Paylaş
Fakat bunu “Tasasızlık Çağı” diye uyarlarsak daha doğru bir tercüme yapmış oluruz. Ama tabii sırf Avrupa’yla sınırlı bir tasasızlık ki, açıklamadan önce şunu hatırlatayım. Berlin’deki Duvar çöküşünün 20. yıldönümü nedeniyle geçen hafta kaleme aldığım ve aralıklarla sürdüreceğim “1989 yazıları”nın ilkinde, 20. asrı noktalayan bu olayı irdelemek için mutlaka, aynı asrı başlatmış olan 1914 Harbi’ne dönmek gerekeceğini söylemiştim. Çünkü söz konusu hercümercden önce insanlık başka, bambaşka bir tarihte yaşıyordu.
* * *
İŞTE, “Tasasızlık Çağı” da bu tarihin içindeki son döneme tekabül ediyor. Kabul, Napolyon savaşları ertesi Avrupa’da yeni statüko tahkim eden 1815 Viyana Kongresi’nin ardından 1830 ve 1848 liberal devrimleri patlak verdi. Artı, 1866 Sadowa’sında Avusturya’yı, 1870 Sedan’ında da Fransa’yı yenen Prusya-Almanya Yaşlı Kıta’nın “genç gücü”ne dönüştü ama, bütün bunlar aslında yukarıdaki statükoyu pek sarsmadı. Çünkü, ne hezimete rağmen çabuk toparlanan ve İngiltere’yle mevcut rekabeti sırf deniz ötesi kolonilerle sınırlayan 3. Cumhuriyet Fransa’sı; ne de “Hintler İmparatoriçesi” sıfatıyla şimdi biraz daha parıldayan Kraliçe Viktorya’nın aynı İngiltere’si, muhafazakar ve dengeci bir “akil adam” pozisyonundaki Bismarck’ın yeni Almanya’sıyla didişmeye girdi
Romanov’ların Çarlık Rusya’sı ve Habsburg’ların Avusturya-Macaristan’ı, “esas Avrupa” açısından “periferik” addedilen Balkanlar dışında, diğer yerlerle pek bulaşmadılar. Ama doğru, 1870 sonrası tabii ki ortalık süt liman kesmedi. Bu “sakin” yıllar boyunca da aynı Rusya 1878’de Dersaadet’le, 1905’de de Japonya’yla cenge tutuştu. Az önce ise, tam 1900’de “ortak medeniyetler ordusu” (!) Çin’i gespetti. 1897 Girit ve 1911-1912’deki Trablus ve Balkan savaşlarıyla da “hasta adam” imparatorluğumuz biraz daha “yolundu”. Tamam, tamam, tamam, hepsine tamam!
* * *
TAMAM ama dediğim gibi, hem sömürgeciliği gayet samimi biçimde bir “uygarlık misyonu” olarak algılayan; hem de telgrafı, şimendiferi, aşısı, barajı, kanalizasyonu derken, “Aydınlama Çağı”nın uzantısında bilim ve teknolojideki modernist ilerlemeye kesinkes iman eden o “esas Avrupa” açısından bütün bunlar, ancak “çevredeki çerez” olarak kalıyordu.Nitekim hanidir savaş hengâmesi yaşanmadığından, kısmi sancılara rağmen Ruhr fabrikalarından İskoç madenlerine ve Silezya tezgâhlarından Loren üzinalarına, proleterlerinki en başta, hayat seviyesi durmadan yükseldi, ölüm oranı düştü ve beslenme çeşnisi zenginleşti. Zaten genel olarak toplum zenginleştiği içindir ki, bu tür zenginlik dönemlerinde hemen her zaman rastlandığı gibi, Horta’nın “art deco” mimarisinden Stravinski’nin ihtilalci musikisine; yahut Viyana’nın Freudcü psikanalizlerinden Paris’in vur patlasın kabarelerine, “tasasızlık çağı” estetik ve sanatsal açıdan da büyük “devrimcilik” yansıttı.
* * *
ANCAAAK, “devrim” dediğimiz için ortaya yeni bir dünya çıktığını sanmayalım. Zira unutmayalım ki, Fransa ve İsviçre hariç 1914’e dek Avrupa’daki bütün devletler, hanedanları çoğu kez akraba krallar tarafından yönetiliyor; asalet doğal kutsallığını koruyor; laikleşmeye rağmen din paradigması ahlaki ve sosyal kıstasları belirlemeye devam ediyor; tarım ve köylülük ağırlığını sürdürüyor; aile yapısı da ataerkil ilişkilerin ötesine taşmıyordu.
Başka bir deyişle, velev ki bilimsel, teknolojik ve estetik sıçramalar gerçekleştirsin, 1914 öncesinin “Tasasızlık Çağı” öz itibariyle, gerek uluslararası sistem, gerekse de hayat değerleri açısından “geleneksel toplum” karakterine sadık kalan bir dönem oluşturuyordu. Bunları tuzla buz eden ve 20. yüzyıl “tasaları”nı başlatıp tâa bugüne taşıyan kâbus ise 1. Cihan Harbi’dir ki, bu muazzam hercümerci “1989 yazıları”nın üçüncüsünde işleyeceğim.
Paylaş