7 Ağustos 2007
ASYA’daki stratejik dengeler gittikçe daha belirginleşiyor. Çin, Japonya ve Hindistan, kıtanın stratejik rakipleri durumunda. Çin ve Hindistan’ın nükleer silahları var. Japonya da bu silahları süratle üretecek teknolojik kapasiteye sahip, fakat İkinci Dünya Savaşı’nda kendisi nükleer saldırıya uğradığı için nükleer bir güç olmayı aklından geçirmediğini tekrar edip duruyor. Tabii Asya’dan söz ederken Ural’lardan Pasifik’e kadar kıtada toprağı bulunan Rusya’yı unutmak mümkün değil. Rusya bugün Kuzey Kutbu üzerinde egemenlik iddia edecek kadar güç gösterisinde bulunuyorsa da Amerika ile ileride küresel düzeyde boy ölçüşebilecek tek ülkenin Çin olacağını teslim ediyor.
* * *
Peki, bugün dünyanın üçüncü ekonomisi sayılan Çin, ABD ile kıyaslanınca ortaya nasıl bir tablo çıkıyor? 2006 yılında ABD’nin GSYH’si 13.3 trilyon dolardı. Çin’inki 2.7 trilyon. Fert başına düşen GSYH, ABD için 42 bin dolar, Çin için 2 bin 100 dolar. Çin’in son yıllarda çok süratli büyümesine karşın ABD ile arasındaki fark kolay kolay kapanacağa benzemiyor. Çevre sorunları da sınırlayıcı bir faktör olabilir.
Çin’in milli hasılasının yüzde 70’inin ticaretten kaynaklanması da bir özelliğini oluşturuyor. Çin’in ihracatı 970 milyar dolar, ithalatı 793 milyar dolar, ABD’nin ihracat ve ithalat rakamlarına yakın. Fakat Çin yavaş yavaş sadece ihracat için üreten bir dev atölye olmaktan çıkıyor. 1.3 trilyon dolar seviyesindeki döviz rezervlerini ABD Hazine bonolarına yatırmakla yetinmiyor, enerji güvenliği için Afrika ülkelerinde yatırımlara giriştiği gibi, uluslararası şirketler ve bankalarla ortaklık kuruyor.
Çin, askeri alanda da büyük hamle içinde. Şimdiye kadar silahlarını daha çok Rusya’dan temin ediyordu. Bundan sonra uçaklarını kendisi imal etmek gayreti içinde. Uçak gemisi inşasına da çaba harcıyor. Ayrıca ordusunun profesyonel eğitim seviyesini son yıllarda bir hayli yükseltti. Savunma bütçesi mütevazı sayılır, 45 milyar dolar kadar (ABD’ninki 500 milyar dolar). Önümüzdeki yıllarda Çin’in askeri gücünün, Tayvan’ı ilhaka kalkıştığı takdirde, bir Amerika müdahalesini zora sokacak düzeyde olması beklenebilir.
Çin, komünist rejimini ekonomide kapitalizmle ahenkleştirerek büyürken Hindistan demokratik sistem içinde gelişiyor. Onun da bağlantısız ülkelerin liderliği gibi politik ihtirasları yok değil, fakat sınır ihtilafına ek olarak rekabet halinde bulunduğu Çin’i dengelemek başlıca kaygılarından biri. Hindistan’ın 1998’de kendisini bir nükleer güç ilan etmesi geniş ölçüde bu endişeden kaynaklanıyordu.
Çin ile aşağı yukarı aynı nüfusa sahip olan Hindistan, GSYH bakımından Çin’in gerisinde kalıyor (2006’da 900 milyar dolar). Fert başına GSYH 800 dolar. İhracat ve ithalat rakamları Çin’inkilerin yarısı kadar. Savunma bütçesi de Çin’e kıyasen aynı oranda daha küçük (21 milyar dolar). Hindistan dış politikasında yakın zamanların en önemli gelişme, ABD ile bir nükleer işbirliği anlaşması imzalaması oldu.
Hindistan, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na (NSYÖA) taraf olmadığından ABD’nin bu işbirliği anlaşmasıyla NSYÖA’yı ihlal ettiği ve nükleer güç geliştirmemeleri için üzerinde baskı yaptığı ülkelere karşı inandırıcılığını çok zayıflattığı bir gerçek. Ne var ki ABD stratejik ortaklık diye nitelendirdiği Hindistan ile anlaşmasını Asya’daki denklemin vazgeçilmez bir öğesi telakki ediyor.
* * *
Asya’daki oluşumların ne yönde gelişeceğini bu aşamada öngörmek kolay değil. Ortadoğu’da olduğu gibi bir çatışma ortamına sürüklenilmesi ihtimali çok kuvvetli sayılmaz. Japonya daima ihtiyatla hareket eden bir ülke. Çin hep uzun vadeli vizyon içinde.
Hindistan’da güçlü ve yetenekli bir politik elit mevcut. Asıl tehlike odakları Afganistan’da, Pakistan’da ve belki de henüz politik sistemleri yerine oturmamış Orta Asya ülkelerinde.
Türkiye açısından ise Asya dengelerinde AB ve ABD’ye alternatifler aramak bugünkü koşullarda pek mantıklı gözükmüyor.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2007
TÜRKİYE seçim sonrasında iç sorunlarına dalmışken Ortadoğu’da karanlık ve karmakarışık bir tablo mevcut. ABD hatalarını yeni yeni hatalarla telafi peşinde koşuyor dersek galiba pek yanılmış olmayız. Alın İsrail-Filistin ihtilafını. Washington, şimdi Filistinlilerin ikiye bölündükleri bir zamanda çözüm görüşmelerine yeni bir ivme vermek ve bu maksatla barış görüşmeleri başlatmak peşinde. Gerçekçi olarak böyle bir girişimin hiçbir şansı yok.
Zaten Filistinlilerin bölünmesinden kim sorumlu? ABD ve İsrail. El Fetih’i silahlandırarak onun HAMAS’ı tasfiye etmesine destek verdiler, bunun üzerine de HAMAS mukabil bir darbe ile Gazze’de yönetimi ele geçirdi. Gazze’de bugün halk inanılmaz mahrumiyetlere katlanarak yaşamaya çalışırken bütün yardımlar El Fetih’e gidiyor. Kaldı ki ABD bir çözümün unsurları hakkındaki görüşünü somut olarak ortaya koymuş değil.
İki devlet formülü destekleniyor, fakat sınırlar, Kudüs’ün statüsü, mülteciler gibi konulara hiçbir açıklık getirilmiyor. ABD ve İsrail’in Batı yakasının ancak % 50’sini Filistinlilere bırakmak amacında oldukları kuşkusu boşuna değil.
* *Ê *
Filistin meselesinin çözümü uzun yıllar bölgenin barış ve istikrarının anahtarı sayıldı. Bugün ise koşullar çok farklı. Filistin meselesi halledilse bile Irak savaşının feci sonuçları ve -doğru veya yanlış- İran’ın büyük bir tehdit teşkil ettiği algılamasının yansımaları devam edecek.
Başkan Bush’un kuvvet takviyesi ile Irak’ta güvenlik sorununa çare bulmak planı başarılı olamadı. İngilizler Basra’dan çekiliyorlar, Güney Irak’taki üslerini daha ne kadar muhafaza edecekleri belli değil. Kerkük sorunu gittikçe bir çatışma kaynağı oluşturuyor.
Türkiye açısından ise, ABD’nin PKK’ya karşı sınırlı bir operasyon projesi, anlaşılan bunu istemeyen çevreler tarafından basına sızdırılarak engellendi. PKK’ya karşı ABD’ye hálá umut bağlamak kendimizi aldatmak olur. Kaldı ki, Irak’ın tek bir devlet halinde kalması bile neredeyse mucize gerektiriyor.
* *Ê *
ABD şimdi de kendisine yakın Arap ülkelerini ve İsrail’i İran tehdidine karşı hibe veya satış yolu ile silahlandırmak yoluna girdi. İran’ı dengelemek politikası makul gözükebilir.
Fakat bu ülkelerden bazılarının, özellikle Suudi Arabistan’ın, ABD politikası ile her zaman bağdaşmayan davranışlar içinde oldukları unutulmamalıdır. Türkiye açısından yeni silahlanma süreci bir tehlike arz etmiyorsa da Türkiye’ye oranla diğer Ortadoğu devletlerinin askeri alanda teknolojik üstünlük sağlamaları risksiz sayılamaz. Bölgesel gelişmeler ışığında güvenlik ve savunma konseptimizde galiba kapsamlı değişiklikler gerekecek.
Tabloyu tamamlamak için Lübnan’daki müzmin istikrarsızlığı, Afganistan’da Taliban’a karşı operasyonların başarısızlığını ve Pakistan’ın ciddi bir buhranın eşiğinde olduğunu hatırlayalım.
ABD’nin kendi yarattığı kıskaçtan kendisini ve bu politikanın mağdurlarını yeni ve daha vahim krizler çıkmadan kurtarması umudu ufukta hiç gözükmüyor.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2007
AKP’nin 1982 Anayasası’nı değiştirmek istemesi aslında yadırganmamalıdır. Ne var ki Anayasa değişikliği aceleye getirilemez. Bir kere politik ortam müsait olmalıdır. İkincisi, Anayasa belki bir yıldan fazla sürecek bir çalışmayı gerektirir. Sivil toplumun bütün kesimlerinin görüşlerinin alınmadan bir Anayasa metni hazırlanamaz. Tabii bu süreç içinde her türlü fikir ortaya çıkacak, bunların bir kısmı da tepki doğuracaktır. Ancak eleştirilerin hemen suçlamaya dönüşmesinden kaçınmak lazımdır. Her yeni fikre karşı niyet yargılaması başlatmakla bir yere varılamaz.
* * *
Yeni Anayasa taslağını hazırlamakla görevli olduğu anlaşılan AKP milletvekili Profesör Zafer Üskül, "Atatürk milliyetçiliği ile Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılığın" Anayasa’da yer almaması gerektiğini belirtince kıyamet koptu. Eski Yargıtay Başsavcısı Kanadoğlu, bu görüşün "AB sözcülerinin yıllardan beri Türkiye’den istediklerinin tekrarından ibaret" olduğunu ve ulus devletin sona ermesi anlamına geleceğini ifade etti.
Oysa mevcut Anayasa’nın 3’üncü maddesinde yer alan "Türkiye Devleti, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür" hükmü zaten ulus devleti ifade ediyor. Üskül’ün önerisi bu açıdan tenkit edilemez. Kanadoğlu’nun AB’nin istekleri hakkında söylediklerinin de aslı esası yok. Demokrasi ve insan hakları ile ulus devletin bağdaşmadığını düşünüyorsa, o başka.
Üskül’e gelince, daha şimdiden tartışma başlatacak bir tezle öne çıkması ciddi bir hatadır. Üskül, anayasalarda ideoloji olmaz diyor. Pek inandırıcı değil. Demokrasi de bir ideoloji sayılmaz mı?
Fransız Anayasası’nda da 1789 İnsan Hakları Beyannamesi’ne atıf var. Türkiye Anayasası’nda da Atatürk’ün millete miras bıraktığı ilke, inkılap ve değerlere atıf yapılmasından daha doğal bir şey olamaz.
Ancak 1982 Anayasası’ndaki "Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı"ibaresi düşündürücü olmaktan bence geri kalmıyor. Nedeni, Atatürk’ün neyi belirlediği konusunda ortak bir anlayışın mevcut bulunmamasıdır. "Kemalistler" ve "Atatürkçüler" gibi bir bölünmeye şahit oluyoruz. Türkiye’de birçok ideoloji, Atatürk’ün arkasına gizleniyor.
Kaldı ki dünyada milliyetçilik kavramının algılaması değişti. Atatürk’ün ölümünden sonra Alman milliyetçiliği İkinci Dünya Savaşı’na yol açtı. Soğuk savaşın sona ermesini takiben etnik milliyetçilik nice felaketlere ve katliamlara sebep oldu.
* * *
Avrupa’da bugün gördüğümüz ırkçı milliyetçilik çok çirkin. Bizde de radikal, şoven, çatışmacı, şiddet eğilimli bir milliyetçilik cereyanı yok mu? Atatürk’ün milliyetçiliği vatanseverlik anlamındaydı. De Gaulle de "Vatanseverlik kendi milletini sevmektir, milliyetçilik bütün diğer milletlerden nefret etmektir" demiş.
Yeni Anayasa’da "Atatürk’ün belirlediği milliyetçiliğe" yer verilecekse bu kavramı biraz açmak, onun barışçı ve insancıl bir milliyetçilik taraftarı olduğunu bir şekilde vurgulamak isabetli olur.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2007
GEÇENLERDE Türkiye’deki gelişmeleri merak eden bir Yunanlı dostuma ben de, "Sizde durum nasıl" diye sordum. "Sorma, Yunanistan artık sıkıcı bir ülke haline geldi. Heyecan verici hiçbir şey yok. Seçimler bile sakin geçiyor" cevabını verdi. Kıskanmadım dersem yalan olur. Türkiye’de gazetelerde hiç eksik olmayan süper manşetler, çeşit çeşit felaket haberleri, korkutucu senaryolar, geniş bir hayal gücünün beslediği bitmez tükenmez komplo teorileri, gerçekleri kişisel tercihlere göre yansıtan röportaj ve yorumlar, dedikodu bolluğu, skandal haberler, karşılıklı ithamlar herkesi diken üstünde tutuyor ve sonunda yorucu oluyor.
Dikkat ediyorum, televizyonlarda yabancı politikacılar ve diplomatlarla yapılan söyleşiler de çok kere hep aynı formatı takip ediyor. Maksat, muhatabını, heyecanlı haber olabilecek bir söz söylemeye zorlamak!Hoş, muhatabın ifadeleri genellikle çok kötü çeviri yüzünden tam anlaşılamıyor, o da ayrı mesele. Her neyse, artık Türkiye de daha sakin ve hatta sıkıcı bir ülke haline gelse, politikayla ilgili saplantımızı azaltsak galiba bir hayli rahatlayacağız.
* * *
Son seçimler, aslında, Türkiye’nin bundan böyle daha az çatışmalı ve daha az kavgacı bir ortama nihayet kavuşması ve Türk demokrasisinin perçinleşmesi için fırsat sayılmalıdır. Bir kere seçim süreci kusursuz bir şekilde işlemiştir.
Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’ni temsilen seçimleri izlemek üzere gelen 36 kişilik heyet, Strasbourg’a dönüşünde, oy verme yönteminin çok profesyonel bir şekilde düzenlendiğini, bunun Avrupa Konseyi’nin kurucu bir üyesi olan Türkiye’deki köklü demokrasi geleneğini yansıttığını, seçimlere katılımın çok yüksek olmasının da Türkiye’de demokratik sürece duyulan güveni gösterdiğini açıklamıştır.
Avrupa’da bazı kurum temsilcilerinin ve medyanın bir kısmının seçim sonuçlarını İslamcı-laik ekseninde yorumlamaları, "Kemalist laik" ile "İslam yanlısı" gibi ifadeler kullanmalarını yadırgamamak gerekir. Genellikle yabancı basındaki yorumlar, bizdeki değerlendirmeleri aksettirir. Kendi söylemlerimizi onlar tekrar edince şaşırmamalıyız. Önemli olan seçimlerden sonra değişen politik denklem içinde uzlaşı zihniyetinin yerleşmesi ve iddia edilen eksenden kendimizi sıyırmamızdır. Bunun da ilk sınavı cumhurbaşkanlığı seçimi olacaktır.
Oysa Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 25 Temmuz tarihli açıklaması yine belirsizliğe yol açtı. Kuşkusuz yeni Meclis’te Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi mümkündür. Gül için hepsi lehte oy verecek olmasalar da toplantılara 367 üye katılırsa, bu suretle toplantı yeter sayısına erişilirse, ilk turları takiben, sadece AKP oyları ile Gül seçilebilir.
* * *
MHP’nin açıkladığı tutumla yöntem bakımından Gül’ün seçimine yeşil ışık yakılmış sayılır. Gül’ün çok iyi bir cumhurbaşkanı olmak için bütün yeteneklere sahip bulunduğu, başarılı bir Dışişleri Bakanlığı yaptığı inkár edilemez. Fakat problem, seçimlerden önce bundan ibaret değildi. O zamanki krize yol açan asıl neden, Gül’ün seçiminin beraberinde getireceği sembolizmdi.
Bu sembolizm konusundaki kurumsal hassasiyet birdenbire kayboldu mu? Bunu bilmiyoruz. Yeni bir kriz ise daha başında, seçimlerin yarattığı istikrarlı ve yapıcı bir döneme gireceğimiz umuduna son verir, Türkiye birdenbire tekrar çatışma ortamına sürüklenebilir, Türkiye’nin çok boyutlu iç ve dış sorunlarına çare bulacak dengeli ve yaratıcı politikalar üretilmesini ve uygulanmasını engeller.
Cumhurbaşkanlığı seçimi konusundaki belirsizliğin son dakikaya kadar sürdürülmesinin tehlikesi umarım zamanında idrak edilir.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2007
SEÇİM sonuçları, anketleri ciddiye almak gerektiğini göstermiştir. AKP’nin yüzde 45 üzerinde oy alacağı öngörüldüğü zaman buna diğer partiler inanmak istememişler, "Daha neler" diye tepki göstermişlerdi. Barajın altında kalan partiler büyük bir özgüvenle "Bizim baraj sorunumuz yok" deyip durdular. Tabii hüsranları o ölçüde büyük oldu. Hayalleri gerçek zannetmek her zaman vahim bir hata teşkil etmiştir. Peki, AKP hakkında niçin böyle bir yanılgıya düşüldü? Zannediyorum ki başlıca nedenlerden biri ekonomik faktördür.
Muhalefet partileri son beş yıldaki mali istikrar içinde ekonomik büyümeye halkın lakayıt kalacağına inanmak istediler. İstihdamın büyüme ile orantılı olarak artmamasının, gelir dağılımının adaletsiz olmasının AKP’nin oylarının azaltacağını düşündüler.
Oysa büyümenin, ihracatın ve turizmin artmasının, yabancı sermayenin her zamandan daha fazla gelmesinin ne de olsa bütün ülkeye olumlu yansımaları oldu. Kaldı ki seçmenlerin hafızasız olduğunu varsaymak kendini aldatmaktır. Özellikle CHP’nin ne zaman iktidar olduysa ekonomiyi buhrana sürüklediği unutulabilir miydi?
* * *
AKP’ye yöneltilen ithamların, özellikle terörle mücadelede yetersiz kaldığı suçlamalarının da inandırıcılığı olamazdı. PKK terörü yeni değil ki, uzun yıllardan beri var. Çok daha müsait şartlar altında bile sonuç alınamadığını bilmeyen yok.
Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda AKP yanlış bir hesap yapmışsa da buna reaksiyonun demokrasiyi ve hukuku zorlaması, AKP ile halk arasında empatiye yol açtı.
Artık önemli olan bundan sonraki politik süreçtir. AKP’nin şimdi tek merkez sağ partisi olduğu teşhisi yapılıyor. Yine de AKP "merkez" kavramına daha fazla ağırlık vermeli, değer yargılarında, politik yaklaşımlarında, söylemlerinde ve icraatında laiklik ilkesiyle bağdaşmayan bir zihniyet içinde bulunduğu izlenimini yaratmaktan dikkatle kaçınmalıdır.
AKP iktidarı, kurumlarla barışmalıdır. Bu alanda ilk atılacak adım, Cumhurbaşkanlığı seçiminde milli bir uzlaşıya gidilmesidir. AKP, tarafsız ve kurumların itiraz edemeyeceği bir adayı desteklerse Türkiye’de demokrasinin kökleşmesine en büyük hizmeti yapacağı gibi iç ve dış gündemindeki hedeflere daha güçlü bir şekilde yönelebilecektir.
Bu hedefler içinde son zamanlarda ihmal edilen AB üyelik sürecine öncelik tanınmalıdır. Eski AB Genel Sekreterleri Murat Sungar ve Volkan Vural, AB hedefine doğru izlenmesi gereken bir yol haritasını Milliyet Gazetesi vasıtasıyla yeni hükümete ulaştırdılar. Bu çok değerli belgenin hükümet tarafından dikkatle ele alınması son derece yararlı olur.
PKK terörü ve Kuzey Irak ile ilgili sorunların yeni koşullarda daha serinkanlılıkla ele alınması da herhalde kolaylaşacaktır. Yeni Meclis’e DTP kökenli 20’den fazla bağımsız milletvekili katılması hem bir riski hem de bir fırsatı beraberinde getiriyor.
Riskin bertaraf edilmesi, fırsatın değerlendirilmesi bağımsız milletvekillerinin sorumlulukla hareket etmelerine, Meclis’te temsil edilen partilerin de dışlayıcı değil açılımcı bir tutum içinde olmalarına bağlıdır.
* * *
Seçim neticelerinden biri, CHP’nin başarısızlığıdır. Bunu demokratik solun bir yenilgisi olarak görmek doğru olmaz. Çünkü bu partinin sol ile yolları çoktan ayrılmıştı. Genel kanaate göre CHP ile MHP artık aynı çizgide. CHP bundan sonra ciddi bir reformla ve lider değişikliğiyle asıl kimliğine geri dönme sürecini başlatmalıdır.
Geçmişte hiçbir seçim, uluslararası politik çevrelerin ve medyanın ilgisini bugünkü kadar çekmemişti. Seçimlerin demokrasiye güveni artıracak bir olgunluk içinde cereyan etmiş olması, Türkiye’ye muazzam bir prestij sağlamaktadır.
Bu ortamdan yararlanmak, hiç şüphesiz AKP’nin elindedir. Zaferini alkışlayalım, fakat bunu çok iyi değerlendireceğini temenni edelim.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2007
YARIN yapılacak seçimler oldukça ısrarla ileri sürüldüğü gibi Türkiye’nin siyasi kaderini tayin edecek önemde mi? Soruya cevap vermek gerçekten güç. Yine de bu seçimlerin sonucunun özellikle demokrasimiz için çetin bir sınav teşkil edeceğini söylemek yanlış olmaz. Seçimlerin öne alınmasının nedeninin cumhurbaşkanı seçiminde sürüklendiğimiz açmaz olduğunu ve bunda politika alanı dışından gelen baskıların ve bugün yürürlükte olan Anayasa’nın hukuken zorlanmasının ne derece ağırlıklı bir rol oynadığını unutamayız.
Dolayısıyla seçimlerden sonra, TBMM’deki sandalye dağılımı ne olursa olsun, cumhurbaşkanının halk tarafından seçimini öngören anayasa değişikliğinin şimdilik bir tarafa bırakılarak, 11. Cumhurbaşkanı’nın mevcut anayasa hükümleri çerçevesinde uzlaşma ile ve bir an önce seçilmesinde sayılamayacak kadar yarar vardır.
* * *
Cumhurbaşkanı’nın Meclis üyeleri arasından seçilmesindeki ısrardan vazgeçmek de isabetli olur. Yapılan bazı anketler kamuoyunun eğilimlerini belirlemiş ve Meclis dışından hakkında geniş bir oydaşma bulunan bir iki ismi öne çıkarmıştır.
Yeni cumhurbaşkanının kabil olduğu kadar toplumsal desteğe sahip biri olması seçimlerden önceki devrede ve seçim kampanyası sırasındaki gerginliklerin giderilmesine, Meclis’teki yeni denklem koalisyon gerektiriyorsa hükümetin gecikmesiz kurulmasına katkıda bulunur, demokrasimizin olgunluğunu kanıtlar.
* * *
Seçim kampanyası iyimserlik ilham etmekten çok uzaktı. Kullanılan saldırgan üslup, karşı tarafı teröre destek vermekle suçlamaya kadar giden izansız isnat ve ithamlar, parti programlarının sığlığı, efelik sergilemeleri, idam cezasına dönülmesini bile isteyen ürpertici söylemler, gerçekçilikten çok uzak kılıç şakırdatmaları karşısında hüsran duymamak elde değildi.
Seçimlerden sonra Meclis’i ve hükümeti çok önemli görevler bekliyor. Özellikle bir koalisyon hükümeti kaçınılmaz ise, karar almanın, ortaklık dayanışmasını sürdürmenin, etkili icraat gerçekleştirmenin kolay olmayacağını geçmiş tecrübelerden biliyoruz.
Son beş yıl, ayrıca, tek parti çoğunluğuna rağmen, sistematik şekilde menfi ve hırçın bir muhalefetin içerde ve dışarıda hükümeti ne derecede engelleyebildiğini gördük. Umarım, yeni Meclis’te daha yapıcı ve hoşgörülü bir muhalefet ortaya çıkar.
* * *
Yarınki seçimler sonunda büyük olasılıkla Meclis’e her zamandakinden daha fazla bağımsız milletvekili girecektir. Onlar sorun yaratacaklarına çözümlere katkıda bulunmalıdırlar.
İster koalisyon ister tek parti hükümeti kurulsun, bazı bakanlıkların başına bağımsızlardan veya dışarıdan kimseler getirilmesi üzerinde de durulmalıdır, örneğin Çevre ve büyük reforma ihtiyaç duyulan Adalet Bakanlığı’na. Fransa şimdi hükümetin politik tabanını genişletmeyi başarı ile deniyor. İyi bir örnek.
Seçimlerden sonra moralimizin yükselmesi umudu ile!
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2007
RUSYA gittikçe daha fazla gücünü göstermek istiyor. Politikasında küçümsenemeyecek bir sertleşme eğilimi var. Daha iki hafta önce Başkan Bush ile Başkan Putin, Amerika’da buluştukları zaman çok samimi ve dostane bir ilişki içinde oldukları intibaını yaratmaya özen göstermişlerdi. Anlaşılıyor ki, özellikle ABD’nin Avrupa’da füzesavar sistemi yerleştirme projesi konusunda ortak anlayışa bir türlü varılamamış. Rusya’nın da tepkisi Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması’nı (AKKA) askıya almak oldu.
* * *
Geçen hafta sonunda Atina’da katıldığım bir seminerde birçok uluslararası konu meyanında Putin’in politikası üzerinde de bir hayli duruldu. Toplantıya, aralarında biri Putin’e çok yakın bulunan Rusya’dan temsilciler de iştirak ettiler. Tartışmalarda Rusya’nın Batı’ya ve bilhassa ABD’ye karşı serzenişleri ve kızgınlıkları bol bol dile getirildi. Görüldüğü kadarıyla Rusya, bir kere eski Varşova Paktı üyelerinin hem AB’ye, hem de NATO’ya alınmalarını hálá içine sindirmiş değil.
Bunlara diğer NATO ve AB ülkelerine baktığı gözle bakamıyor, hálá üzerlerinde baskı icra edebileceğini düşünüyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nden kopan Baltık ülkelerinin AB ve NATO içindeki statüsünden çok rahatsızlık duyuyor. Ukrayna ise Rusya’nın en hassas damarı. Ruslar, Ukrayna’yı bir ülke olarak Stalin’in icat ettiğini, Kruşçev’in de Kırım’ı ona katarak büyüttüğünü söyleyerek yakınıyorlar.
Batı’nın Ukrayna’daki demokratik süreci desteklemesinin kendilerine karşı komplodan başka bir şey olmadığına eminler. Ukrayna’nın AB’ye ve NATO’ya alınmasına tepkisiz kalamayacaklarını devamlı tekrarlıyorlar.
Polonya’ya konuşlandırılması öngörülen füze savunma sistemine Rusya’nın muhalefetinin iki yönü var. Birincisi, ABD ile Rusya arasındaki stratejik dengenin iki tarafta da bu sistemin bulunmamasına dayanmasıdır. Rusya, füzelerin İran’dan gelecek füzeleri değil, kendi stratejik füzelerini tahrip etmek amacını taşıdığına ve bunun dengeyi bozacağına inanıyor.
İkincisi, Polonya’ya getirilecek füzelerin orta menzilli füzelere dönüştürülerek kendisi için yeni tehdit unsuru teşkil etmesinden endişe ediyor. Ayrıca İran’dan fırlatılacak füzelerin Avrupa üzerindeki yörüngede tahrip edilmesinin Avrupa ülkeleri için tehlike yaratacağını, bütün telekomünikasyon sistemlerinin kilitlenebileceğini ileri sürüyor.
Rusya, bütün bu nedenle, füzesavar sisteminin Azerbaycan’a veya Türkiye’ye yerleştirilmesinin en iyi çözüm olacağını sürekli vurguluyor. Peki, o takdirde Avrupa için söz konusu olan sakıncalar Türkiye için varit olmayacak mı? Rusların buna cevabı menfi. Türkiye’deki füzeler, İran füzelerini, fırlatılmalarından hemen sonra, daha nükleer başlıklar aktive edilmeden tahrip edeceğinden herhangi bir tehlikeyle karşılaşılmayacakmış!
Her ne olursa olsun. Rusya, Türkiye’nin, İran ile ilişkileri dahil çok çeşitli nedenlerle böyle bir riske girmek istemeyeceğini mutlaka biliyordur. Türkiye’nin kendi savunması için ihtiyacı, geliştirilmiş "Patriot" füzelerinden ibarettir.
* * *
Rusya’yı Batı’dan ayıran bir başka konu, Kosova sorunudur. Moskova, Kosova’nın bağımsızlığını kabul etmek niyetinde değil. Bunun Çeçenistan için bir emsal oluşturmasından kaygı duyuyor. Kosova bağımsız olursa en azından Abhazya’nın bağımsızlığını destekleyeceğini gizlemiyor.
Bu tutumunun arkasında Sırbistan’la tarihi ilişkilerinin ve Ortodoks dayanışmasının bulunduğunu da belirtiyor. Rusya arka bahçesi telakki ettiği Orta Asya’da ABD’nin nüfuzunu yayma politikasından keza şikáyetçi. Ama kendisi de Venezüella’ya silah satıyor!
Rusya’nın AKKA’yı askıya almasının tabii ancak politik bir değeri var. Rusya’nın bugün Avrupa’yı tehdit edecek gücü yok. Fakat, bu davranış, son zamanlarda geçerliliği tartışılan NATO’nun bugün dahi Avrupa’daki stratejik dengenin ne kadar önemli bir öğesi olduğunu kanıtlamıştır.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2007
NEW York Times Gazetesi’nde 8 Temmuz’da yayımlanan "Eve dönüş yolu" başlıklı makalenin yankıları çok geniş oldu. Her şeyden önce gazetenin temel teşhisi isabetliydi: Başkan Bush’un Irak savaşını başlatmakla gerçekleştirmek istediği amaç ne olursa olsun dava artık kaybedilmişti.
Amerikan kuvvetlerinin mümkün olan en kısa zamanda geri çekilmesinden başka çare kalmamıştı. Başkan Bush ise şimdi görev süresi bitinceye kadar Irak’ta kuvvetleri tutmak ve sonra da yarattığı açmazı halefine devretmek istiyordu. New York Times, ABD kuvvetleri çekildikten donra Irak’ta ve bölgede daha fazla kan akabileceğini ve daha büyük bir kaosun hüküm sürebileceğini, etnik temizlik eylemlerinin artabileceğini, hatta soykırıma girişilmesinin bile mümkün olduğunu belirtmekten de geri geri kalmıyor.
Bu arada İran ve Türkiye’nin fırsattan yararlanarak bazı oldubittilere başvurabileceklerine işaret ediyor.
* * *
Irak savaşına ABD’de siyasi desteğin gittikçe erimekte olduğu, Demokratların Kongre’de Bush üzerindeki baskılarını artırdıkları, Cumhuriyetçilerin bile bölünmeye başladıkları doğrudur. Ne var ki Bush politikasını asla değiştirmek niyetinde değil. Kendine göre bir takvimi var. Şimdi çok güvendiği Irak’taki kuvvetlerin komutanı General Petraeus’un eylül ayında sunacağı raporu bekliyor.
Oysa Petraeus, bir İngiliz gazetesiyle söyleşisinde Irak’ta istikrarı sağlamak için daha on yıl orada kalmak gerektiğini ifade etmişti. Buna imkán var mı? Kuşkusuz ABD’nin her şeye rağmen Irak’ta tutunmasına taraftar olanlar mevcut. Henry Kissinger bunlardan biri. Anladığımız kadarıyla Ankara da erken bir geri çekilmeden ciddi kaygı duyuyor.
Zannediyorum ki Türkiye’nin, erken çekilme ihtimali üzerinde durması ve bunun kendi çıkarları açısından ortaya çıkaracağı sorunları şimdiden değerlendirmesi çok isabetli olur. New York Times, 160 bin askerin ve milyonlarca ton askeri malzemenin en güvenli şekilde ancak Kuzey Irak üzerinden tahliye edilebileceğini vurguluyor.
Türkiye’nin üslerini ve limanlarını kullanabilmenin de, geri çekilmenin daha hızlı ve güvenli olmasını sağlayacağını ekliyor. ABD’den böyle bir talep gelmesi olasılığı çok yüksek. Buna hayır diyebilir miyiz, hayır demek Türkiye’nin çıkarlarına uygun düşer mi?
Bence hayır. Olan olmuştur, ABD vahim bir hata işlemiştir, kendine verdiği zararın çok daha fazlasını bölgeye vermiştir, fakat bir müttefike "ne halin varsa gör, benim topraklarımdan ve limanlarından askerlerini tahliye edemezsin" demek bir hayli zor olur.
Peki 1 Mart’tan öncesi gibi bunun pazarlığını yapabiliriz miyiz? Doğrudan pazarlık düşünülemez. Yine de bir işbirliği ortamında sorunlarımıza daha fazla destek sağlamak imkánları araştırılabilir. Unutulmamalıdır ki, ABD’nin, Irak’tan çekilirken Kuzey Irak’ta bir üssü elinde bulundurmaya devam etmesinden bir hayli bahsediliyor. Ortadoğu için Irak’ın bütününde inşa edilemeyen demokratik modelin bundan sonra Kürt bölgesinde denenmesini önerenler de eksik değil.
* * *
Türkiye, Kürt yönetimini güçlendirecek ve güvenliğini garanti altına alacak formülleri çok dikkatli bir diplomasiyle önlemeye çalışmalıdır. ABD, Irak’tan çekilirken Kuveyt ve Katar’da üslerini muhafaza edeceğe benziyor. Belki de Türk üslerinden de daha fazla yararlanmak isteyecektir. Kuzey Irak’ta üsten vazgeçilmesi şartıyla bunu kabul edebilir miyiz? Hiç değilse üstünde düşünmeye değer.
Evet, ilk başta çok aykırı gelen fikirleri dahi bir beyin fırtınasına tabi tutmakta yarar olabileceğini göz ardı etmeyelim. Türkiye’deki problemlerle de bağlantılı Kuzey Irak sorunsalı, uygun şartlarda açılım politikası dahil, hiçbir opsiyonun peşinen bertaraf edilmemesini zorunlu hale getirmektedir. Seçimlerden sonra tutarlı, pragmatik ve yaratıcı bir Irak politikası üretmekte gecikmeyelim.
Yazının Devamını Oku