Paylaş
Ve, o savaş hala bitmedi. Kâh tempo yükselterek, kâh azaltarak, melûn seyrini izliyor.
Tabutlar bayrağa sarılıyor, anneler ağıt yakıyor, göç artıyor, milli servet heba oluyor.
Evet ve heyhat ki heyhat, bu “düşük yoğunluklu savaş” bir vampir oburluğuyla, Türk veya Kürt, ortak ülkemizin ortak kanını sinsice emmeye devam ediyor.
* * *
BAŞIMIZI devekuşu gibi kuma gömerek kendimizi kandırmaya çalışmanın âlemi yok, durum yukarıdaki gibidir! Bunu da en çok, “ateşin düştüğü yerde yananlar” biliyor.
Ne Apo’nun mahpusa tıkılmış olması, ne de “kısmi açılımlar” yapılması, söz konusu PKK’yı bitirmedi. Arbede sona ermedi ve cenaze levazımatçıları iflas bayrağı çekmedi.
Çünkü, günü kurtarmaktan öteye gitmeyen bu zapti ve palyatif tedbirler, Türkiye’nin en temel ve en hayati meselesi olan Kürt Sorunu’na kalıcı çözüm getirmeyi hedeflemedi.
İnadım inat, ülkemizde tahakküm kurmuş olan statüko ideolojisi o Kürt Sorunu’nun aslında tamamen bir “Türk Sorunu” olduğunu ve ikincisi çözümlenmediği müddetçe de birincisinin asla ve asla hale yola girmeyeceği gerçeğini reddetmek ısrarını sürdürdü.
* * *
FAKAT, bu inkarcılığa rağmen inatçı gerçek kendini yine de dayattı. Dayatıyor.
Dolayısıyla da, isim ve sıfatlar henüz çağrışımlı biçimde telaffuz ediliyor olsa bile, yukarıdaki PKK’nın ve Apo’nun dolaylı yönden “muhatap” olarak algılanması konuları, çeyrek yüzyıldır ilk kez, yavaştan yavaşa ve kulaktan kulağa tartışılmaya başlanıyor.
Zaten de, “evet”i ve “hayır”ıyla mutlaka ve mutlaka tartışılması gerekiyor.
Nasıl ki İspanya’nın “ETA”, İngiltere’nin “İRA” veya Fransa’nın “FNLC” ile diyaloğa girip girmemesi soruları bu demokratik ülke kamuoylarında serbestçe konuşulmuştu, aynı şey tabii ki Türkiye’de de gerçekleşecek. Gerçekleşmesi zorunluluk oluşturuyor.
Ancaak?
* * *
ANCAĞI şu ki, konunun netâmeti zaten bir yana, madem ki bizzat TSK’nın tanımına göre dahi ortada bir “savaş” var; artı, madem ki her halükarda birer “hasım taraf” mevcut; daha artı, madem ki söz konusu “silahlı kuvvet” halen savaşmakta olan kurumu oluşturuyor, bu takdirde gelişmeleri en önceo “savaş” ve o “silah” açısından değerlendirmek gerekiyor.
Yani, bir mesleki beceri alanı olan askerlik sanatıdan yola çıkmak ve aynı askerliğin “akademik dili”ni konuşarak, sebep - sonuç ilişkisine ulaşmak zorunluluğu dayatıyor.
Bununla, kime karşı, nerede, nasıl ve ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, her hangi bir savaşın stratejik hedeflerini ve taktik aşamalarını irdelemek denklemini kastediyorum.
* * *
EVET, ilkin böyle bir “askeri açı”dan başlamak zorundayız. Çünkü, militarist ve müdahil eğilimlerini ne denli eleştirirsek eleştirelim, ordumuz son tahlilde bizim ordumuzdur.
Şu kadar zamandır da ulusumuz adına bir “düşük yoğunluklu savaş” sürdürmektedir.
Başka bir deyişle, yukarıda “düşen ateşin yaktığı” kurumların en birincisidir.
Dolayısıyla, TSK’nın barışçıl ve kalıcı bir çözüme gönül rızasıyla katılmasını; hatta buna öncülük etmesini sağlamak için en önce, aynı TSK’yı buna ikna etmek gerekmektedir.
Yöntemi ise, ona, o iyi bildiği “askerlik sanatı” lisanıyla hitap etmekten geçmektedir.
İşte, Clausewitz, Fuller, Smith falan, her biri allame general, Kürt sorununun “askeri boyutu”na yarın, modern taihin bu en önemli savaş teorisyenleri penceresinden bakacağım.
Paylaş