ABDULLAH Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın ilişkileri Sezer devrinden kuşkusuz çok farklı olacaktır. Gül ile Erdoğan birbirleriyle çok yakın dost oldukları gibi siyasette şimdiye kadar hep kader birliği yapmışlardır.
Ne var ki iki makam arasında sorumluluk alanları iyi çizilmezse zaman zaman problemler çıkması olasılık dışı sayılamaz. Gül, 1982 Anayasası’na göre seçilmiştir ve bazı alanlarda o Anayasa’nın saptadığı oldukça geniş yetkilere sahiptir. Oysa yeni hazırlanmakta olan Anayasa’da, AKP şimdiye kadarki çizgisinde sadık kalacaksa, Cumhurbaşkanı’nın yetkileri önemli ölçüde kısılacaktır.
İşin garibi, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini öngören Anayasa değişikliğinin referanduma sunulması süreci de devam etmektedir. Cumhurbaşkanı’nın bir yandan halk tarafından seçilmesinin, diğer yandan yetkilerinin daraltılmasının oluşturduğu çelişkinin nasıl aşılacağı belli değil.
* * *
Cumhurbaşkanı Gül, pro-aktif olmak istediğinin işaretlerini şimdiden verdi. Özellikle AB üyelik süreci konusunda Avrupa ülkeleri liderleriyle temas etmek üzere bir seri ziyaret tasarladığı anlaşılıyor. İyi de AB ülkelerinde, yarı başkanlık sistemini uygulayan Fransa hariç, yürütmenin başı başbakanlardır.
Onların muhatabı da Başbakan’ımızdır. AB ile müzakereleri Cumhurbaşkanı değil, ancak Başbakan yürütebilir. Cumhurbaşkanı’nın yapabileceği tek şey, AB üyeliğimize destek sağlamaya yönelik protokoler ziyaretlerdir. Bu ziyaretler için devlet başkanlarından davet gelmesi gerekir. Devlet başkanları arasındaki ziyaret teatilerinin son zamanlarda Batı’da çok azaldığını da görüyoruz.
Yarı başkanlık sitemini kabul etmiş olan Fransa’da cumhurbaşkanı, parlamentoda çoğunluğa sahip partiye mensup ise herhangi bir zorlukla karşılaşmıyor. Cumhurbaşkanı o takdirde neredeyse başkanlık sistemindeki kadar otoriteye ve güce sahip. Başbakanları kendisi seçiyor ve istediği anda görevden alabiliyor. Fakat parlamento seçimlerinde cumhurbaşkanının partisi azınlıkta kalırsa rakip partinin başkanı, başbakanlığa geliyor ve inanılmaz sorunlar ortaya çıkıyor.
1980’li ve 90’lı yıllarda aralıklı olarak dışişleri bakanlığı yapan Roland Dumas, anılarında Cumhurbaşkanı Mitterrand ile 1986’da seçimleri kazanarak başbakanlığa gelen Jacques Chirac arasındaki çekişme ve rekabeti ayrıntılarıyla anlatıyor. Chirac’ın başbakanlığa gelir gelmez yaptığı ilk iş, dışişleri bakanlığının önemli rapor ve belgelerinin cumhurbaşkanlığına gönderilmesini durdurmak olmuş.
AB zirvelerinde Mitterrand ve Chirac devamlı çekişmişler. Basın toplantılarında Mitterrand, Chirac’ın kendisinden sonra konuşmasını engellemiş. Chirac, Moskova’ya yapacağı ziyarette, daha önce Mitterrand’a uygulanan protokolün kendisine de aynen uygulanmasında ısrar edince, Mitterrand dolaylı yollardan Sovyet liderleri nezdinde teşebbüste bulunarak buna mani olmuş.
* * *
Federal Almanya Şansölyesi Kohl, her ikisinin de dostu olduğundan çok güç durumlarda kalmış. Anayasanın hükümlerini de her iki taraf değişik şekilde yorumlamışlar. Mitterrand, orduların başkomutanı sıfatını taşıdığını ve nükleer silahları tetiklemek yetkisine sahip bulunduğunu, dolayısıyla dış ve güvenlik politikasında başlıca söz sahibi olduğunu ileri sürmüş. Chirac ise Anayasa’daki, "Hükümet ulusun politikasını saptar ve uygular" hükmüne sığınmış. Bir bakıma trajikomik bir durum.
Tabii parlamenter sistemlerde cumhurbaşkanı ile başbakan arasındaki ilişkilerin niteliği değişik. Yine de çok ciddi problemler çıkabileceğini eski deneyimlerimizden biliyoruz. Yeni anayasanın yazımında çok dikkat etmek gerekir.