahdeniz bölgesinden gaz gelmeye başlayınca ve inşasında geç kaldığımız depolar tamamlanınca bir hayli ferahlayacağız.
Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında bir enerji nakil merkezi olması ve Türkmenistan gazının Hazar Denizi’nin altından Azerbaycan’a, oradan Türkiye’ye akması sağlanırsa gaz ikmalinde olası sıkıntılar tamamen önlenebilecektir.
***
Uzun vadede enerji güvenliğinin en sağlam garantisini nükleer santralların teşkil edeceğine artık kuşku yok. Bu konudaki ideolojik mukavemet çarnaçar geçersiz kalıyor. Global enerji talebi önümüzdeki 25 yılda yüzde 60 oranında artacaktır ve bu açığın kapatılmasında nükleer enerjinin kritik bir unsur olduğu bilinci gittikçe kuvvetleniyor.
Dördüncü kuşak nükleer santrallar eskisine oranla çok daha güvenli. Üstelik bunların karbon emisyonu hemen hiç yok gibi. Nükleer yakıtların sağlanması zor değil. Nükleer atıkların tehlike yaratmasını önleyecek teknikler de geliştirilmiş bulunuyor.
Kaldı ki nükleer teknolojinin ulusal güvenlikle ilişkisi bölgemizdeki son gelişmelerle iyice kanıtlandı. Vakit geçirmeden nükleer santrallar inşasına en büyük öncelik verilmelidir. Daha fazla gecikmek, çok boyutlu bir güvenlik tehlikesine karşı ülkeyi zayıf bırakır.