DÜN sabah çıldıracağım, ihtiyacım olan cildi kütüphanede bulamadım. Ara tara, yok!
Oysa, aşağıdaki makalenin girizgáhını mutlaka oradan bir alıntıyla yapmak istiyorum.
Neyse, dalgaya düşmüş ve kel aláka bir rafa yerleştirmişim ki, nihayet el koyabildim.
* * *
İŞTE, Martin Heidegger’in ölümünden sonra ve "Niçin Taşrada Yaşıyoruz" başlığıyla yayınlanan o yazıda, kırsallığın erdemini işleyen bu en önemli 20. Yüzyıl filozofu, Karaormanlar’da inzivaya çekildiği dağ kulübesini anlatırken şu satırlara da yer veriyor:
"Köylü hafızası basit, sınanmış ve yanılmaz şeyler üzerine inşa edilmiştir (?) Şehirliiseköylülük álemine mesafeli duruyor. Onu kendi yasalarına bırakmak, böylelikle de ’dokunulmazlık’ını korumak istiyor. Köylüye bir müze objesi gibi bakıyor.
Oysa köylünün ihtiyaç hissettiği ve arzuladığı yegáne şeyi, varlığının mahremine riayet edilmesi ve kendisini bağımsız kılan oluş tarzına da saygı duyulması oluşturuyor."
* * *
İMDİİ, yazıya böyle bir Heidegger alıntısıyla başladığım için sakın sanılmasın ki, uzun boylu ve bilgiç lûgatli bir felsefiyattan dem vuracağım. Hayır!
Bu girizgáha ihtiyaç duymam sadece ve sadece, dünyamızın, özellikle de en yoksul ülke halklarının son aylarda yaşamakta olduğu "beslenme krizi"nden kaynaklandı.
Háttá, daha dobra dobra ifade edelim, "açların isyanı"ndan kaynaklandı.
* * *
ÖYLE, çünkü pirinçten buğdaya; mısırdan soyaya; manyoktan arpaya, en hayati tahıl maddelerinin fiyatları kısacık bir sürede müthiş artış gösterdi. Dünya piyasalarında katlandı.
Dolayısıyla da, Kara Afrika’nın, Sarı Asya’nın, Latin Amerika’nın açları sokağa iniyor. Elde boş tencere, boş kazan, boş tava hükümetlerine, "içini doldur" diye bağırıyorlar.
Zaten de, Birleşmiş Milletler’den Dünya Sağlık Teşkilátı’na, tüm uluslararası kurumlar alarm zilleri çalıyor. AB’den ABD’ye, bütün Batı ülkeleri işin ciddiyet arzettiğini vurguluyor.
Sanki 19. asır kıtlıkları, Bolşevik açlıkları, Mao "oruçlar"ı (!) gerisin geri geldi.
Her halükárda şu kesin, 21. yüzyılda bile insanlığın "mide sorunu" çözümlenemedi.
* * *
OYSA aslına bakarsanız, istatistikler ortada, tarih boyunca o insanlığın o midesi hiç bugünkü kadar yoğun, kitlesel ve obur biçimde doymadı. Karınlar hiç bu kadar tok olmadı.
Bununla yalnız, tombul hamburger atıştıran Amerikalıları; kremalı pasta tıkıştıran Avrupalıları; yahut, yağlı balina çubuklayan Japonları kastetmiyorum. Bunlar zaten bir yana!
Malûm, onların kırdığı "tarihi rekor"lar kolestrolü, şekeri, tansiyonu kapsıyor.
Fakat, başta Çin ve kısmen Hint, "geleneksel açlık diyárı" addedilen ve mazideki kıtlıklarda sayısız insanı yitirmiş olan bu tür dev ülkelerde de artık sofradan aç kalkılmıyor.
Okkalı pirinç káselerinin yanında, az biraz da olsa kaz eti veya soya fasulyesi geliyor.
Başka bir deyişle, "küreselleşmeye motor" ülkelerde o motor mideyi de çalıştırıyor.
* * *
BUNA karşılık şimdiki sefaleti aynı küreselleşmeyi yakalayamayan ülkeler çekiyor.
Veya, üst sınıflar nasiplense dahi, gelir dağılımı uçurumundan dolayı zenginleşmeden pay alamayan ve hem kırsal, hem de kentsel alanlarda yaşayan eski ve yeni köylüler çekiyor.
Kabak en fakirlerin içindeki en fakirlerin ve mutlaka da, köylülerin başında patlıyor.
Tamam ama, tüm bunlar yine de, düne kadar kendi yağıyla kavrulan ve kendi hasadıyla tencere kaynatan toplumların bugün niçin "açlık sınırı"na dayandığını açıklamaya yetmiyor.
Ana besin maddelerinin neden bu denli pahalılandığına gerçekçi bir cevap getiremiyor.
Ve işte o cevabı da, aslında bir "anti - modernite" filozofu olan MartinHeidegger’in yukarıda zikrettiğim "köylülüğe övgü"sünde aramak gerekiyor ki, cumartesiye bırakıyorum.