SEKSENLİ yıllarla birlikte dünya siyasetbilim lûgatine iki yeni deyim girdi.
Bunlardan birincisini, Batı dillerinde mecázi doğrultudaki kullanılan ve "zenci" anlamına gelen "negre - negro" kelimesi oluşturuyor. "Sherpa" yazılıp "şerpa" okunan ikincisi ise táa Nepali lisana uzanıyor. Himalaya Dağlarındaki usta rehberleri tanımlayan yerel sözcükten kaynaklanıyor.
* * *
BU son deyim, yani "şerpa", daima geri planda kalan "akıldáne"ler için kullanılır. Onun görevi liderlere danışmanlık yapmaktır. Zaten de bunun için "rehber" denilir. Ve, "şerpa"nın bilgi birikimi, zeká kıvraklığı ve deney refleksi vasatı kat be kat aşar. Zira, gelişmeleri çok iyi izleyerek "müşteri"sini her konuda uyarmakla yükümlüdür.
Nitekim, örneğin, liderin basın toplantısında kürsüye değil ilk izleyici sıralarına oturur. Ama zor soru geleceğini sezdiği an, çabucak yazdığı iki kelimeyi "patron"un önüne bırakır.
Veya, o "patron"dan başka kimsenin ruhunun bile duymayacağı, gizli temasa oturur. "Şerpa", dağa tırmananlara yol gösteren ve onların sırt çantasını taşıyan bir rehberdir.
* * *
"NEGRE", yani "zenci" de daima geride kalır. Fakat, o daha ziyade bir "yazıcı"dır.
Zaten de bu deyim siyasetten önce edebiyata uzanır. Meşhur edipler için cüz cüz cilt üreten, ama "efendi"nin (!) imzasını kullanan ikinci sınıf muharrirlere hanidir "zenci" denilir. Fabrikasyon yazılan "istasyon edebiyatı"nda çoğu defa "negre" esir kullanılır.
Fakat, "siyasi zenciler" bu "ededi zenciler"e fark atar. Onları parmağında sallar. Çünkü, tıpkı "şerpa" rehberler gibi, yazıcı "negre"lerin de bilgi birikiminde, zeká seviyesinde ve kalem kıvraklığında çok yüksek bir grado tutturmuş olmaları gerekir.
Zaten, aynı "şerpa"lar çoğu defa "zenci" işlevini de üstlenir. İkisi tamamlayıcıdır.
"Zenci"lerin temel görevi, devlet, iktidar, muhalefet her neyse, hizmetinde oldukları kurumların lider ve yöneticileri için, onlar adına nutuk, hitáp, açıklama kaleme almaktır.
Yani, leb demeden leblebiyi anlayacak kadar feráset sahibi olan "negre"ler, "efendi" nin söylemek istediklerini; daha ötesi, zamana ve mekána uygun olarak söylemesi gerekenleri eli yüzü düzgün biçimde kağıda yazıp, armut piş, ağzıma düş misáli onun önüne koyarlar.
Tabii, aynı "efendi" de metne retorik ustalık ve pathos duyarlılık katıp kalabalıkların, kameraların, mikrofonların önünde nutkunu söyledi miydi, bütün alkışları toplayıverir.
* * *
ANCAK, bazen gün gelir ve "şerpa" da, "zenci" de "efendi"yi boy boy aşarlar.
Enfes bir nutuk kaleme alırlar ve hizmetinde oldukları "patron"un önüne bırakırlar. Bu "patron" ise, örneğin ne kokar, ne bulaşır bürokratlığından ötürü hakkında hiçbir şey bilinmeyen, fakat hasbelkader en yüksek yargı makamının başına gelmiş bir şahıs olabilir.
Ve de siz onu ilk kez, söz konusu nutuk vasıtasıyla tanırsınız. Demokratlığı, sivilliği, laikliği ve özgürlükçülüğü karşısında "hurra" diye haykırırsınız. Sevinçten uçarsınız
Ama nereden tahmin edebilirsiniz ki, hazret belki "zenci"nin eline tutuşturduğu metne daha önce göz atmak zahmetine bile katlanmadan, kağıdı kürsüde okumakla yetinmiştir. Nasıl bilebilirsiniz, kendi fikirleri aslında "şerpa" dikte ettikleriyle tamamen zıttır.
Tá ki, yine hasbelkader, o "efendi" bu da defa devletin en üst makamına çıkar! Vehbi’nin kerrákesi düşüverir ve Çankaya’nın ışıkları "tasarruf" (!) diye kararıverir.
İşte geçmişte sizlerin tongasına bastım ve o zehir zıkkım sütle ağzımı yaktım. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın Haşim Kılıç’ın son konuşmasındaki hemen her söze tamamen katılsam dahi, çaresiz, artık yoğurdu üfleyerek yiyorum.