PEK pek ayağa düştüğü için kelimeden fazla hazzetmesem dahi eğer yine de "liberal" denilecekse, o halde ben esas olarak felsefi ve siyasi planda liberalim.
Anladınız, özgür düşünceyi, çoğulcu demokrasiyi, açık toplumu, seküler rejimi, serbest piyasayı ve hukuk devletini falan kastediyorum.
Aslına bakarsanız da, bunların hepsi "aydınlanmacı hümanizma"ya dahil bulunuyor.
* * *
OYSA buna karşılık, iktisadi planda ancak "sosyal liberal"im. Gıdım fazlası yok!
Başka bir deyişle, yukarıdaki serbest ekonomiyi sahipleniyorum ama ne Adam Smith’in "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ilkesini; ne de modern ve postmodern kapitalizmi sonsuz vahşi kılan "kutsal piyasa" amentüsünü benimsiyorum.
Mümkün mertebe asgári oranda, fakat yine de devletin iktisadi dinamiklere müdahil olmak marjını koruduğu bir sistemden yanayım. Yurttaş açısından bunu sigorta addediyorum.
Daha doğrusu, o devletin sermayedarlığa ve işletmeciliğe soyunmadığı, fakat istihdam, sektör, eşitlik gibi hayati konularda "yol göstericilik" üstlendiği bir yöntemi tercih ediyorum.
Üstelik, tabii ki "ulusalcı" etiketli statüko zaptiyeleri gibi "devlet fetişisti" değilim ve soyut bir mábette alnım secdeye varmıyor ama, "devlet düşmanı" da değilim.
Onun mutlak bir zorunluluk oluşturduğu konusunda zerre kadar şüphe duymuyorum.
* * *
ÖRNEĞİN, savunduğum ve sahiplendiğim küreselleşmeye paralel olarak THY yerli veya özel yabancı sermayeye satılacak olsa, yeni işletmenin zarar gerekçesiyle Kırım, Sudan, yahut ne bileyim ben, Patagonya seferlerini kaldırmasına izin verilemez. Verilmemelidir de!
Seferler ya önceden tahahüt edilmiş olmalıdır, ya da zarar ödenerek süreklilik korunur.
Çünkü burada "bayrak göstermek" ihtiyacı söz konusudur ve ulus-devletler sürdüğü müddetçe de böyle bir ihtiyaç ortadan kalmayacaktır. Bu, milliyetçilik değil, mil-li-lik-tir!
Ya da, yine küreselleşme çerçevesinde ve kesin stratejik önemi bulunmadığı müddetçe filanca fabrikanın falanca uluslararası şirket tarafından alınmasına tabii ki ámenná!
Ancak, benden izinsiz teknoloji transferine veya bana zûl bir köle muamelesine hayır!
İşte devletin rolü budur ve ne azı, ne de fazlası olmak üzere böyle kalmalıdır.
* * *
TEKRAR yine salt iktisadi çerçeveye dönersek, malûm, İngiliz matematikçi John Maynard Keynes’e atfen yukarıdaki yaklaşım geçmişte "Keynesçilik" diye adlandırılıyordu.
Nitekim, "kapitalizmin anavatanı" ABD bile, Başkan Franklin Roosevelt’in "new deal" terimiyle ortaya attığı bu "yönlendirici yöntem" sayesinde 1929 krizini aştı.
"Alman mucizesi" başta, 2. Savaş ertesinin Avrupa ekonomileri de aynı yolu izledi.
Şimdilerde ise, ister istemez küreselleşme çağının rektifikasyonunu uğrayan ama özü değişmeyen aynı "ortacı" tutum, yine İngiliz Tony Blair’in hayata geçirdiği ve Britanya’yı sıhhate kavuşturan ekonomik politikadan dolayı "sosyal liberalizm" olarak tanımlanıyor.
Hálá eski terminolojide ısrar edenler de "sağ sosyal demokrasi" damgasını vuruyor.
* * *
BÖYLE bir "sağcılık"ı göğsümü gere gere benimsemek ise beni hiç rahatsız etmiyor.
Zira, küflü lûgatin canı cehenneme, hem insani, hem de gerçekçi olmak gerekiyor.
Bu da, iktisadi hayatın soğuk nesnelliğini unutmadan, onun "vahşi kapitalizm"legetirdiğieşitsizlik ve yabancılık faktörlerini mümkün mertebe törpülemek anlamına geliyor.
Yani, kuru láf değil, "sistemin içinde sistemi düzeltmek" zorunluluğu dayatıyor.
Ve işte "sosyal liberalizm" de buna en yakın doktrin olarak şekillendiği içindir ki hem benim kişisel tercihim, hem de bilhassa dünyanın "genel gidişatı" oraya doğru kayıyor.
Ve göreceğiz, son borsa krizi ertesinde yukarıdaki gidişat daha da netlik kazanacak!